Adigelerin dünyaya armağanı
Bu yazıda öncelikle, başlığımızda kullanılan jeoloji ve mitoloji kavramlarını açıklama ihtiyacı duyuyorum. Daha sonra, Adige (Adyge: Yazarın ifade ediş biçimi) yurdunun coğrafi lokasyonu ile bu yazının kaleme alınmasına sebep olan, saygın bir bilimsel yayın kuruluşu Nature dergisinde, Eylül 2021’de yayımlanmış, günümüz atlarının kökeni üzerine, halihazırda resmi global bilimsel pozisyonu belirleyen bir makalenin ana bulgusuyla harmanlayarak soydaşlarımızla tartışmaya açmak istiyorum. Fakat her şeyden önce okurumu bir noktada uyarmak durumundayım; 30 yıla yakın, yazı Türkçesini sınırlı kullanmak durumunda kalmış bir birey olarak önden, muhtemel yazım hatalarımdan dolayı affınıza sığınırım.
Jeoloji sözcüğüyle burada kastedilen, en soyut anlamıyla çağdaş bilimsel paradigmadır. Yani, yalın, olgucu, gözleme ve deneye dayalı, kanıtlanabilir bilgi üretimidir. Mitoloji ise felsefi olarak adeta zıt düalitede kullanılmış, en basit sözlük tanımlanmasında vurgulandığı şekliyle; toplumsal sübjektif algının süzgecinden geçirilerek yapılan, inanç sarmallı bir dünyayı algılama ve yorumlama yöntemidir.
Bir sosyolog olarak ve gözlemlerime dayanarak söylüyorum: bu öznel mitolojik dünyayı algılama ve yorumlama şekli bir Adige bireyinin adeta varoluşunun ayrılmaz bir parçasıdır.
Gerçi burada hemen bir istisnai durumun altını da çizmek gerekiyor. Mitolojik yaklaşımın yapısından kaynaklanan öznelliğin bir başka ifadesi olarak, içgüdüsel algılama ve yorumlamayı zıt paradigma olduğu halde, kısmi olarak, son 15 yıllık gelişimiyle paralel bir açılım göstererek destekleyen günümüz genetik biliminden de söz etmek durumundayız. Ancak bu durumun, bu yazının değil, başka bir makalenin kapsamında tartışılması düşünülmektedir.
Bilimsel geçerlilik kaygılarından hareketle, gelin önce jeolojiyle başlayalım tartışmamıza ve Kuzey Kafkasya’nın üçboyutlu grafiksel bir modelini hep birlikte zihnimizde oluşturalım… Öncelikle uzun, bembeyaz bir duvar gibi Kafkas Sıradağları’nı yerleştirelim ortaya, üstüne masmavi bir gökyüzü koyalım, sıradağların iki ucuna devasa birer mavi deniz ekleyelim ve arasına da yemyeşil bir halı serelim; tamam oldu gibi, değil mi?.. Aynı Kabardeyin bayrağı gibi oldu bu; üç renk… Şimdi, hepimiz bir tebriki hak ettik sanırım; çünkü bu yaptığımız aslında jeolojidir. Ama içinizden bazılarını duyar gibiyim; zihnimizde oluşturmanızı istediğim o üçboyutlu resim zaten hep oradaydı diyorsunuz, işte o da mitolojidir.
Ankara Xase
Yıl 1990’lar, yer Ankara Xase, Yismeillerden Özdemir; kalbi hızla atarken yüzünden terler akıyor, Nartlardan bahsediyor yine; hiç sönmeyen ateşten, Seteney’in güllerinden… “Tanrıların sahnesi orası” diyor gençlere…(!) Bireysel tezahürlerin ötesinde, o dönem, “xase”lerde kümelenen çok geniş bir insan topluluğunun, nesnel izahların ötesinde, “Anavatana Dönüş”ü bir zorunluluk olarak görmelerinin altında yatan ana faktörün, bireylerin zihinlerinde, genlerinde, ruhlarında muhafaza ettiği o mitolojik ülkenin hiç bitmeyen çağrısı olduğunu bugün çok daha iyi anlayabiliyoru.
“Araştırmanın ana bulgusu günümüzde mevcut bütün atların (Przewalski gibi yabani atların dışında) atasının Kuzey Kafkasya kökenli olduğu ve bu bölgeden öncelikle Avrupa ve Asya’ya yayıldığıdır”
Oşhamafe – Erciyes
En temelde, üç ana jeolojik unsur tanımlar Kuzey Kafkasya’yı; doğu-batı ekseninde Kafkas Sıradağları, batı ucunda Karadeniz ve doğu ucunda Hazar Denizi. Sırtınızı dağlara verdiğinizde kuzeye gidersiniz. Gökyüzüne yükselen o bembeyaz duvara baktığınızda, istikamet güneydir. Bu yön tayini ile ilgili durumun ehemmiyetini anlamak için kendi yaşam deneyimimden bir aktarma yapmayı faydalı buluyorum. Yaklaşık 30 yıllık Amerika macerasından sonra Kayseri’ye yerleşeli neredeyse bir yıl oldu. Bu şehri tanımlayan ana jeolojik unsur hiç şüphesiz ki Erciyes Dağı’dır. Yön ve adres bulmanın bu kadar kolay olduğu başka bir şehir var mıdır Türkiye’de, bilmiyorum. Muhteşem güzelliğinin yanında Erciyes adeta doğal bir yön tayin edicidir. Şehir merkezindeyken mesela, dağa baktığınızda yüzünüz güneye dönüktür, dolayısıyla sırtınız kuzeyi işaret eder, tabii ki sol yanınız doğu, sağ kolunuz batı istikametlerini gösterir. Kayseri’de bulutlu, sisli günler dışında navigasyon aracına ihtiyaç yoktur desem yanıltıcı olmam sanırım. İnsan yaşamında fiziki hareketliliğin en önemli olgu olduğu düşünüldüğünde, yön tayininin önemi anlaşılır. En azından Kayseri’de yaşadığım kişisel deneyim bu saptamayı doğrular nitelikte.
Kuzey Kafkasya’ya geri dönersek; jeolojik açıdan bakıldığında, Oşhamafe (Oshamahue) bu yön tayini mevzuundan öte, çok yüksek bir kesinlikte yeryüzünde belirgin bir lokasyonu, adresi tanımlar. Koordinatları 43.3499’N ve 42.4453’E olan. Ama biz Adigeler biliriz ki, o her şeyden önce bizim kimliğimizdir. Bizim için her şeyin başlangıcı ve bitiş noktasıdır. Bizden önce hep var olmuş, bizden sonra hep var olacak olandır. O daima veren el misali, babamızdır, atamızdır, “Woridade”mizdir. O genetik hafızamıza işlenmiş, 1 yaşında bir çocuğun bile çizebileceği meşhur siluetiyle adeta tanrısal bir imzadır. O, Kuzey Kafkasya’da herkesin görebileceği bir dağdır ama biz Adigeler için bir ruh eşi gibidir, hikâyeleri hiç bitmeyen bir bilge dededir. Her zaman yönümüzü gösteren bir ulu ağaç, doğru olmanın erdemini mutlak bir inançla, zaman sınırı tanımaksızın hatırlatan bir anıttır.
Mitolojiden çıkıp şimdi tekrar bilimsel paradigmaya girersek; o öncelikle kendi ekosistemini oluşturabilen, sınırsız bir su ve hava kaynağıdır. Muhteşem bir biyolojik çeşitliliği besleyebilmektedir etrafında. Fakat biz Adigeler için hayattan daha fazlasını, ötesini sağlar ki, bu bizim tekrar mitolojik gerçekliğe giriş yapmamız zorunluluğunu meydana getirir.
