Düzce Çerkesleri (4. Bölüm)

0
1474

    “Düzce Kazası’na 19. yy’da Yapılan Göçler Sonrası Nüfus Değişimi ve Osmanlı’nın Son Dönemlerinden Günümüze Türkiye’nin Sosyo-Kültürel Değişiminde Düzce Çerkesleri” başlıklı bu makale, “Düzce: Sefine-i Nuh’un Çerkes ve Abazaları” adlı çalışma kapsamında Nejad Özsoy ve Şimal Özcan tarafından hazırlanmıştır.

    Nejad Özsoy: Makine mühendisi, araştırmacı,
e-mail: gutej@yahoo.com

    Şimal Özcan: İngilizce öğretmeni, araştırmacı,
e-mail: guteyenal81@hotmail.com


1934 yılında yayınlanan 2525 sayılı Soyadı Kanunu’nun 3. maddesinde yer alan ‘…yabancı ırk ve millet isimleriyle…’ ibaresi Çerkeslerin sülale isimlerini soyadı olarak kullanmalarına mâni olmuştur. Midyat Asliye Hukuk Mahkemesi’nde açılan bir davada 3. maddede belirtilen ibarenin Anayasa’ya aykırı olduğu savını ciddi bulan mahkeme bunun iptali için Anayasa Mahkemesine başvurmuştur. Yerel mahkeme bu maddedeki ibarenin Türkçe kökenli olmayan soyadlarının kullanımına engel olduğu, dolayısıyla söz konusu düzenlemenin ırksal ve milletsel ayrım yaptığını, Anayasa’nın 10. maddesinde açıkça ırklara dayalı ayrım yapılamayacağının düzenleme altına alınmasına rağmen iptali istenen düzenleme ile Türkçeye ve Türkçe kökenli soyadları lehine ayırım yapıldığını bu durumun da Anayasa’ya aykırı olduğunu ve Soyadı Kanunu’nun 3. maddesinin iptal edilmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Anayasa Mahkemesi 17 Mart 2011 tarihinde oyçokluğu (8’e karşı 9) ile almış olduğu kararla Soyadı Kanunu’nun 3. maddesinde ki ibarenin Anayasa’nın 10. maddesine aykırı olmadığına karar vermiştir. Bu karar gerekçeleri ile birlikte 12 Temmuz 2011 tarih ve 27992 sayılı Resmi Gazetede yayınlanmıştır. Alınan kararın karşı oy gerekçelerinde: “…İtiraz konusu kural, mevcut şekliyle bütünleştirici ve birleştirici olmamakta, tam tersine anayasanın 10. maddesinde ifadesini bulan eşitlik ilkesine aykırı bir ayrımcılığa neden olmaktadır… Bu durum günümüzdeki insan hakları anlayışının ulaştığı seviye ve demokratik toplum düzeninin gereklilikleriyle de uyuşmamaktadır. Bir ülkede yaşayanların çoğunluğundan farklı etnik ve/veya dini kimlikler taşıyan toplulukların bu farklılıklarını tekçi, homojenleştirici bir anlayışla yok saymak, insan haklarının ihlal edilmesi sonucunu doğurmaktadır. Farklı olmak en temel insan haklarından biri olarak kabul görmektedir. İnsan haklarına dayalı demokratik ve özgür bir toplumda milli dayanışma ruhu ve milli birlik, farklılıkları bastırarak değil onları tanıyarak, onların zenginliklerden faydalanılarak gerçekleştirilebilir. Egemen unsurlardan farklı çeşitli etnik ve/veya dini gruplara mensup vatandaşların ayrımcılığa uğramamaları anayasal birliktelik açısından hayati önemi haizdir. Çoğunluğun sıradan ve doğal bir şekilde öne sürdüğü ve kullandığı haklardan çoğunluktan farklı olanların da yararlanması anayasal hakların anlam taşıması için gereklidir… Yani eşit işlem görmeyi ya da ayrım gözetilmemesini isteme hakkı doğurmaktadır. 10. maddede belirtilen özellikler bakımından dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep bakımından ayırım yapan bir kanun anayasaya aykırı olacaktır” denildi. Anayasa Mahkemesi içtihatlarında aynı durumda bulunan kişilerden bir kısmına farklı kurallar uygulanmasının eşitliğe aykırı olduğunun kabul edildiği vurgulanan karşı oy gerekçelerine rağmen Soyadı Kanunu’ndaki belirtilen madde ve Anayasa Mahkemesi’nin almış olduğu karar bugün Çerkes sülale isimlerinin kullanılması önünde ki en büyük engeldir.

Son dönemde gündeme gelen ve 21.06.1934 tarihli ve 2525 sayılı Soyadı Kanunu’nun 3. maddesinde belirtilen: “Rütbe ve memuriyet, aşiret ve yabancı ırk ve millet isimleriyle umumi edeplere uygun olmayan veya iğrenç ve gülünç olan soyadları kullanılamaz” hükmüne aykırı soyadları ile yazım ve imla hatası bulunan ad ve soyadlarının mahkeme kararı olmaksızın il veya ilçe idare kurulu kararıyla bir defaya mahsus olmak üzere değiştirilebilmesi için gerekli düzenleme 2017 yılının Ekim ayında yapıldı. 5490 sayılı Nüfus Hizmetleri Kanunu’nun ad ve soyadı düzeltilmesi başlıklı ek geçici 8. maddesinde yapılan değişiklikle vatandaşlar bir defaya mahsus mahkeme kararına ihtiyaç duymadan ad ve soyadı değişikliği yapabilecekler. Bu durumun Çerkes sülale adlarının soyadı olarak alınabilmesini kapsayıp kapsamayacağı halen belirsizdir.

Yakın dönem dil yasakları ve dildeki asimilasyonun Düzce’de ulaştığı nokta

Sadece tek parti döneminde değil 12 Eylül 1980 darbesi sonrası da askeri rejimin yönetimi altında kabul edilen 1982 Anayasası ve sonrasında çıkarılan bazı kanunlarla dil konusunda esaslı yasaklar getirildi. 1982 Anayasasının 26. maddesinde: Düşüncelerin açıklanmasında ve yayılmasında kanunla yasaklanmış herhangi bir dil kullanılamaz. 28. maddesinde: Kanunla yasaklanmış herhangi bir dilde yayım yapılamaz. 19 Ekim 1983 tarihinde çıkartılan 2932 sayılı sayılı Türkçeden Başka Dillerin Kullanımı Hakkındaki Yasa’nın 2. maddesinde Türk Devleti tarafından tanınmış bulunan devletlerin birinci resmi dilleri dışındaki herhangi bir dille düşüncelerin açıklanması, yayılması ve yayınlanması yasaktır. 3. maddesinde ise Türk Devleti vatandaşlarının anadili Türkçedir denilerek anadil yasakları getirildi. Özellikle Düzce’de 1970’li yıllarla birlikte dilde hızlanan asimilasyon süreci bu yasaklarla beraber daha da genişleyerek devam etti. 2932 sayılı sayılı yasa 1991’de yürürlükten kaldırıldı. Anayasa’nın 26 ve 28. maddeleri ise Ekim 2001’de Anayasa’dan çıkarıldı.

Düzce Kafkas Kültür Derneği Aylık Kültür, Sanat ve Haber Bülteni mektup köşesinde 1991 yılında yayınlanan bir yazı, dil ve kültürde yaşanan asimilasyonun o yıllarda varmış olduğu noktayı bize açıklamaktadır. Okur mektubu şöyledir: “Xabzemiz. Dilimiz Çerkesçeden başlamak istiyorum. Biz gençlerin, üzerinde fazla durmadığı bir konu. Çerkesçeyi öğrenmek için fazla çaba sarfetmiyoruz. Bildiğimiz iki kelime Çerkesçeyi konuşmaktan da utanıyoruz. ‘Güle güle, İyi geceler, Hoşgeldiniz, Nasılsınız?’ vb. sözleri söyleyebiliyoruz. Ama bu böyle olmuyor. Bizim dilimize çav, çüss, gutbay takılmış, başka bir şey söylemiyoruz. Bir akşam grupça dolaştık, ayrılıyorduk. Arkadaşım Çerkesçe iyi geceler dedi. Öteki arkadaş da ‘Aman sen de Çerkesçeyi öldürüyorsun’ diye söyledi. Demek Çerkesçe konuşmak bu arkadaşımıza pek cazip gelmemişti. Ben şahsen böyle sözlerden çekindiğim için konuşmaya çekiniyorum. Çerkesçeyi öldürüyor muyuz bilmem ama konuşmalıyız. Bazı muhabbetlerde tanışma anında gençler kendilerini falan köyden diye Türkçe tanıtıyorlar. Köylerini, sülalelerinin adlarını Çerkesçe söyleyemiyorlar. Ayrıca muhabbete biri geldiği zaman kalkmaya üşeniyorlar. Of, puf diyerek kalkıyorlar. Bu konu hakkında bir olayı anlatayım; kalabalık bir muhabbette oturuyorduk. Kapı açıldı, bir abimiz selam vererek içeri girdi, gözüne bir şey takılmıştı ki söylenmeye başladı. Gençlerden biri gayet rahat oturuyordu. Kalkmamıştı. Söylentiler üzerine kalktı ama iş işten geçmişti. Ardından sıkıldı ki izin istedi ve çıktı gitti. Hem kendi üzüldü hem de bizleri üzdü. Başka bir şey daha söylemek istiyorum. Ben bayanım fakat bayan arkadaşlardan şikayet ettiğim bir konu var. Düğünlere pantolon, pantolon eteklerle geliyorlar, oyuna çağrılınca da pantolon giyiyorum diye bahane ediyorlar. Kimileri de öylece oyuna çıkıyorlar. Hiç de hoş olmuyor. Yok ille de giymek istiyorlarsa düğün, zexeslerde giymesinler. Sonunda adam sen de alemin giydiğinden bana ne diyeceğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Hiç de öyle değil, eğer oyun oynarken pantolon giymek hoş bir şey olsaydı ekiplerimizde bayanların kıyafetinde etek yerine pantolon olurdu. Arkadaşlar xabzemizi unutmayalım, büyüklerimiz öğretmiyor deyip işin içinden çıkamayız. Azmin elinden hiç bir şey kurtulmaz buna inanıyorum.”49 Yukarıdaki yazı çok samimi bir dille 1990’larda gençliğin içinde bulunduğu durumu ifade etmektedir.

1923-1946 tek parti döneminden çok partili hayata geçişte Düzce

Çerkeslerin Osmanlı topraklarına geldikten sonra geçen ilk elli yıl içinde oluşturdukları siyasi bilinç ve örgütsel kapasite bu süreçte önemli ölçüde yara aldı. Siyasi ve toplumsal hayatın yeni baştan inşa edildiği bu dönemde, Çerkeslerin bundan etkilenmemesi düşünülemezdi.50 1923-1946 tek parti döneminde Düzce’deki sosyal, ekonomik ve siyasi yapılanmada ana unsurlar, Millî Mücadelede yararlılık gösteren Anadolu eşrafı, Milli Mücadeleye katılan subaylar ile bürokrasinin üst kademe yöneticileri olmuştur. Düzce ayaklanmalarının Çerkes ve Abazalar üzerinde yarattığı olumsuz tablo yüzünden bu yapılanma içinde Düzce’li Çerkes ve Abazalar kendilerine yer bulamamış; sadece Millî mücadele döneminde Ankara Hükümeti’nin yanında yer alan ve bağlılıklarını gösteren birkaç aile ön plana çıkarak CHP kadrolarında yer almışlardır. Bunun dışında tek parti döneminde CHP Kaza İdare Heyetlerinde Çerkes ve Abazalar yer almamıştır.

1946 yılı CHP Düzce ilçe idare heyetinde içinde birtakım sıkıntıların yaşandığı ve gruplaşmaların olduğu bir yıl oldu. Teşkilattaki sorunların CHP Genel Sekreterliği’ne aksetmesi ile Bursa Milletvekili Doktor Mustafa Talat Sümer Düzce’deki sıkıntıların giderilmesi için görevlendirildi. Mustafa Talat Sümer, Düzce’deki parti içindeki anlaşmazlıklarla ilgili CHP Genel Sekreterliği’ne daha sonra sunduğu raporda şu tespitlere yer verdi: “Düzce kendine göre önemi ve özelliği olan bir yurt parçasıdır. İnkılâp tarihimizde adı sık sık geçen bu ilçemizin halkı çok karışık; Adapazarı’ndaki yurttaşlarımız gibi muhtelif diyardan gelmiş, yerleşmiş anasırdan müteşekkildir. Asırlardan beri bir arada yaşamış olan bu muhtelif anasır arasında siyasî tarihimizin kaydettiği muhtelif hadiselerle son seneleri nereden geldiği bilinmeyen akıl ve mantığın kabul edemeyeceği kadar kötü telkin ve telâkkiler bu muhitin sükûnunu ve âhengini bozmuş ve partimizin halkçı ve milliyetçi telâkkisine kadar birleştirici ve sevindirici de olsa menfî propagandalar bu vatandaşlarımızın gönüllerinde müşterek bir yurttaş sevgisi kazandıramamıştır. Keza, parti bünyesi içinde aynı davanın, aynı müşterek emelin tahakkuku uğrunda birleşmiş olmaları gereken bu muhtelif mizaçtaki arkadaşlarımız Parti mesuliyet mevkilerinin taksiminde ve buna mütenazır olarak da parti adına verilen mahallî iş ve görevlerin tevziinde biraz evvel arz ettiğim sebeplerden ötürü birlik ve beraberlik temin edememişlerdir. Bence, bu anlaşmazlığın zâhirî sebebi ne olursa olsun kökleri çek derin ve gizli ve manaları da çok hazin ve acıdır.”51 Sümer’in raporunun son cümlesini açıklayacak sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasi bir değerlendirmeye Düzce’de her zaman ihtiyaç olmuştur. Düzce Çerkeslerinin siyasi eğilimleri o yıllardan bu yıllara etraflıca incelendiğinde bu konuda gerçekçi çıkarımlar yapılabilir.

1946 yılına gelindiğinde liberalizm ve demokrasi vurgusu yaparak ekonomik politikalarla devletçiliğin aksayan yönlerini ortaya koyan DP, Ocak 1946’da CHP iktidarına alternatif olarak kuruldu. Düzce’deki şehirli Çerkesler 5 Mayıs 1946’da kurulan DP Düzce İlçe Teşkilatı içinde yer aldılar ve teşkilata destek verdiler. CHP müfettişleri ve bazı CHP’li yerel idareciler DP ilçe teşkilatının kurulmaması için büyük çaba sarf edip halka baskı uyguladılar. DP teşkilatının Bolu Vilayeti dâhilinde ilk Düzce’de kurulması ve Düzcelilerin partiye büyük teveccüh göstermeleri üzerine Demokrat Parti’nin Genel Başkanı ve Kurucusu Celal Bayar ve arkadaşları ilk mitinglerinden birisini Düzce’de yaptılar.52

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk çok partili genel seçimi olan 1946 seçimleri açık oy, gizli sayım ve çoğunluk sistemi esasına göre yapıldı ve üzerinde derin bir şaibe bıraktı. Düzce’de Demokrat Parti ilçe müteşebbis kurulunun kurucusu olan Dr. Haydar Seçkin’in anılarında bu durum ayrıntılı olarak dile getirilmiştir.53

Düzce Çerkeslerinin sosyo-kültürel yapısındaki değişim gözlemleri

Günümüzde kültürler tüm farklılıklarına karşın iki ana kültür etrafında odaklandırılır; Doğu ve Batı kültürü. Çerkes kültürüne batılı demek zor olduğu gibi doğulu demekte oldukça zordur. Çerkes kültürünü, Ön Asya’nın Kafkasya bölümünde asırlar boyu oluşmuş özel ve özgün bir kültür olarak tanımlayabiliriz. Çerkes Kültürü tipolojisi ulusal ve köylü bir karakter taşır.54 Çerkes kültürü dünyasının yazarı toplumun bizzat kendisidir. Toplum tek bir birey gibidir, herkes bir birey gibi, birey de herkes gibi düşünür. Geleneklere Çerkesler de ‘Xabze’ Abazalar da ‘Aleyfa – Akabza’ adı verilir. Çerkes ve Abaza kültürünün 150 yıl öncesi toplumsal alışkanlıkları Anadolu’da halen geçerliliğini koruyorsa, bu durum ancak yüzyıllardan beri sahip olunan çok sağlam bir yapı ile açıklanabilir. Çerkesler kendi aralarında konuşmaya başladıklarında hep bir ağızdan ‘yok oluyoruz’, ‘kayboluyoruz’ sözlerinin ardı arkası kesilmez. Varlıklarını değişmezliğin içinde ararlar. Oysa günümüzde her şey hareket halindedir ve değişmek zorundadır. Önemli olan değişmenin niteliği, hızı ve değişen şeylerin tüm yapıya olan etkileri ile bunun ardından bir çözülmenin gelip gelmediği ve bunun bütünü bozucu bir etkisi olup olmadığıdır. Çerkesler bu durumu ilk olarak 1864 sürgününde yaşadılar. Yerleştikleri coğrafyalarda uymak zorunda oldukları, çatışmak zorunda bırakıldıkları bir sosyal yaşam alanıyla yüz yüze kaldılar. Aradan 150 yıl geçti, günümüze baktığımızda ardı arkası gelmeyen o sitem dolu sözlerde bir abartı olduğunu da görebiliriz. Çerkesler elbette değişmek zorundadır; fakat bu çözülmeden ve kültürel kimliğine bağlı olarak sürdürülmelidir. Düzce örneğinde olduğu gibi birden fazla etnik grup bir araya geldiğinde birbirleriyle etkileşimde bulunurlar ve belli basamaklardan geçerek değişim geçirebilirler.

Emekli Öğretim görevlisi Brant Recai Arslan, bilim adamlarının bu konuda ortaya koydukları teorilerin analizinden Çerkeslere uygun düşen aşamalarla ilgili çıkarmış olduğu sıralama şöyledir: “Birinci aşama, ortak yaşamla ilgili ilişkiler ve merak. İkinci aşama, uyumsuzlukların ortaya çıkması. Üçüncü aşama, geçici yerleşimler. Dördüncü aşama, statü kazanma çabası ve izole olma. Beşinci aşama, harekete geçme. Altıncı aşama, benzeşme-kaynaşma-asimilasyon. Yedinci aşama, ikinci, üçüncü neslin zorlukları ve sıra dışı insan tipidir.” Birinci aşama sürgünün ilk dönemine rastlar; bu evrede çevre kültürler Çerkeslerin yerleşimini merakla izlemişler, Çerkesler de yeni geldikleri coğrafyayı her yönüyle gözlemişlerdir. Sosyal ilişkilerin kurulması ile bazı toplumsal uyumsuzluklar ve bazı çatışmalarda yaşanmıştır. Örneğin ilk Çerkes yerleşimleri olan Develibesni ve İstilli köylerinde yaşanan ve arşiv belgelerine de yansıyan arazi anlaşmazlıkları ve yine arşiv belgelerinde görülen, Kayseri Uzunyayla bölgesindeki Avşar-Çerkes çekişmesi buna örnek verilebilir. Üçüncü evrede topluluğun üye sayısı ile ters orantılı olarak baskın grubun içinde erime gerçekleşir. Bu durum için Düzce özelinde belirgin bir örnekleme yapamayız; ama örneğin Adıyaman ili Besni ilçesine bağlı Karnacık köyü buna örnek gösterilebilir. Yörede yaşayan insanlar tarafından ‘Çerkesler’ olarak adlandırılmalarına rağmen bu grubun Çerkes kültürü ile ilgili hiçbir özelliği kalmamıştır. Dördüncü evrede varlıklarını sürdürebilmek yolu olarak izole olma durumuna geçmişler ve bulundukları yöredeki konumlarına göre değişen sürelerde kapalı toplum niteliği sergilemişlerdir. Bunun yanı sıra statü kazanmak için de her yolu denemişlerdir. Beşinci aşamada, yaşanılan dönemin elverdiği ölçüde sosyal, kültürel ve siyasi faaliyetlerde bulunarak hemşeri grupları oluşturma ve dernekleşme yoluna gitmişlerdir. Altıncı aşamada istem dışı ve bazen de isteyerek benzeşmeye ve kaynaşmaya başlamışlardır. Buna en belirgin örnek karma evliliklerdir. Çerkesler yaşadıkları dönemlerin siyasi politikaları gereği sosyal ve kültürel olarak ta asimilasyon sürecine girmişlerdir. Yedinci aşamada bireylerin bir kısmı Çerkes kültüründen kopmuş; ancak hâkim grubu da benimsemeyen, belirsiz ve kültürel karmaşa içinde olan bir kişilik yapısı ortaya çıkmıştır.55

1950’li yıllarda, tarımsal aletlerin kullanımındaki yaygınlaşma, insan unsuruna olan ihtiyacın bir nebze azalması ve okul yaşamını kasaba ve şehirlerde devam ettirenlerin artması ile şehirlere doğru bir hareket başlamıştır. Bundan Çerkeslerde nasibini almış ve milli kimliğin korunmasına yönelik tehdit doğal olarak bir kademe daha artmıştır. O yıllarda şehirlerde kültür kurumları ve dernekleşme faaliyetleri de bulunmamaktaydı. Köylerdeki geleneksel Çerkes aile yaşamı ve dilin korunması özellikle 1970’li yıllarda artan şehirleşme ile birlikte yavaş yavaş yara almaya başladı. O yıllarda köylerde anadilde konuşma oranı yüzde doksanlar seviyesindeydi. Türkçe sadece şehre inildiğinde ve gerek duyulduğunda konuşulmaktaydı. Kültürleşme ve asimilasyon sürecinin kaçınılmaz etkileri köylerde çok az hissediliyordu. 1930’lu yıllarda Düzce ovasındaki Çerkes köylerine gelen satıcılar köydekilerle iletişimi ilkokulda okuyan ve Türkçe öğrenebilmiş çocuklar vasıtasıyla sağlıyorlardı. Düzce Çerkes köylerindeki kapalı yaşam genel olarak 1970’li yıllara kadar devam etti. Ovadaki birçok Çerkes Köyü’nün yaşam alanlarında, tarlaların ekimi ve hasat edilmesi ile diğer faaliyetlerde bulunmak üzere özellikle Karadeniz bölgesinden gelenler mesken tuttu. Zamanla köyler, bu ve buna benzer sebeplerle göç aldı. Bugün Düzce ovasındaki Çerkes köylerin büyük çoğunluğu Çerkes köyü olma hüviyetini kaybetmiştir.

1974 yılında yayınlanan Kafkasya Kültürel Dergisi’nin 43. sayısında Adığe Halkı ve Sorunları adlı makalenin bir bölümünde Çerkeslerin dil ve kültürlerine yabancılaştırılması ile ilgili değerlendirmede Düzce örneğinden yola çıkılarak şu tespitlere yer verilmiştir: “Düzce’de 2. Meşrutiyet Devrimi (1908 – 1919) döneminde Adığe dilinde öğrenim ve kültür çalışmaları da sürdürülmüştü. Kurtuluş savaşı başlangıcında bazı Adığe aydınların burada bulaştıkları politik olaylar, okumuşlarının düşük olan kültür düzeyi ve egemen durumdakilerin onlara arka çıkan tutumları nedeniyle kötü bir Adığe imajı yaratılmış, korku ve aşağılık duyguları yaygınlaştırılmıştır. Uzunca bir zaman kesiti (1920 – 1940) içerisinde gelişme göstermeyen, ama baskılı bir tükeniş dönemine bırakılan Adığe kültürü sönmeye yüz tutmuştur. Önce şarkılar söylenmez olmuş (1940 – 1945), ardından da masallar kaybolmuştur (1950 – 1955)…”56 Makalede 1970’li yılların başlarında Çerkes köylerinde çocukların anadilleri ile konuşmayı bıraktıkları ve bozulmuş şekli ile Çerkes kültürünün bazı kalıntılarının ayakta kaldığı ifade edilerek, bu durumun Çerkes kültürünün geliştirilmesi yönünde hiçbir çaba olmamasından, hemen her şeyin aleyhte gelişmesinden kaynaklandığı ileri sürülmektedir. Yine Kafkasya Kültürel dergisinin Aralık 1973 sayısında yayınlanan ‘Elli Yılın Işığında Göçmen Kafkas Toplulukları’ adlı araştırma yazısında dağınık Kafkaslı topluluklarının yüzyılı aşkın süre ayakta kalabilmeleri, köylü ve küçük tarım mülkiyetli olmalarına bağlanarak şu değerlendirme yapılmıştır: “Kafkaslı Topluluklar her on yılda bir belirgin olarak saptanabilecek önemli kayıplara uğramışlardır. Kabaca 1930’larda Adığece canlı idi. Vubıhca çocuklarca konuşulmuyordu. Erkek ve kadınlar arasında şarkılar Adığece ve Vubıhca söyleniyordu. Bu diller topluluk içi hitabet ve vaaz dili idiler. 1940’larda Vubıhca toplulukça konuşulan dil olmaktan çıktı, yaşlılar arasında ara sıra konuşulur duruma düştü. 1940’larda yaşlılar dışında Adığece şarkılar yok oldu. 1950’lerde Adığece mevlid ve masal anlatımı azaldı. 1960’larda masallar anlatılmaz, gelenekler tam uygulanmaz oldu. 1970’lerde Adığe dili can çekişmeye ve çoğu Kafkas gelenekleri yok olup yerine yozlaşmış batı değerleri geçmeye başladı. Örneğin Adığece konuşulan tüm Düzce köylerinde 1972 yılında ilkokula giden ve onun altında bir yaşta olan çocuklar, sanki sözleşmişler gibi, hep birden Adığeceyi bıraktılar. O zamana değin Adığece konuşan bu çocuklar şimdi katiyen Adığece konuşmamaktadırlar. Artık Düzce’de 8-10 yaşın üstündekiler Adığece konuşmaktadırlar. Daha küçükleri Adığece bilmelerine rağmen adeta inatla Adığece konuşmamakta, ana ve babalar da onlara uymuş bulunmaktadırlar. Düzce’de Adığe dilinin kökü böylece kesilmiş olmaktadır. Mazisi elli yıla dayanan ırkçı baskıların korkuttuğu topluluklar halen bu şokun etkisinden kurtulamamışlardır…” 57 (Devam edecek)


49 Işık Baykurt, Mektup Köşesi: Xabzemiz”, Düzce Kafkas Kültür Derneği Aylık Kültür, Sanat, Haber Bülteni, Mayıs-Haziran 1991, Sayı 7-8, s. 10.

50 Zeynel Abidin Besleney, Türkiye’de Çerkes Diasporasının Siyasi Tarihi, Çeviren: Evren Demirci, İstanbul Eylül 2016, s. 111, 149. – 1970 yılında çıkan Kamçı dergisi 1923 ile 1950 yılları arasında geçen süreci Çerkesler açısından şöyle değerlendirmiştir: “1923’e kadar devam eden bu tatlı, eşsiz ve huzur dolu günlerden sonra Türkiye’de yer alan ve 27 yıl süren baskı ve istibdat onları yıldırmış, İstanbul’daki tek özel Çerkes okulu kapatılmış, öğretmenler takibe uğratılmış, sorguya çekilmiş, Çerkesce yazılan kitaplar toplanmış, evlerde bulunanlar imha edilmiş ya da kuyuya atılmış, kişilerin buluşmaları, milli dille konuşmaları yasaklanmış, soyadı kanunu ile herkes Türkçe soyadı almaya zorlanmış… 1923 yılında Balıkesir ve Bursa’da imha, Gönen ve Manyas ile Bandırma’da tehcirler onları insanlıktan uzaklaştırmış, hatta insanlığa lanet ettirmişti… Birbirini yolda görenler selamlaşmamak için başka yollara sapmak zorunda kalmışlar, Çerkesçe konuşanlar hakarete uğramışlar, karakollara götürülüp dayakta yemişlerdi (Güsar, 1970)”.

51 Fatih Özçelik, “Cumhuriyet Döneminde Düzce (1946-1960)”, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türk Tarihi Anabilim Dalı Cumhuriyet Tarihi Bilim Dalı Doktora Tezi, İstanbul 2013, s. 172, 173.

52 Fatih Özçelik, a.g.t, s. 162.

53 Haydar Seçkin, 1946 Seçimleri ve Yakın Demokrasi Tarihimiz, İstanbul 1990, s. 42, 43, 44.

54 Hayri Ersoy, Aysun Kamacı, Çerkes Tarihi, Tümzamanlar Yayıncılık, İstanbul 1992, s. 130.

55 Emekli Öğretim Görevlisi Brant Recai Arslan’ın Mayıs 2007’de Düzce Kuzey Kafkas Kültür Derneği Eğitim Komisyonunun düzenlediği “Modernleşmenin Çerkes Toplumu Üzerindeki Etkisi” konulu konferansta sunmuş olduğu bildiri notlarından özetlenmiştir.

56 Kafkasya Kültürel Dergi, “Adığe Halkı ve Sorunları”, Ocak-Şubat-Mart 1974, Sayı 43, s. 17, 18.

57 İ. Baj, “Elli Yılın Işığında Göçmen Kafkas Toplulukları”, Kafkasya Kültürel Dergi, Aralık 1973, Sayı:39-42, s. 19.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz