81 yıl önce 22 Şubat 1944’te Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği Başkanı Josef Stalin liderliğinde görev yapan İçişleri Halk Komiseri Lavrenti Beriya, Çeçen ve İnguşların Kazakistan ve Orta Asya’ya sürülmelerini emretti.
23 Şubat 1944’te “Panter” parolasıyla başlatılan Lentil Operasyonu sürecinde yaklaşık 500 bin Çeçen ve İnguş anavatanlarını terk etmek zorunda kaldı.
Nazilerle işbirliği yapmakla suçlanarak “halk düşmanı” ilan edilen Çeçen ve İnguşlara reva görülen bu sürgün sadece bir cezalandırma değildi. Çarlık döneminde başlayan, halkları yok edip ulusal kimliklerini tarihten silme saplantısı şimdi de bir diktatör tarafından devam ettiriliyordu.
1 ay içinde topraklarından koparılan, trenlere tıkılan Çeçen ve İnguşlar, sürgün yolculuğu sürecinde ve sonrasında soğuk, açlık ve salgın hastalıklar nedeniyle nüfuslarının dörtte birini yitirdi.
Sürgün tanıklarının çeşitli kaynaklarda yayımlanan anıları, yaşanan travmaları ve zulmü gözlerimizin önüne seriyor.
27 Şubat 1944 Haybah Katliamı
Çeçenlerin “Aardakh” olarak adlandırdıkları “Çeçen-İnguş Sürgünü” sırasında Sovyet birliklerinin Çeçen köyü Haybah’ta işledikleri insanlık suçu, sürgün sürecinin en trajik sembollerindendir. 23 Şubat sabahı, Haybah ve civar köylerden getirilen insanlar köy meydanında bir araya toplanmıştı. Yoğun kar vardı ve bu dağ köyünden istasyona gitmek oldukça zordu.
27 Şubat’ta birlik komutanı bu insanlardan kurtulmaya karar verdi. Çeçen-İnguş Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Halk Komiserleri Konseyi’nin eski üyelerinden Dziaudin Malsagov da Haybah’ta yaşananların tanığıydı.
Köy meydanında bir araya getirilen insanların çoğunluğunu yaşlılar, kadınlar ve çocuklar oluşturuyordu. 705 kişi bir ahıra sokuldu ve kapısı kilitlendi.
Mikhail Gvishiani’nin emriyle ahır ateşe verildi. Bir şekilde kaçmaya çalışanlar ateş edilerek öldürüldü. Malsagov ve Gromov adındaki bir subay yapılanlara karşı çıktı ama işe yaramadı. Gvishiani’nin cevabı netti: “Bu insanları istasyonlara götüremiyoruz, o yüzden yok etmeliyiz. Bu emir İvan Serov ve Lavrenti Beria’dan geldi.” Haybah’ta gerçekleştirilen bu katliamın failleri daha sonra rütbelerle ödüllendirildi.
Malsagov bu olay hakkında Stalin’e mektup yazdı ve Kazakistan’daki bir toplantıda Nikita Kruşçev’e bizzat bilgi verdi. Kitlesel katliamın araştırılması için Kruşçev döneminde girişimde bulunuldu. Araştırma için Haybah’a giden V. Tikunov ve G. Dorofoyev’in 31 Ekim 1956’da yayımladığı raporda “Haybah’ta yaşananlarla ilgili iddiaların akla yatkın olduğu” belirtilmesine rağmen bir dava açılmadı.
Sovyetler Birliği’nin son dönemlerinde Urus-Martan Savcılığı bir dava açtı. Haybah’ta yaşananlarla ilgili tüm deliller ve tanık ifadeleri bir araya getirildi ama yine sonuç alınamadı.
-Stalin’in ardından Sovyetler Birliği’nin başına geçen Nikita Kruşçev, 1956 yılında “Bireylerin veya bir grup insanın yaptığı hareketlerden sorumlu tutularak kadın, çocuk, yaşlı ayrımı yapılmaksızın tüm milletin toplu sürgünle cezalandırılmasını aklı başında bir insanın anlaması zordur” diyerek sürgüne gönderilenlerin haklarını iade etti ve ülkelerine dönmelerine izin verdi.
-Sürgünün üzerinden 60 yıl geçtikten sonra, Avrupa Parlamentosu 26 Şubat 2004’te Çeçen ve İnguş halklarının sürgününü “soykırım” olarak tanıdı.
-Ukrayna Parlamentosu 18 Ekim 2022’de yayımladığı kararnamede Çeçen-İnguş Sürgünü’nü “soykırım” diye niteledi.
Zolotkhan Sampieva Murzabekova (1940 doğumlu)
“Annem, çocuklarını bir araya topladı ve yüksek sesle ağlayarak odadan dışarı çıkarmaya başladı. Aniden durdu… Ölmüş olan babasının duvarda asılı fotoğrafını yanına almak istedi, ancak bir asker tüfeğini ona doğrultunca annem korktu ve geri çekildi. Küçücük bir kız çocuğu olduğum halde askere doğru koştum ve onu iterek annemi korudum. Asker beni yere fırlattı. Dedemin son hatırası olan o fotoğraf duvarda asılı kaldı…”
Zainap Izmailova (1931 doğumlu)
“Vagonların iki tarafında rafa benzer tahtalar vardı. Kadınlar bir tarafa, erkekler de karşılarına oturmuştu. Ortada yuvarlak bir soba vardı. Kadınlar her sabah soba üzerinde lavaş benzeri düz ekmekler pişirmeye başlardı ama akşam olduğunda yine herkes açtı. Çünkü yeterli yakacak olmadığından ekmekler pişmiyordu.”
Mukhtar Evloev (78 yaşında)
“İliklerime kadar hissettiğim açlığı ve annemin İnguşetya’dayken pişirdiği yemeklerin hayalini kurduğumu hatırlıyorum.
Sürgün yıllarında ormanda çalı toplamak için gezinirken yaşlı bir adama rastlamıştım. Ailesinin tüm bireyleri tifüs ve açlık nedeniyle hayata veda etmişti. Karları eşiyor, yiyecek otlar bulmaya çalışıyordu. Ona yardım etmek istedim ve evimize davet ettim ama karda yürümeye pek takati olmadığını söyledi. Beni beklemesini, onun için bir şeyler toplayıp getireceğimi söyledim. Geri döndüğümde karların üzerinde yüzüstü uzandığını gördüm. Can vermişti. Çok korkmuştum. Henüz 12 yaşındaydım. Onu annem ve babam gömdü. Ne yazık ki açlıktan ölmüştü.”
Emilia Aliyeva (1929 doğumlu)
“Eğer bu sürgün gerçekleşmeseydi ileride yaşanacak olan Oset-İnguş sınır tartışması ya da Çeçen savaşları gibi trajedilere de maruz kalmazdık.”
Xalidat Magamadova (1934 doğumlu)
“23 Şubat 1944’ün şafak vaktinde beni ve 5 kardeşimi yataklarımızdan silah zoruyla kaldırıp evlerimizden dışarı attılar. Çok korkmuştuk. Köyümüz Aslanbek-Şeripov’dan birer suçlu gibi koparılıp hiç bilmediğimiz yerlere gönderildik. En büyüğümüz 15, en küçüğümüz 2 yaşındaydı. Babamız hayatta değildi. Annemiz ise Şatoy’a erzak almaya gitmişti. Eşini toprağa vermiş, oğlunu ve erkek kardeşini Sovyet ordusu saflarında savaşırken cephede yitirmişti. Tek derdi çocuklarını beslemekti. Yapayalnızdık. Bizi köyün merkezinde topladılar, çok büyük bir kalabalık vardı. Neler olduğunu anlamıyorduk. Annemi de Şatoy’dan alıp bir trene bindirmişler, çocuklarını bulmasına izin vermemişler.
O korkunç soğuğu ve vagondaki deliklerden içeriye esen keskin rüzgârları hiç unutmadım. Ve dayanılmaz açlığı…
Kazakistan’ın Kızılorda bölgesindeki kolhozlardan birine götürüldük. Açlık devam ediyordu. Abilerimiz Wahid ve Şuddi bize yiyecek bulmaya çalışıyordu. Wahid bulabildiği her şeyi bize veriyor, kendisi aç kalıyordu. Çok geçmeden tifüse yakalanarak can verdi. Şuddi’yi yetimhaneye aldılar. Beni, 2 yaşındaki Sultan’ı ve kız kardeşlerim Hamsat ile Şumisat’ı hastaneye yatırdılar. Orada da açtık. Hastanede yatan Kazakistanlı çocuklara akrabalarının getirdiği karpuzların kabuklarını yiyorduk. O kabuklar öylesine lezzetli geliyordu ki bize…”