Özgür bir yaprak, tutsak bir ağaç : Mihri Müşfik

0
420

Bakışlarında bazen bir acının izlerini sürmeye çalışırsın,  bazen yıkılmışlığın, bazen yakarışın izini… Gözünle gördüğüne değil, ruhunda hissettiklerine inanmak istersin  bulamazsın, daha çok çırpınırsın ve arayışlarda kaybolursun nafile! Tekrar bakarsın seni etkileyen aynı resme ve onlarca portreye, bulamazsın, daha çok çırpınırsın ve yine arayışlarda kaybolursun nafile! Onun yakarışını ararken kimi zaman yıkılırsın, hüznünü anlamaya çalışırken kimi zaman pes edersin, girdikçe bir hayata, anlamaya başladıkça bir hayatı, çözülmesi gereken yüzlerce düğümler çıkar karşına sen yine yıkılırsın ve yıkıldıkça hayran olursun Karadeniz’in acı suyuyla yıkanmış bir yaprağa.

Bakışlarında hüzün, bakışlarında Karadeniz’in deli dalgalarını bile sakinleştiren duruluğu bulursun,  bakışlarında atalarının ruhuna emanet ettiği özgürlüğü bulursun. Bulamadığın acı, mücadelesinin içinde gizlidir. Bulamadığın acı, dünyanın bir ucunda yalnız yatan, yeri bile belirsiz bir mezarda gizlidir. Bulamadığın acı, bir milletin sanatçıya vermediği değerde gizlidir.

Mihri Hanım, Abhazya’dan küçük yaşlarda Osmanlı sarayına gelen Dr. Çerkes Rasim Paşa’nın kızıdır. 1886 yılında Kadıköy Bahariye’de Rasim Paşa Konağı’nda doğan, anne ve babasının ileri görüşlü hayat tarzları sebebiyle resim, müzik başta olmak üzere sanat ve kültürel anlamda  iyi bir eğitim almış, geniş bir  dünya görüşüne sahip farklı, mücadeleci ve biraz da asi bir çocuk olarak yetişmiştir. Kadınların sanat alanında  isimlerinin olmadığı ve desteklenmediği dönemler İkinci Meşrutiyet ile birlikte toplumsal uyanışlara kucak açmaya başlayacaktır. Modernleşme sürecinde kendini ifade edebilen ve cesaretiyle ileride pek çok kadın sanatçıya ve öğretmene kapı aralayan ilk kadın ressamlarımızdan Mihri Hanım, bu dönemin en önemli ve “ilk”leriyle ileri felsefesini zorlu bir dönemde gerçekleştirmeyi başaran en önemli karakterdir.

  1. Abdülhamit’e gösterilen bir resminin ardından dönemin İtalyan “Saray Ressamı” Fausto Zonaro’dan eğitim alınmasına karar verilen Mihri, artık hayatında resim sanatını bir yaşam tarzı olarak benimsemeye başlamış ve ileride uzak diyarlara kuracağı köprülerin ilk sağlam adımlarını Zonaro’nun atölyesinde atmıştır. Orada gördüğü, etkilendiği resimler ona yeni bir dünyanın kapısını açmış ve keşfedilecek başka dünyalar olduğunu göstermiştir. İlk gün korkar adımlarla girdiği atölyenin kapısından, ayaklarının onu artık başka dünyalara taşıyacağını bilerek farklı bir Mihri olarak çıkmıştı.

Yaprak,  artık dalından kopmalıydı,

yaprak, rüzgarın esişiyle savrulmalıydı,

yaprak, özgür olmalıydı.

Fransız elçisinin eşi Madam Barrer’in hazırlattığı sahte pasaportla Roma’ya gittiğinde takvimler 1903’ü gösterirken, Mihri Hanım henüz 17 yaşındaydı. Sanatın güzelliklerini yaşarken bir yandan aşkı, gençliği, tutkularını yaşatmaya çalışıyordu. Adımlarında özgürlüğü, hayatında sanatı hissederken acıyı ve zoru önce kendi bedeninde keşfediyor sonra çevresindeki insan yüzlerinde. Güzelliğinin, yeteneğinin, insanlar üzerindeki etkisinin farkındaydı ve kendine olan güveninin gösterdiği işaretle Roma’dan Paris’e gitmesi gerektiğini ve yeni akımları sanatçıları keşfetmesi gerektiğini biliyordu. En önemli özelliği bildiği şeyi yapmasıydı ve yaprak, Roma’dan Paris’in  Montparnasse semtine gönüllü olarak savruluyordu. Maddi sıkıntı içinde olsa da;  Paris’teki sanat çevrelerini izleyerek ve dünyadaki kadın hareketlerini anlayarak, hayatı tam ortasında yaşayarak kendini, sanatını geliştiriyor ve yaprak rüzgarının yönünü kendi belirliyordu. Sadece yukarılara uçan bir yapraktı Mihri. Ortam, Doğu’dan gelen bir kız için zorluklarla dolu olsa da hem eğitimiyle hem de eğlencesiyle sanatın kokusunu almıştı artık.

Yaprak,  artık dalından kopmalıydı,

yaprak, rüzgarın esişiyle savrulmalıydı,

yaprak, özgür olmalıydı,

yaprak, aşık olmuştu.

Bir yaprak hem özgür hem aşık olur muydu?

Osmanlı, zor dönemlerden geçerken, İstanbul’da devrimler olurken Mihri Hanım, Sorbonne’da  Siyasi Bilimler öğrencisi  Müşfik Selami Bey ile tanışır ve İstanbul’a gelerek evlenir. Böyle bir dönemde Paris’i bırakıp İstanbul’a gelen ve bu ortama ayak uydurması gereken bir kadındı artık. Hayatına resim dışında eşi girmişti ve İstanbul’un en çalkantılı dönemlerinde ayakta kalmaya çalışacaktı.

Kendisini ve geçmişini kabullenemeyen yeni bir ailesi vardı artık. Her zaman olduğu gibi yine resme tutunmuştu, kendisini anlasalardı farklı olacaktı dünya onun için, kendisini anlasalardı yaprak hep yeşil kalacaktı.  Her yerde, her ortamda kurabildiği köprüleri kayınvalidesiyle kuramamıştı oysa. Bitmeyen resmi kayınvalidesiydi, bitebilseydi eğer bu resim, sevgi olacaktı ya da sevgi olabilseydi, belki de bu resim bitecekti.

Kızkardeşi Enise Hanım’ın kızı Hale Asaf’a resim dersleri verirken hissettiği öğretme duygusu onu başka bir dünyaya taşıdı.  “Sanayii Nefise Mektebi” sadece erkeklerin girebildiği bir okuldu. Kadınların hayatta bir yerde olduklarını ve saklandıklarını biliyordu. Yaptığı bebek portrelerinde alışılmışın dışında bebekleri annelerinin kucağında değil, yalnız başlarına resmetmişti. Kadınların uğraşıları olmalıydı ve biliyordu ki bu kadınlar daha verimli,  daha mutlu ve üretken olacaklardı böylece anne olarak da en iyisinin yapabilecek güçte olacaklardı. Çabalarını bu yönde geliştirerek  kadına bir yol çizdi ve bu yolda hep önden yürüdü. İnas (Kız) Sanayii Nefise Mektebi’nin kurulmasına öncülük ederek bu okulda müdürlük ve öğretmenlik yaptı. Klasik kadın kalıbının dışındaki  bu isyankar kadına hayretle bakan kız öğrencileri resim çizmek için artık kapının diğer tarafındaydılar ve çıplak modeller kullanarak eğitimi olması gerektiği gibi yapmaya çalışan bir mücadele kadınının eteklerinde, kimi tekniğini, kimi hayat görüşünü geliştiriyordu. Bu okulda yetişen öğrenciler arasında Nazlı Ecevit, Aliye Berger, Fahrunnisa Zeyd bulunmaktadır.

Sanatın kurduğu köprüde edebiyat vardı, politika vardı, hayat vardı. İttihat ve Terakki Cemiyeti ile kurduğu dostluklar ileride onu zor durumlara düşürecekti ve tutuklanan dostlarından Hüseyin Cahit ve Cavit Bey’leri ziyaret etmesiyle zorluklarına yenileri eklenecekti ve hakkında yazılacak yazıları belki de tahmin ediyordu ama yaprak yine bildiğini yapacaktı. Edebiyat-ı Cedide(Servet-i Fünun) şairlerinden Tevfik Fikret hayatına bir dost olarak girecek ve tüm dedikodulara rağmen yine de başını öne eğmeyecekti. 1915 yılında, Tevfik Fikret’in öldüğü gece, (şu anda Aşiyan Müzesi’nde sergilenmekte) onun alçıdan maskını almış ve ilk mask çalışmasıda Mihri Müşfik ile başlamıştır.

Bilmiyorum, onların “aşk”, “dostluk” ya da “tutku” olarak adlandırabileceğim ilişkilerini. Bildiğim sanat içinde  aşkı barındırır. Aşk ise, içinde sadece üç harf ve üç kelime barındırır; “ Aşk, Şiiridir Kalbin”. Bu üç kelime bir cümleye bürünür “AŞK” olur.

Mihri Müşfik sanatını aşk ile insanların kalbine en güzel şiiri olarak yazmıştı. Yaptığı portrelere baktığınızda ilk gözünüze çarpan bakışlarıdır insanların. “Yaşlı Bir Kadının Portresi”nde emekçi bir kadını betimlerken bile acıyı öyle çarpmaz algılarınıza, gizlemiştir özenle hissedebilen duysun diye ve  ilk etapta Anadolu kadınının gücünü hissedersiniz bakışlarından.

İstanbul’da İttihat ve Terakki ile olan ilişkileri sebebiyle zor günler geçirmektedir. 1919 yılında İtalya’ya gidecek ve dönüşünde öğretmenliğe kaldığı yerden kısa bir süreliğine devam edecektir.

Yaprak,  artık dalından kopmalıydı,

yaprak, rüzgarın esişiyle savrulmalıydı,

yaprak, özgür olmalıydı,

yaprak, aşık olmuştu.

Bir yaprak hem özgür hem aşık olur muydu?

Yapraktı nihayetinde,

Rüzgar esmeliydi ve savrulmalıydı gökyüzünde.

Mihri Müşfik, eşinin soyadıyla tanınmıştı ama 1922 yılında eşinden ayrılarak Mihri Rasim olarak hiç yabancı olmadığı  hayatına geri dönmüştü.  1923 yılında tekrar İtalya’ya giderek  İtalyan şair Gabriel d’Annunzio sayesinde ilk defa farklı dinden bir kadın ressama poz veren  Papa XV. Benedict’in portresini yapmış ve bir ilk daha yaşanmıştır. Bu resim belli bir süre Vatikan Müzesi’nde sergilendikten sonra kaldırılmış.

Mustafa Kemal’i mareşal üniformasıyla resmettiği 3m yüksekliğindeki  tablosu, cumhuriyetin ilanından sonra bir Türk ressam tarafından yapılan ilk Atatürk portresi olarak tarihe geçmiştir.

Yaprak özgürdü,

Yaprak yalnızdı,

Yaprağın toprağı tanıma vakti miydi?

İtalya’dan sonra Paris’e gider ancak Paris, bu savruluşunda onu acılarla karşılayacaktır. Kardeşi Enise Hanım 1925 yılında Paris’te kanserden ölür. İlk resim derslerini verdiği ancak sanatın zorluklarını anlatarak bu tutkusundan vazgeçirmeye çalıştığı yeğeni Hale Asaf da 1938 yılında vefat edince yaprak artık toprağa yakın olduğunu hisseder ve düşmemek için rüzgarını  Amerika’ya yönlendirir. Özel derslerle ve kimi zaman konuk eğitimci olarak üniversitelerde öğretmenlik yaparak geçimini sağlamaya çalışıyordu. Zorluklar ve  maddi sıkıntılar yaşanıyordu. Karadeniz’in acı suyuyla özgürlüğün tatlı esintisi arasında kalmıştı. Dönmedi. 1954 yılında vefat eden Mihri Müşfik Rasim Açba, kırgınlıkları, aşkları, sanatıyla birlikte, New York’ta “Kimsesizler Mezarlığı”nda uyumaktadır.

Bakışlarında hüzün, bakışlarında Karadeniz’in deli dalgalarını bile sakinleştiren duruluğu bulursun,  bakışlarında atalarının ruhuna emanet ettiği özgürlüğü bulursun. Bulamadığın acı, mücadelesinin içinde gizlidir. Bulamadığın acı, dünyanın bir ucunda yalnız yatan yeri bile belirsiz bir mezarda gizlidir.

Özgür bir yapraktı, tutsak bir ağaç oldu.

Özlem Doğan

15.10.2012

Kaynaklar:

“Mihri Müşfik Hanım’ın İzinde”, Emre Caner, Kapı Yayınları

“İlk Kadın Ressamlarımız”, Taha Toros, Akbank Yayınları

“Bir Çerkes Prensesinin Harem Hatıraları”, Leyla Açba, Timaş Yayınları

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz