Şamil Eğitim ve Kültür Vakfı’nda Arkaik Dönemlerde Anadolu-Kafkasya İlişkileriyle ilgili bir söyleşiye katıldım. Sevgili kardeşim Yalçın Karadaş söyleşiyi değerlendirirken bu söyleşide kafasına pek çok sorunun takıldığını, bunları düşüneceğini, araştıracağını ve değerlendireceğini söyledi. Sevgili Yalçın’ın bu saptamasını çok önemli görüyorum. Çünkü bu saptama söyleşinin amacını tam olarak ifade etmektedir. Diğer yandan soru sormak ve sorulara doğru cevap vermek, insanlık tarihi için her zaman yaşamsal önemde olmuştur. Hatta toplumsal gelişmenin anahtarının burada olduğunu söyleyebiliriz.
Bir sorunla karşılaşan insan, bu sorunu nasıl çözeceğini düşünür. Çözüm bulmak için kendisine sorular sorar. Soru düşüncenin ürünüdür. Soru soran, düşünen kişi doğru cevabı arayan bilmek isteyen kişidir. Ulaşacağı sonuca göre kendisine bir yön tayin edecektir. Düşünmeyen, düşünemeyen varlık bilemez. Düşünmek anlamaya çalışmak, bilmekse anlamak demektir. Düşünce başlangıç, bilmekse sonuçtur. Diğer yandan soru gerginlik ve rahatsızlık, cevapsa huzur ve rahatlıktır. En ilkel düşüncede bile bireyin sorduğu bir soru ve yine bireyin bu soruya verdiği doğru ya da yanlış bir cevap vardır.
Sorular insanın doğada karşılaştığı sorunlardan kaynaklanır. Bazı sorular, bir avın daha iyi nasıl yapılacağı, bir barınağın daha çabuk ve güvenli şekilde nasıl düzenleneceği, bir hastalığın nasıl sağaltılacağı gibi yaşamın maddi ve pratik yanıyla ilgilidir. Ama bazı sorular da güneş, ay, yıldızlar, gece, gündüz, yağmur, kar, ölüm, doğum ve yaşamla ilişkilidir. Birinci türden sorulara verilen cevaplar her zaman somuttur, duruma göre de bir alet yapımı ya da teknik bir gelişmeyle sonuçlanabilir. İkinci türden sorular ve onlara verilen cevaplarsa mitolojinin ve sanatın konusudur.
Belki en başta söylemem gerekirdi, soru sormak, sorularına cevap bulmak için çaba göstermek, insanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliktir. İnsanoğlu soru sorup sorularına cevap vererek, bu cevapları başka insanlarla paylaşıp içselleştirerek ilerledi. Bireysel soruların toplumla paylaşıp içselleştirilmesi kültür yaratılması anlamına gelir. Başka deyişle, insanlar yaşamda karşılaştıkları sorulara verdikleri toplumsal cevaba göre maddi ve manevi yaşamlarına bir şekil verirler. Bu nedenle, bir toplumun herhangi bir tarihsel çağda yarattığı kültür, düşünme ve yaşam biçimini tam anlamıyla yansıtır.
Şimdi tarih alanına dönelim ve bir arkeologun yazısı olmayan bir kültürü araştırıp bulduğu çok değerli maddi kanıtlara göre, sosyologların ve mitologların görüşlerini hiç dikkate almadan bir tarih yazdığını düşünelim; bu tarih tam ve eksiksiz bir tarih olur mu?
Kesinlikle hayır !..
Diğer bilim alanları görmezlikten gelinerek, küçümsenerek ya da yok sayılarak tarih yazılamaz. Çünkü, yöntembilimsel açıdan bakıldığında Niyazi Karasar’ın belirttiği gibi bilim dalları arasındaki ayrımlar yapaydır. Başka deyişle bilim bir pazıl, bilim dalları bu pazılın parçalarıdır. Bir alanın uzmanı olan bilim adamları pazılın bir parçasına çok yoğunlaşıp öne çıkardıklarında resmin tamamını göremez olurlar. Oysa resmi tam olarak oluşturabilmek için pazılın her parçasını değerlendirmek ve yerine yerleştirmek durumundayız. Bilim dalları arasındaki ilişkiyi koparırsak doğru yordama yapamayız. Maalesef bugün karşılaştığımız durum budur; bilim dalları arasındaki kopukluk ve çekişme nedeniyle doğru yordama yapılamamakta, pek çok şey açıklanamaz olarak kalmaktadır.
