3 Kasım’da gerçekleştirilen Halklar ve İnançlar Konferansı’nda Anadolu’da yaşayan halkların acılarının ve taleplerinin ortak olduğu, kendi dillerinde, kendi kültürleriyle ve inançlarıyla yaşamanın özlemi içinde oldukları dile getirildi. Bu talepler çok etnisiteli, çok kültürlü ve çok inançlı halklar toplamından, Kemalist modernitenin ulus-devlet perspektifi doğrultusunda bir “Türk Ulusu” yaratma gayretinin boşuna olduğunu da gösterdi.
Jıneps Gazetesi adına konuşan Leyla Kılıç, Çurmıt Sebahattin ve A. Kadir Polat, Çerkeslerin bu ülkede yeterince tanınmadığını, demokratik ve muhalif kesimin Çerkes algısının hatalı olduğunu dillendirdi.
Leyla Kılıç: Osetler olarak Çerkes üst kimliğinde tanındık. Biz kendimize İron(Alan) demekteyiz. Bu topraklarda yaşıyoruz ve her platformda kendimizi görünür kılmaya çalışıyoruz. Şu anki süreçte açlık grevleri olduğu için daha fazla konuşmak istemiyorum.
Çurmıt Sebahattin: Bizler Çerkes kimliğiyle tanınıyoruz. Bu isim bizlere, Kafkasya’ya gelen araştırmacıların verdikleri isimdir. Hikâyelerimiz, ağıtlarımız birbirine benzer. Ortak bir kaderi ortak bir acıyı yaşadık. Adıge, Abhaz, Oset, Çeçen… Hepimiz Çerkesiz. Çerkesler; Kayseri, Düzce, Adapazarı, Sinop, Samsun, Hatay vb. olmak üzere Anadolu’ya dağıtılmıştır. Bununla ilgili Rus çarına ve Osmanlı padişahına atfedilen bir rivayet vardır: Çar: “Size, kızgın bir arı kovanı yolluyorum.’ der. Padişah da şunu söyler: “Ben onları öyle bir dağıtırım ki, ikisi bir araya gelip hiç kimseyi sokamaz.”
Çektiğimiz acıları dile getiriyor ve hep söylüyoruz; devlet bizi asimile etti, kimliğimizi baskı altına aldı. Üniter devlet yapısını eleştiren aydınlar, politikacılar, milletvekilleri bizi tanımıyor. Çerkesler söz konusu olunca muhalif kesimde yanlış bir algı uyanıyor. “Çerkesler devlet yanlısıdır. Çerkesler derin devletçidir” ezberi içindeler. Bu söylemler yanlıştır. Bunları söyleyenler ‘Dar Ağacındaki Üç Fidan’dan birinin Çerkes olduğunu bilmezler. 1992 yılında Tevfik Esenç’in ölümüyle birlikte Ubıhça’nın bu topraklar üzerinde son bulduğunu bilmezler. İlerici aydın ve sanatçılar da Anadolu toprakları üzerinde yaşayan halkları göremedi. Onları hiçbir sinema filminde, tiyatro eserinde, ya da başka sanat eserlerinde işlemedi. Üniversitelerde, akademilerde Anadolu halklarını araştıran ve onların dillerini geliştirecek kürsüler kurulmasına öncülük etmediler/edemediler maalesef.
Bizler; 1 Mayıs, 21 Mayıs, 12 Eylül eylemlerinde sokaklarda demokrasi mücadelesinin yanındayız. Acılarımız ve dertlerimiz ortak, dayanışmanın ve mücadelenin önünü açmak için hep birlikte çalışmalıyız.
A.Kadir Polat: Kuzey Kafkasya’dan 1864’den sonra sürgün edilerek dilini, taşını, toprağını bilmediğimiz bu topraklara geldik. Bizler bu topraklar için savaşırken Türkçe bilmiyorduk. Bugün konuşulan, konuşulmayan tüm dillerde acılarımız ortak. Tekleştirilmeye, ötekileştirilmeye, yabancılaşmaya karşı çıkan varsa ümit de var demektir. Kürtlerin hakkını teslim etmek gerek. 80 yıldır devletin dayattığı tek tipleştirmeyi bizlerin de sorgulamasına kapı araladılar.
Diaspora Çeçenleri diğer Kafkas halklarına oranla sayıca daha azlar ve günümüzde var olmak adına çok daha şanssız ve son derece dağınık bir yerleşime sahipler. Çeçenya’da küçük bir halk, yakın tarihte büyük bir trajedi yaşadı. Çeçenler 1990’larda SSCB’nin dağılması sonrası bağımsızlık talebinde bulundu. Fakat Rusya oligarşisi fincancı dükkanına katır girer gibi, 9 tonluk bombalarla sivil yerleşim alanlarını yerle bir etti. Toplam nüfusun üçte biri ve bir ülkenin bütün coğrafyası yok edildi. Yaklaşık 240 bin insanın yaşamına malolan bu yıkımda 42 bin çocuk yaşamını kaybetti.
Yaklaşık üç yıldır Nor Radyo’da Türkiye’deki diğer halklarla bir arada 8 farklı dilde yayın yapıyoruz.
Türkiye’de 80 yıllık üniter devlet çarkının bizleri öğütmesi karşısında kültürel kimlik bazında yok oluşun eşiğine gelen halklardan biri olarak Çeçenler, demokrasi mücadelesinde maalesef doğru yerde durmuyorlar. Çoğunluk olarak, tarafsız kalarak yok olmayı yeğliyorlar. Kurumsallaşamayan, kurumsal bir desteği olmayan diller, kültürler zamanla silinip giderler. Yaşadığımız dünyada hergün 6 dil yok oluyor.
Kafkasya’daki Çerkes halkları 200 yılı aşkın bir süre sürekli saldırı ve işgallerle yüzleşti ve her durumda kendilerine ‘dışarıdan dayatılan’ siyasal sistemlere karşı çıktılar. Çeçenler 1917 Ekim devriminden sonra bile sürekli itirazlarını irili ufaklı kalkışmalarla sürdürdüler.
Çeçen halkının tarihindeki önemli kırılma noktalarından bir diğeri de 1944’teki, sonradan soykırıma dönüşen topyekün sürgün edilişleridir. 1944 yılının 23 Şubat’ında Kızılordu kuruluşunun yıldönümünün kutlamak için meydanlara toplanan Çeçenler ani bir anonsla ülkelerinden sürüldüler. 750 bin kişilik toplam nüfus, hayvan taşınan vagonlara tıklım-tıkış doldurularak anayurtlarından binlerce kilometre ötelere, Sibirya’ya, Kazakistan’a sürüldüler. 14 yıl aradan sonra 1957’deki ‘Kruşçev affı’ diye de bilinen dönüş izniyle sürgün süreci sona erdiğinde, 750 bin olarak sürgüne giden bir halktan geriye dönebilenlerin sayısı sadece 300 bindi.
Başka bir dramı yıllar yılı görmezden geldi Türkiye. Son Rus-Çeçen savaşı sonrası Türkiye’ye sığınan mülteci Çeçenler burnumuzun dibinde, İstanbul’daki kamplarda 12 yıldır yaşam mücadelesi veriyor. Çalışma izinleri olmayan, hiç bir yasal statüleri olmadığı için düzenli destek alamayan binlerce mülteci, yarınlarının ne olacağını bilemeksizin Fenerbahçe, Ümraniye, Sultanbeyli’deki derme çatma kamplarda kaldı. Ani bir operasyonla sessiz sedasız Kocaeli’de gözlerden uzak bir yere götürüldüler. İstanbul’da hiç değilse bir takım sivil kurum ve kuruluşlardan destek gören mülteciler, devletin sözlü taahhütleri kapsamında, eveşya ve cüzi bir nakit desteği ile başka bir belirsizliğin kucağına itildi.