Bu tutkuyu, algıyı, mitolojiyi anlamadan, Oshamahue’nin Kabardeyin bayrağının ortasına konmasının önemini anlamak da mümkün değildir. Velhasılı, her bir Adige bireyinin aklının çalışmasında jeolojiden mitolojiye, mitolojiden jeolojiye geçişler bir zihinsel varoluşun zorunluluğu gibidir. Başka bir ifadeyle söylemek gerekirse; Kafkas Dağları ve Oshamahue jeolojik, yani fiziki olarak yok edilmeyeceğine göre, onun özellikle Adige insanındaki mitolojik tezahürü de yok edilemez.
Evcil at
Bu yazımızda, asıl amacım olan, bilimsellik paradigmasında kalmaya çalışarak size tarihi öneme sahip bilimsel bir çalışmadan, bugüne kadar evcil at üzerine yapılmış en kapsamlı, disiplinlerarası araştırmaları kullanarak yazılmış bir makaleden, bilgi ve dilimin yettiğince yorumlayarak bahsetmek istiyorum.
Fakat bu yazıda sizinle asıl paylaşmak istediğim şey, söylence türünden bir bilgi değil; tam tersine, alanlarında dünya çapında uzman, önemli bir kısmı birden fazla doktoraya sahip 162 biliminsanının arkeolojiden biyolojiye, paleogenetikten moleküler biyolojiye çok kapsamlı, karşılaştırmalı ve uzun yıllara yayılmış çalışmalarının sonuçlarını ortaya koyan bir bilimsel makaledir. Elbette, alt konu başlığı olarak, bu araştırmanın biz Adigeler üzerindeki muhtemel etkileri, daha özel olarak kendimizi yeniden tanımlamada sunabileceği tarihi fırsatların altını çizmektir.
Makalemizin orijinal adı: The Origins and Spread of Domestic Horses from the Western Eurasian Steppes. Nature Magazine, Ekim 20, 2021 yılı.
Bu makale ile ilk karşılaşmam, çok ilginçtir, tamamıyla bilgisayar, internet arama motoru algoritmasının bir hediyesidir. Kendi meslek konularımın dışında iki temel konuda, at ve Neandertalleri düzenli olarak araştırdığımı bilen algoritma, bu makaleyi neredeyse yayımlanmasından kısa bir süre sonra önüme çıkardı. Bu makale, özetle çok büyük çeşitlilik gösteren ve tüm dünyada yaygın olarak var olan modern atın kökenini yüksek bir bilimsel kesinlikte kanıtlamaktadır. En önemli saptama şudur: Modern at, MÖ 2200 yıllarında Kuzey Kafkasya’da evcilleştirilmiştir (https://www.cnrs.fr/en/press/origin-domestic-horses-finally-established#:~:text=The%20modern%20horse%20was%20domesticated,ancient%20horses%20scattered%20across%20Eurasia). Daha sonraki üç yüzyıl gibi kısa bir sürede de Asya ve Avrupa’ya yayılmıştır.
Bu bulgulara ulaşmak için toplam 162 biliminsanından oluşan bu uluslararası ekip, Avrasya’ya yayılmış, çoğunlukla mezar kazılarında tespit edilen antik atlardan elde edilen DNA örnekleriyle, 273 genomu bir araya getirerek bunların dizilimlerini karşılaştırmalı olarak incelemiştir. Başka bir ifadeyle, bu yıllara yayılmış araştırma, arkeoloji ve paleogenetik olmak üzere sahada antropoloji, arkeoloji, dil bilimleri ve diğer çok sayıda bilimsel disiplinden faydalanarak, çapraz mukayese yöntemiyle, bilim dünyasında çok ses getiren nitelikte sonuçlara ulaşabilmiştir. Bu çalışmanın genel koordinatörü konumunda bir paleogenetikçi olan Ludovic Orlando bulunmaktadır. Kendisi ayrıca Toulouse Antropoloji ve Genomik Merkezi’nin de yöneticisidir. Araştırmanın detay bilgileri için lütfen makaleye (https://www.nature.com/articles/s41586-021-04018-9) bakınız. İngilizce bilmeyenler için Google yaklaşık, tatmin edici bir çeviri sağlamaktadır.
Bu yazının asli amacı tabii ki bu araştırmanın derin detaylarına inmek veya bu araştırmayı bütün olarak inceleyip, metodolojisinden hareketle, bilimsel geçerlilik ve güvenilirlik analizleri yapmak da değildir. Bu analizler zaten üç yılı aşkın zamanda yapılmıştır ve internette mevcuttur. Okur isterse bunlara ana makaledeki (https://www.nature.com/articles/s41586-021-04018-9) eklerden ulaşabilir.
Yeri gelmişken, bu makalenin global olarak kabul düzeyinin yükselen grafiğine ben kişisel olarak, üç yıllık süreç içinde şahit oldum diyebilirim. Makaleyle ilk karşılaştığım 2021 yılı sonlarından bu yana, günümüz dünyasında bilgi akışının ana sağlayıcılarının (Google, Bing, Yahoo gibi arama motorları, Wikipedia İnternet Ansiklopedisi, Smithsonian, Nature, National Geographic gibi aktüel bilimsel periyodik yayınlar benzeri) resmi, bilimsel pozisyonu bu makaledeki savlarla bire bir örtüşmektedir…
Tekrar etmek gerekirse; bu araştırmanın ana bulgusu, günümüzde mevcut bütün atların (Przewalski gibi yabani atların dışında) atasının Kuzey Kafkasya kökenli olduğu ve bu bölgeden öncelikle Avrupa ve Asya’ya yayıldığıdır. 300 yıldan kısa bir sürede tamamlanan bu dönüşümün arkasında ilk olarak Kuzey Kafkasya’da 4 bin 200 yıl önce evcilleştirilen bu at türünün iki genetik özelliğinin bulunduğu tespit edilmiştir. Dönüşüme sebebiyet verdiği düşünülen bu iki özel genin adları; GSDMC: Güçlü sırt ve boyun kemikleri oluşumundan sorumlu gen ve 2FPM1: Beyin kimyasını etkileyerek çok daha uysal ve öğrenme yatkınlığından sorumlu gen. Bilimsel, olgucu paradigmadan biraz uzaklaşarak söylemem gerekirse; bu iki genden davranışı etkileyen 2FPM1 geni ne kadar da Kabardey atlarını işaret ediyor, değil mi? Aslında, buradan Nart Destanı’na giriş yaparsak, görülecektir ki her hikâyede at vardır. Örneğin, istatistiksel rastlantısallık deneyimi olsun diye deneyin, Google’a Nart Destanları diye yazın, göreceksiniz, çıkan resimlerin neredeyse tamamında at var.
Adigelerin Kuzey Kafkasya’ya herhangi farklı bir coğrafyadan gelmediklerini kanıtlama gibi bir çabaya girmeyeceğim bu yazıda. Bu çok gerçekçi bir yöntem olamaz, çünkü bu şahitliği atfedebileceğimiz Kuzey Kafkasya’da Adigelerden daha eski bir toplum olmadığını bilmek böyle bir çabayı baştan mantıksız kılar. Dolayısıyla, bu yazı ana sayıltı olarak 4 bin 200 yıl önce Kuzey Kafkasya’yı Adigelerin atalarının yaşadığı bir coğrafya olarak kabul etmektedir. Ludovic Orlando ve 161 arkadaşının 2021’de malum makaleleriyle objektif olarak dünyaya ilan ettiği bulgular ışığında günümüzdeki bütün atların ortak atasının Kuzey Kafkasya’dan çıktığını söylemek, bilimsel neden-sonuç ilişkisinin basit mantığında biz Adigeleri bu mirasın doğal sahipleri kılar.
Atı evcilleştirerek, at kültürünü yaratan atalarımız, bizatihi bu uygarlığın doğal sonucu olarak, tarih boyunca ana yurdumuz Kuzey Kafkasya’dan atlarıyla birlikte her istikamete gitmişler ve bu kültürü de taşımışlardır. Bu tarihsel olgu da tıpkı Kuzey Kafkasya’nın otokton halkı olan Adigelerin bu coğrafyanın ezeli ve ebedi sahibi olduğu gerçeği gibi, yüzlerce yıllık Batı tarihi geleneği perspektifinden, artık ispata ihtiyacı olmayan bir tarih bilgisi durumundadır.
Adigelerde at sevgisi evrenseldir
Son söz olarak, mitoloji paradigmasından yürüyerek, ama sosyoloji biliminin bize verdiği kavramsal aletleri de kullanarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Biz Adigelerde at sevgisi evrenseldir… Bu ne demektir? Biz sadece Adige atlarını değil bütün atları severiz demektir. Bunu herkes kendinde sorgulayabilir, deneyebilir. At, bizim folklorumuzda, danslarımızda, müziğimizdedir. Oshamahue ne kadar benliğimizde, genimizdeyse, at ve onunla yaratılan kültür de bir o kadar toplumsal belleğimizin ayrılmaz parçasıdır. En yalın haliyle “at bizim kardeşimizdir, aynamızdır”… Adigecede at=ŞI/ШЫ Batı Adigecesinde aynı zamanda erkek kardeş (queş/къуэш) demektir.
Yeryüzünde bütün insanlar akrabadır, kardeştir demenin ne kadar ‘ütopik’ kaldığını, dünya savaşlarının da yaşandığı son yüz yıla baktığımızda bile söyleyebiliriz. Fakat, şimdi yeryüzündeki bütün atların akraba olduğunu söylemek ütopik bir şey değil. Burada okurumuza tanıttığımız makalemiz, arkeolojik, genetik bilimlerin olanaklarını kullanarak halihazırda bunu kanıtlamış durumdadır. Dolayısıyla bu kanıt, ayrıca neden biz Adigelerin bütün atları üniversal olarak sevdiğimizi açıklayan bir kanıt da olmasın? Başka bir ifadeyle, atı ne kadar sevdiğimizin mitolojik olarak zaten farkındaydık, şimdi artık, bilimsellik bağlamında da bu sevgi kanıtlanmıştır.
Konu at olunca, her Adigenin mutlaka toplumla, kamu alanlarında paylaşabileceği kıymette, bilgilere sahip olabilecekleri olgusuna samimiyetle inanırım. Bu olgu adeta, hiç formal eğitim almamış bir Eskimonun kar ve buz üstüne konuşmasına benzetilebilir. Ve bir Laz balıkçının Karadeniz üzerine hikâyeler anlatması kadar doğal görülmesi gereken bir durumdur.
At ve at kültürünü tarihsel olarak bütün insanlığa sunan biz Adigelerin haklı gururunu, burada bütün soydaşlarımla paylaşarak çoğaltmak benim için çok büyük, özel bir mutluluktur, aynı zamanda yükümlülüktür de. Ve gücümün yettiği kadar, bütün yayın organlarımızda Adige dilinde, Türkçe, İngilizce bu haberi paylaşmak benim için bir görevdir. Biliyorum ki, yeryüzündeki insanlık âleminin bütün üyeleri bu onuru, gururu kendi hanelerine yazmak için yarışır. İşte bu yüzden soydaşlarıma, bu bizim için çok özel haberin en geniş kesimlere ulaştırılması için hızlı, yoğun, ortak çaba harcanması gerekliliğini hatırlatmak isterim. Aslında, ben böyle bir çabanın kendi soyadına sahip çıkarcasına, zaten doğal olarak, kendiliğinden gerçekleşeceğine inanıyorum. “At, yamçı, kamçı” bizimdir! Bu mirası yaratan ve bizlere veren atalarımızın ruhları şad olsun! Yaşasın Woridade!
Saygılarımla,
Soru, eleştiri, yorumlar için aşağıdaki e-posta adreslerini kullanabilirsiniz: