Direnişin inşa ettiği bir kimliklenme

0
1290

İçimizi dağlayan bir sıcakta, 2 Temmuz günü, Eren Keskin’le ofisinde buluştuk.

Eren Keskin, kimlik inşasının çetrefilli boyutlarından Türkiye siyasal tarihinin netameli başlıklarına uzanan pek çok konuda görüşlerini paylaştı.

 


 

-Önce kendi çalışma alanımla da ilgili bir soru sormak istiyorum. Öğrendiğim kadarıyla sizin bir tarafınız Çerkes, bir tarafınız Kürt. Hangi etnisiteyi seçeceğiniz nasıl belirlendi bu süreçte?

Güzel bir soru gerçekten. Öyle bir coğrafyada yaşıyoruz, öyle bir resmi ideoloji öğretilmiş ki çok zengin bir coğrafya olmasına rağmen tüm etnik ve inanç kimlikleri ya yok sayılmış ya yok edilmiş. Bir soykırım coğrafyası burası; 1915, 1938, bir dolu korku yaratılmış, insanların her şeylerine çökülmüş, yok edilmişler fiziki olarak, anılarına, mallarına el konulmuş ve hakikaten müthiş bir asimilasyon yaşanmış.

Ben de böyle asimile edilmiş bir ailedenim, aslında anne tarafımdan Çerkesim; annemin anneannesine kadar asimile edilmemişlerdi. Annemin anneannesi bize hep “Biz Türk değiliz Çerkesiz; biz Çerkesiz” derdi. Bu çocukken bile çok ilgimi çekerdi. Sonra 13 yaşımdayken, babamın akrabalarıyla Kilyos’a denize gittik. Kilyos’un denizi yürürsünüz yürürsünüz derinleşmez, sonra birden derinleşir. Babamın halasının oğlu, o da herhalde 19 yaşlarında solcu bir genç o dönem; birlikte yürüdük yürüdük, “Gel, sana önemli bir şey söyleyeceğim” dedi. Epey bir yürüdükten sonra “Bak” dedi, “sen çok akıllı bir kızsın, diğerleriyle konuşmak istemedim bunu ama şunu hiç unutma; biz Kürdüz”. O kadar şaşırdım ki! Kürt olmak nasıl bir şey? Biz acayip bir şey miyiz? Dedim ki: “Ne demek bu?” “Zamanı gelince anlayacaksın, sadece bunu hiç unutma” dedi. Bu hep kafamın bir yerinde kaldı ama çok da büyütmedim.

16 yaşında lisedeyken solcu olduk; kardeşim de ben de. Bir grubun içine girdik. Orada mitinglere gidiyoruz, eylemler oluyor, dövüşler oluyor. Ülkücülerin çok yoğun olduğu bir liseydi bizimki. Mitinglere gitmeye başladığımızda ‘Kürdara azadi’ diye sloganlar atılmaya başladı. Bir Hayati Abimiz vardı, Kürt’tü o da. “Abi, Kürdara azadi ne demek, biz niye bu sloganı atıyoruz?” diye ona sordum. Anlatmaya başladı “Kürtler çok ezildiler” diye. Ona “Biz de Kürtmüşüz” diye söyledim. Kitaplar verdi bana, hangi kitaplar olduğunu hatırlamıyorum ama o kadar mutluydum ki artık kendimi özel bir insan olarak hissediyordum. Kürtler özel insanlar, mücadele ediyorlardı çünkü, herkes onlar için slogan atıyordu. Ben öyle Kürt olmayı seçtim.

Dedem hukukçu; uzun yıllar valilik, vali muavinliği yapmış, babam da asimile, Kemalist bir adamdı. Bunu babama söylediğimde şöyle derdi: “Kızım bu konuları başka yerde konuşmayın, tehlikeli konular, sakın dedenizin yanında açmayın bu konuları, kapatın.” Korktuğunu anladığım için konuşmadım onlarla fazla. Ama sonra tabii insan hakları mücadelesi içine girdim 1989 yılında.

1990’da çok ağır bir süreç başladı. Biz sürekli Kürdistan’daki hak ihlallerini izlemeye gidiyorduk ve çok yalnızdık. Sadece İHD’liler ve birkaç aydın, sanatçı vardı. Onlarla her olaya gidiyorduk. Babam bana hiç gitme demedi. Hep destekledi. Ama bir şey de konuşmadı, hiç! Ben de ona hâlâ sormuyordum bir şey. 1997’de cezaevine girmiştim, o zaman da hep destekledi, hiç eleştiri almadım ailemden. Ne zaman ki “Bu Kalp Seni Unutur mu?” isimli bir dizide Diyarbakır Cezaevi anlatıldı, babam bana “Kızım gerçekten bunlar olmuş mu?” diye sordu. “Babacım, biz anlattığımızda inanmıyorsunuz da dizi mi yapılması gerekiyor?” Sonra işte bu kimlik, kütük işleri çıktı ya, araştırıyorsunuz kimliğinizi. Gerçekten Keskin’e gitmişler. Keskin’e çok yoğun Kürt göçü olmuş Sivas’tan, onları buldum. Zaten eminim ama bir dayanak arıyorsunuz ya… İşte ben öyle seçtim.

 

“Anne tarafımda kadınlar hep baskın karakterlerdi”

 

Çerkes kimliği bana o kadar yakın gelmedi ama Kürt kimliği… Belki de şöyledir: Bu kadar kimlik yok edilmiş ancak bir tek mücadele eden Kürtleri gördüğüm için… Ama iki kimliğimden de hep mutlu olmuşumdur. Mesela anne tarafım kadın baskın bir aileydi, kadınlar hep baskın karakterlerdi. O ailenin de o yönünü çok seviyordum. Özgürlük annemin ailesinin tarafındaydı. Ama o Kürt kimliği, o mücadeleciliği beni etkiledi. Kendi kendine Kürtleştim ben böyle.

 

-Kimliklerle ilgili devam etmek istiyorum. Kimlikle ilgili yaptığım söyleşilerde en çok ilgimi çeken şu olmuştur: İnsanlar genellikle ailelerindeki “tehlikeli” kimliği başka kimliklerle örtme eğiliminde olurlar; sizdeki tam tersi örnek. Bu korku eşiğinin aşılması sürecini de merak ediyorum özel olarak etnik kimliklerin kabullenilmesinde ya da sahiplenilmesinde?

Benimki aslında o sosyalist kimlikle başlayan süreçte Kürtlerle tanışmam, ondan sonra da insan hakları mücadelesinde Kürtlerin yaşadığı büyük baskıları görerek onların yanında yer alma isteğim olarak şekillendi sanırım.

 

“Hiçbir kimliğin bu coğrafyada kendini özgürce var edemediğini biliyorum”

 

-Mücadele boyutu sizi daha da tetikledi gibi anlayabilir miyiz?

Benim hayatımı değiştirdi Kürt olduğumu öğrenmem. Belki öğrenmeseydim bambaşka biri olarak yaşayacaktım; iyi ki söylemiş babamın halasının oğlu; inanılmaz bir şey yani.

 

-Tam tersi olsaydı peki, Çerkeslik ezilen, baskılanan ama bir yandan bir mücadele sürdüren fakat Kürtlük ülkenin kurumsal kimliğiyle daha örtüşen bir kimlik olsaydı tercihiniz değişir miydi?

Değişirdi. Ben hiçbir kimliğin bu coğrafyada kendini özgürce var edemediğini biliyorum. Dedim ya, annemin anneannesinin bize “Biz Türk değiliz” demesi büyük bir şey. Demek ki kadın bunun acısını yaşamış. Acısını yaşadığı için bir kızgınlığı var ve kendisi Kemalist değildi mesela. Neler yaşadı acaba? O yaşlarda sormak aklımdan geçmedi ama çok isterdim neler yaşadığını öğrenmek. Daha Osmanlıcıydı. Tabii ki bunları sonradan düşünmeye başladım ben de. Hiçbir kimlik kendini yaşayamadı ki bu coğrafyada. Ne kadar Türkleşirsen o kadar makbulsün. Çerkesleri seviyorlar ama Türk olarak görüyorlar.

 

-Ailenizin Çerkesliğe dair hikâyesini, sürgün deneyimlerini biliyor musunuz?

-Çerkesiztan’dan gelmiş bir aile. Hep şunu söyledi özellikle kadınlar: “Biz saraylarda büyüdük.” Hep onu anlatırlardı, saraylarda yaşadıklarını. Ama onun dışında inanın fazla bir şey bilmiyorum. Konuşulmamış. Belki annemin anneannesine kadar konuştular kendi aralarında. Döneminin ilk okuyan kadınlarındandı, kimya mühendisiydi anneannem ve çok Kemalist bir kadındı. Türkleşmişler sonra. Annesi “Biz Çerkesiz, Türk değiliz” diyebilen kadının kızı sonra Kemalist bir kadın, ilerici kendi çapında, eylemci. Anneannemi evde hep bir Cumhuriyet gazetesi ile hatırlarım, Cumhuriyet gazetesi okurdu. Her şeyi bilirdi, Kürt meselesinde de sorardı “Neden Kemal Burkay silahlı mücadeleyi istemiyor da Abdullah Öcalan ille silahlı mücadele diyor” diye. Çok akıllı bir kadındı. Her konuyu konuşabilirdiniz.

 

-Sürgün hikâyeleri? Soyları sopları, sülale isimleri?

-Hiç bilgi yok. Sonra merak ettik, nüfus kayıtlarına baktık, kaynak “Çerkesiztan” yazıyor. Annemi çok yakın zamanda kaybettim, annemlerin çok yakını Musaffa Teyze ile annem kardeş çocukları. Yüz yaşında ve hayatta. Onunla bu sene yazın konuşacağım, biraz soracağım, araştıracağım.

 

“İnsanların öldürülüşüne, göğüsleri kesilmiş kadınların yerlerde köyün ortasında dolaştırılmasına, kafası kesilen insanlara tanık oldum”

 

-Peki, Türkiye’de insan hakları mücadelesinin satır başlarında sizi en fazla etkileyen dönemeçler hangileri oldu hem kimliğinizin oluşmasında hem de mücadelenin yoğunlaşma sürecinde?

İnsan hakları mücadelesi içerisinde yer alan hemen herkes gibi sol gelenekten gelmiş bir insanım ama şunu genç yaşta fark ettim ve bunun için mutluyum aslında, bunu söylediğim zaman bazen solcular kızıyorlar ama bu coğrafyada İttihatçılık o kadar kuvvetli bir ideoloji ki herkes egemenine benziyor. Aslında muhalif örgütler de devlete benzer yapılar kurmuşlar. Bunu anlamaya başladığım anda hep başka bir mücadele olmalı diye düşündüm, insan hakları mücadelesi bundandır çok uygun geldi bana, çünkü birey olarak var oluyorsunuz, bir ast-üst ilişkisi olmuyor.

İçinde yer aldığım siyasi yapıda da şunu gözlemliyordum, hep erkek egemenliği var. 1997’de cezaevine girdim yazdığım bir yazı nedeniyle ve Kürt kadınlarla kaldım ama sol yapılarla da görüşüyordum, koğuşlarına gidiyordum. Gördüm ki idam cezası orada da var, karşı koğuşta gözümün önünde bir kadın şişlenerek öldürüldü ve etrafında halay çekti bir sol örgüt. O zaman biz ne için mücadele ediyoruz? Karşı olduğumuz şeyin aynısı yapılıyor orada da. Ben insan hakları mücadelesinin o tarafını sevdim. Taraf, evet; ezilen ulustan, ezilen cinsten, ezilen sınıftan taraf ama objektif. Aynı tarafta olduklarımın da hatalarını gördüğümde bana bunu söyleyebileceğim bir alan yarattığı için insan hakları mücadelesini seçtim.

Tabii ki benim için en büyük dönüm noktası 1990’larda Kürt hareketinin yükselişi ve orada gördüğümüz şeyler; birçoğu sözcükle anlatılacak şeyler değil, o kadar büyük acılara tanıklık ettik ki. Hani diyorsunuz ya cesaret… Şöyle hissediyorsunuz; ben artık vazgeçemem anlatmaktan peşinde koştuğumu. Öyle şeyler gördüm ki… İnsanların öldürülüşüne, göğüsleri kesilmiş kadınların yerlerde köyün ortasında dolaştırılmasına, kafası kesilen insanlara tanık oldum; gözümüzün önünde köy yakıldı, insanların kaçışlarını, her şeyi o kadar gözümle gördüm ve her şey o kadar cezasız kaldı ki o zaman siz ömrünüzü ister istemez bunları anlatmaya adıyorsunuz; başka bir seçeneğiniz yok.

 

-Bu anlattıklarınıza tanıklık edenlerin daha çok sinmesi beklenmez mi? Hatta zaten bütün bu anlattıklarınız insanlar daha da sinsin diye öne çıkarılmaz mı?

-Tabii ama sinmeyenler de hâlâ devam ettiriyor. Bu mücadele devam ediyorsa sinmeyenler sayesinde. Yoksa arkadaşlarım arasında da çok bırakan oldu; bırakan derken gönlü hâlâ bizimle ama bana diyor ki: “Kızım rahat yaşa artık, yıllarını verdin, tamam artık sen görevini yaptın.” Ama yapamıyorum; bir-iki günden fazla tatil yapamam ben. Biz tatile gideriz, ofis arkadaşım Leman (Yurtsever) ile, mücadelede beraberiz ya, deniz kenarında oturup basın açıklaması yazarız. Kendimiz de gülüyoruz. Bir olay oluyor, hemen “Basın açıklaması yazıp derneğe gönderelim” diyoruz. Ben seviyorum bu hayatı. Bu benim hayat biçimim.

 

-Yine de o sinememe eşiği bana çok büyülü ve gizemli geliyor. Kitlelerin özgürleşmesi anlamında da çok gizemli geliyor. O eşik nedir? Nasıl oluyor da bazıları sinerken bazıları devam edebiliyor?

Belki ölülerimize karşı borcumuz diye tanımlıyorum; bilmiyorum ki.

 

-Hiç yeter dediğiniz bir nokta oldu mu?

Hiç olmadı, inanın hiç olmadı. Yarın gelip beni cezaevine koyabilirler. Bilmiyorum yani ne zaman, keyiflerine göre karar verdikleri için. Hiç mesela yurtdışına gitmeyi de düşünmedim. Rahatsız etmeyi seviyorum. Biliyorum, ben cezaevine girersem rahatsız olacaklar. Uluslararası kampanyalar var. Biz 95’te girdiğimizde o dönem Terörle Mücadele Yasası’nın 8. maddesi vardı, meşhur “Bölücülükbaşlığı altında, yani Kürt, Kürdistan dediğiniz anda ceza alıyordunuz, o zaman da çok insan ceza aldı ve yurtdışına gittiler. Tabii ki onlar bizden büyük ama Fikret Başkaya, Haluk Gerger, İsmail Beşikçi zaten her dönemin mağduru, biz gitmeyenlerdik.

Cezaevinde olduğumuz için kampanyalar yapıldı ve sonunda Türkiye 8. maddeyi kaldırmak zorunda bırakıldı. Ha, sonra yerine daha kötü maddeler de geldi ama madde değiştiği için bizi çıkarmak zorunda kaldılar. Türkiye’nin terör tanımı son derece sağlıksız. Siz Kürdistan’da bir gerillaya işkence yapıldı dediğiniz anda terörist oluyorsunuz, terör propagandası sayılıyor bu; halbuki bunu insani olarak söylüyorsunuz. Bu terör propagandası sayılamaz, dünyada başka hiçbir devlet bunu terör propagandası olarak kabul etmiyor. Terör tanımının değişmesi gerekiyor; onun için de bir bedel ödemek zorunda kalıyorsunuz. Elbette hele de bu yaştan sonra cezaevine girmek istemem; korkuyorum, tedirgin oluyorum. Eskiden en çok annemi düşünürdüm; şimdi kedilerim ne yapar, kiram nasıl ödenir diyorum. Ama hiç gitmeyi düşünmüyorum; eminim çünkü haksızlar. Değiştirmek zorunda kalacaklar o tanımı. Bir de şu var: Kendi konuşmalarımdan, yazılarımdan da yargılanıyorum ama şu anda aldığım cezaların hemen hepsi Özgür Gündem’in genel yayın yönetmeni gözüktüğüm için. Sadece gözüktüm, yapmadım! Adım orada yazılı olduğu için! Başkalarının yazdığı yazılardan ben silahlı örgüt üyesi sayıldım, PKK üyesi olarak bana ceza verdiler 6 yıl 9 ay. Ömrümde ilk defa! 30 yıldır insan hakları mücadelesi içindeyim; hep cezalandırıldık ama propagandadan ya da bölücülükten. Bugüne dek hiç örgüt üyesi sayılmadım. Savcı, mütalaasında benim için şunu yazabildi; “örgütün kalem silahşoru”. Böyle bir tanımı ben 90’larda bile duymadım.

 

“Yargı her zaman bağımlıydı ama bağımlılık derecesi bu raddede değildi”

 

-Tam onu soracaktım, 90’larla bugünü karşılaştırmanızı isteyecektim.

-Devlet aklı aynı. Hiçbir değişiklik yok. AKP ilk iktidara geldiğinde daha Avrupa Birlikçi bir çizgi izledi, “Beyaz Toroslar dönemi bitti” dedi, Erdoğan kayıp yakınlarıyla, Cumartesi Anneleri’yle görüştü, barış süreci yapıldı vesaire. Her şey tersine döndü. Zaten 15 Temmuz’dan sonra yapılan mitinglerde Tansu Çiller’i, Mehmet Ağar’ı AKP’nin yanında gördüğümde anlamıştım; yani biz hepimiz konuştuk; “Geliyor, 90’lar geliyor”.

90’ların tüm aktörleri işbaşında. Devlet aklı aynı çalışıyor. Şu fark var: Mesela 90’larda, ya da AKP gerçek anlamda iktidar olana kadar diyeyim, belli bir döneme kadar gerçek iktidar bile değildi, kapatma davaları bile açılıyordu kendilerine, 90’larda hep bir hükümet vardı. Yine de hep bilirdik ki hükümetin üstünde bir militarist derin yapı var ve esas sözü onlar söylüyor; o derin devlet söylüyor.

Hükümetlerin birçok şeyden haberi bile olmazdı. Biz şaşırırdık bazen bir bakanla konuştuğumuzda; “Benim de haberim yok” diyen bakanlar oluyordu. Ama AKP döneminde tabanı güçlü bir siyasi parti o derin yapıyla uzlaşmaya gitti.

Çok daha acayip bir güç ortaya çıktı. Silahlandılar. Derin devletin dışında bir başka yapı daha çıktı ortaya. Bugün işte Sedat Peker’in anlattıklarıyla net bir şekilde ortaya çıkıyor. Şöyle de bir fark vardı: 90’larda daha çok fiziksel saldırılar yapıyorlardı. Öldürüyorlardı, kaybediyorlardı gözaltında, köy yakıyorlardı. Şimdi sosyal medya diye bir şey var, bilgi çok çabuk yayılıyor. O zamanlar küçücük bir haber olsun diye çırpınırdık. Cumhuriyet gazetesi küçücük bir haber yapardı, biz nasıl sevinirdik Cumhuriyet’te haber olmuş diye. Fakat o zamanlar ifade özgürlüğü anlamında daha özgürdük. Dava açılırdı, gider savcıya ifadenizi verirdiniz; radikal radikal ifade verirdik. Dava açılır, yargılanırsınız, Yargıtay’a gider, kesinleşir, ancak öyle cezaevine girerdiniz. Yargı çeşitli merkezlere bağlıydı. Çok büyük bir bölümüyle militarizme bağlıydı ancak yine de konuşabileceğiniz savcılar vardı. Şimdi tek bir merkeze bağımlı. Çok korkuyorlar. Ben mesela savcılara ve hâkimlere acıyorum. O kadar korkuyorlar ki! 90’larda böyle değildi. Yargı her zaman bağımlıydı ama bağımlılık derecesi bu raddede değildi.