Durumu çok abarttığımı düşünen okurlar, belki olacaktır. Ancak sözlerimde hiçbir abartma olmadığı aşağıdaki örnekle daha iyi anlaşılacaktır. Bilindiği gibi arkeolog, filolog, antropolog ve benzeri bilim dalları için dağ, ırmak, tanrı adları önemli ise de, klan, kabile ve şahıs adlarının fazla bir önemi yoktur. Onlara göre bu adlar tesadüfi ve sıradandır. Oysa mitolog ve sosyologlar bu adlara da büyük bir anlam yüklerler. Bu konuda Jean Bottero ; “ Uzun süreden beri bildiğimiz gibi, orada (Mezopotamya ve Asur kastediliyor, Y.Ü) ad bizde olduğu gibi tesadüfi bir olgu değildir; yani bir dizi sistemin bir araya gelip bir anlam ilişkisine girmesi biçiminde göreli, basit bir birleşme, bir boş seda değildir. Bunun aksine onlara göre adın kaynağı adı veren kişi değil adlandırılan şeydir; ad zorunlu olarak o şeyden çıkıp türemiştir: Tıpkı aslının parçası olan gölge, suret gibi onun doğasını tercüme eder. Öyle ki onlara göre adı olmak ile var olmak (elbette adın yansıttığı niteliklere göre var olmak) aynı anlama gelir.” (Bottero, s.121)
Bottero’nun sözleri ilkçağ Mezopotamya halkları için şahıs adlarının ne kadar önemli olduğunu yeterince açıklıyor. Adın kaynağının kişi olması, kişinin doğasının (karakterinin) tercümesi olarak görülmesi, adın ilahi iradenin isteği doğrultusunda bir kader olarak ortaya çıktığını gösterir. Ad, kişinin ayrılmaz bir parçasıdır.
Anthony D. Smith de, “kolektif adlar etnik toplulukların kesin bir işareti ve simgesidir; topluluklar bu işaretlerle kendilerini ayırır ve bu isimler onlara özlerini hatırlatır- sanki ismin içinde varoluşlarının büyüsü yatarmış ve sürekliliği garanti altına alınırmış gibi. Tılsımlar gibi, kolektif isimler de gücün mistik çağrışımlarını yüklenir; bir kez daha tekrarlarsak etnisite çalışması yönünden ismin mitik niteliği, kökenlerinin ve pratik kullanımlarının getirdiği makul açıklamadan daha önemlidir. Kolektif bir isim dışarıdakiler için hiçbir şey ifade etmeyen (ya da farklı bir yankısı olan) ama kapsadığı insanlar için güç ve anlam barındıran bir atmosfer ve etki çağrıştırır.” demektedir. (Smith, s. 48)
Hititler döneminde Batı Anadolu’da yaşayan yerli bir halkın etnik adı Aşuva’dır. Şüphesiz ki bu ad, o halkın ana dilindendir. Yukarıdaki saptamalardan anlaşılacağı gibi, kabile “Aşuva” adıyla kendisini başkalarından ayırmakta, bu ad ona özünü hatırlatmakta, ismin içinde kabilenin var oluşunun büyüsü yatmaktadır. Bu ad mitik ve mistiktir. Ancak Abazaların bir boyu da halen Aşuva adını kullanmaktadır. Abaza Aşuvalarının adları da kendi dillerindendir, etnik ve tarihseldir.
Şimdi, hiçbir yorum yapmıyor ve size soruyorum. Sevgili okuyucular, bu bulgulardan nasıl bir sonuç çıkarmamız gerekir? Yukarıdaki görüşleri temele aldığımızda aynı adı kullanan bu iki halk arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendirmeliyiz?
Doğrusu merak ediyorum, bilim bunu nasıl açıklayacaktır? Yukarıdaki saptamalara rağmen bilim buna “tesadüf” mü diyecektir?
Aynı çağlarda yine Batı Anadolu’da “Masa” adında bir halk daha yaşamıştır. Masa adlı bir halk da halen Adige ve Abazaların arasında yaşamaktadır.
Ben çok meraklı bir adamım, dehşetli merak ediyorum, bu da mı tesadüftür?
Hadi, buna da “tesadüf” diyelim. Peki, “Kar” adını nasıl açıklayacağız? Çünkü, ilkçağdaki Anadolu halkı Karialılarla aynı adı kullanan bir halk halen Adigelerin arasında yaşamaktadır.
Durun, durun, bitmedi!.. Lydilılar için Homeros “Meon” adını kullanır. Lydialıların en eski adıdır bu. Halen Abazaların arasında yaşayan Maan/Mağan halkı, Homeros’un Meonlarıyla aynı adı kullanmaktadır.
Merakımı bağışlayın ve lütfen bir açıklama getirin, bu da mı tesadüftür?
Herodotos’a göre, Khanda/Sanda adlı bir soy Lydia’da beş yüz beş yıl krallık yapmıştır. Bu efsanevi soy, kökenini efsanevi kahraman Herakles’e dayandırır. Araştırmacılara göre Herakles’in Anadolu’daki adı Sanda/Sandaş’tır. Sanda adını taşıyan bir soyun halen Abazaların arsında yaşaması sizce de ilginç değil midir?
Dehşetli merak ediyorum, bu da mı tesadüftür ?
“Aphaz” adıyla Ephes/Ephesos adı arasındaki aynılık tesadüf olabilir mi? Ephes’in diğer adının Apasa olduğunu bütün bilim adamları kabul etmektedir. Apasa/Abaza adı aynıdır. Aphaz ve Abaza adları aynı halkın adının çeşitlemeleridir. Bu durumda Ephes kentinin Apasa adıyla da anılması, büyük bir değer taşımakta, Ephes/Aphaz, Apasa/Abaza arasındaki bir ilişkinin kanıtı olmaktadır. Ancak ilişkiler yalnızca bu kadar değildir.
Bölgede görülen Side, Termil, Lyk, Milya halklarının adlarını taşıyan Sid, Darmil, Lukh, Li, Lo, Lak, Lah, Lakırba klanları da Adige ve Abazaların arasında yaşamaktadır.
Sevgili okurlar, bilimde tesadüf yok, olgular vardır. Bu olgulara akla ve mantığa uygun cevaplar vermek bilimin görevidir. Eğer bu cevaplar verilemiyorsa, bilim görevini yapmıyor, yapamıyor demektir. O zaman sevgili Yalçın gibi olayları ve olguları sorgulayan, yaratıcı ve eleştirel düşünen beyinlerde çengel çengel sorular oluşacaktır. Bu sorulara mantığa uygun cevaplar verilmediği sürece sorun hep var olacaktır. Mantığa uygun cevaplar tarihi araştırma bakımından çok önemlidir. Çünkü değerli hocam Saim Kaptan’ın da belirttiği gibi, “Tarihî araştırmalarda veriler üzerindeki işlemler ve yorumlamalar da tabiî bilimlerdekinden farklıdır. Tabiî bilimlerde araştırmalar daha çok deneysel, laboratuar çalışmasıdır. Tarihî olayları laboratuara almaya olanak yoktur. Tarihî problemler özel olgularla ilgilidir; ancak mantıkî düşünce ve usavurma yolu ile doğrulanabilmektedir.” (Kaptan, s.153)
Sevgili okurlar, bir karar vermeden önce, lütfen, yazıyı bir daha okuyun ve mantığınız ne diyorsa ona göre karar verin; çünkü doğru olan odur!..
Kaynakça
Anthony D. Smith, Ulusların Etnik Kökeni, Dost, 1986, Ankara
Jean Bottero, Mezopotamya, Dost, 2003, Ankara
Saim Kaptan, Bilimsel Araştırma Teknikleri, Rehber Dağıtım, 1977, Ankara