 

“Gerçek muhalefet yüzde 15 bu coğrafyada”

 

-Peki, toplumsal muhalefet anlamında o farkı nasıl değerlendirirsiniz? 90’lardaki muhalefet ve bugünkü muhalefet… 90’larda ne olursa olsun bir sendikal hareketlilik vardı, Kürt hareketinde bir duruş vardı.

-İşte o da yargının bağımlılığıyla ilgili. Çünkü korkuyor insanlar. Çok çabuk tutuklanıyorlar. KHK’lar yoktu mesela, 90’larda kimse işinden atılmazdı KHK ile. KHK diye bir şey çıkardılar. Bence gözaltına alınmaktan, işkence görmekten çok, işten atılmaktan korkuyor insanlar. Çünkü öbüründe sen yaşıyorsun ama bunda bütün ailen zarar görüyor. Çocukları var insanların. Aç bırakıldılar. Bizim bir dolu doktor ya da benzer mesleklerden arkadaşlarımız ya meyhane açtılar ya lokantada aşçılık yapıyorlar; herkes kendi mesleği dışında başka bir şey yapıyor aç kalmamak için. Bu, insanları korkuttu; özellikle de 15 Temmuz’dan sonra…

Bir de şunu eklemeli: İktidar ile muhalefetin aynı kaynaktan beslendiğini düşünüyorum: Aynı İttihatçı zihniyetten, sağcısıyla solcusuyla! Tabii ki istisnalar var, gerçek muhalefet yüzde 15 bu coğrafyada. CHP de muhalif. Gerçi artık CHP’nin içinde bile bir gençlik hareketi var her şeyi sorgulamaya başlayan. Bana bir tek umutlu bunlar geliyor. Bir kadın hareketi var ki kendisinden hiç hazzetmediğim Meral Akşener’e bile “İstanbul Sözleşmesi bizimdir” diye maske taktırıyor. Benim şu anda bu coğrafyada en güvendiğim hareket kadın hareketi, LGBTİ hareketi. Kürtler zaten her zaman mücadele…

Sizin gazeteniz Jıneps örneğin, yıllardır bir kimliği var etmeye, ayakta tutmaya çalışıyor. Böyle adımlar var. Ama bir araya gelmek zor. Bence sosyal medya bizler için büyük şans. Ben öyle düşünüyorum en azından. Tabii ki zararlı yanları var; ancak sermaye nasıl küreselleşiyorsa bana göre insan hakları da sosyal medya sayesinde küreselleşiyor.

Her şeyi duyurabiliyoruz, herkesin anında haberleri oluyor her şeyden. Neticede yeri geliyor, geri adım atmak zorunda kalıyorlar. Çok kötü durumdayız ama mesela 1 Temmuz’da kadınlar yürüdüler, engelleyemediler kadınları. Bu nedenle dayatılan erkek egemen militer resmi ideolojiyi yıkmaya başlayan hareketler bence umut yaratıyor.

 

-Umutlusunuz o zaman…

Ben her zaman umutluyum. Çünkü umuttan başka çaremiz yok. Umudu diri tutmaya çalışırım. Biat etmemenin insana kişisel bir konfor sağladığına inanıyorum. O hakikaten bir güç veriyor. Çok insan var böyle davranabilen ve onlar aslında bütün topluma umut vermeye devam ediyorlar.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz