Genç edebiyatçılarımız – Jambeç Rabia

0
410

Balıkçı

Sonbahar aylarıydı.

O sabah gökyüzü bulutlu ve yağmur çiseliyordu ince ince.

Ben ağabeyimden sürekli duyardım böyle havaların balığa çıkmak için birebir olduğunu. O anlattıkça imrenirdim.

Ben de o sabah o imrenerek dinlediğim ve her zaman gerçekleştirmek için can attığım bu hayalime ulaşmağa karar veriyorum.

Parmak uçlarıma basarak sessizce evden çıkıp avludaki diğer binaya geçiyorum.

Uzun zamandır kullanılmadan duran oltayı yerinden indirerek bahçeye çıkıyorum ve av için gereken solucanları çıkartıyorum kazdığım toprağın içerisinden.

Tekrar eve dönerek üşümemek için üzerime kalın giysiler giyiyorum. Hazırlıklarımı tamamladıktan sonra yine sessizce evden dışarı süzülerek yola koyuluyorum.

Yola koyuluyorum ama gideceğim yönü bilmiyorum.

Bu durum beni biraz endişelendiriyor olsa da geriye dönmeyi kendime yediremeden ilerliyorum bir süre.

Sabah kırağısı ayaklarımı iyice ıslatmış ve iyice de üşümüş olmama rağmen aldırmadan ilerliyorum tuttuğum yolda.

Öte yandan arada sırada eve hiçbir haber vermeden çıktığımı hatırlıyor, beni merak edebileceklerinden ve kızacaklarından korkuyorum, hatta pişman olup geri dönmeyi düşündüğüm anlar da oluyor. Fakat bu düşünceler kısa süre sonra silinip gidiyor aklımdan.

Yaşıma bakınca asla çıkmamam gereken bir yoldu o gün benim kat ettiğim…

Yamaçta bu düşünceler içerisinde yol alırken birden aşağıda sessizce uzanıp giden gri bir ton almış bulanık dereyi görüyorum. Gözlerimi fal taşı gibi açarak sevinçle aşağıya koşuyorum hemen oltamı hazırlıyorum ve sallayıp atıyorum ilk oltamı.

Oltayı atmamla işaret kamışının suyun dibine dalması bir oluyor.

Sevinçle asılıyorum oltaya, fakat kımıldamıyor. Sanırım bir şeye takıldı, ama ne oltayı kurtarabiliyorum ne de oltanın takıldığı şey her ne ise onu dışarı çekebiliyorum.

Ne yapacağım şimdi diyerek bir taraftan oltaya asılıp bir taraftan başıma gelen sansızlığa hayıflanırken daha beteri geliyor başıma. Oltaya asılırken üzerinde durduğum ıslak ve kaygan toprakta ayağım kayıyor ve suyun içerisine gömülüyorum bir anda. Anneeeee, anneciğiiiimm diyerek bütün gücümle bağırmaya başlıyorum .

Buz gibi suyun içerisinde bir anda şiddetli soğuğu iliklerime kadar hissediyorum, sudan çıkmak için ne kadar çabalasam da başaramıyorum bir türlü.

Çığlık atmaktan ve ağlamaktan artık sesim kısılmış bir halde kendi kendime kızıyorum. Ne demeye kalkıp geldin buralara, belanı mı arıyordun? Al işte şimdi bu buz gibi suyun içinde donup kalacak, balıklara yem olacaksın belki de.

Artık boğazıma kadar suya batmış ve soğuktan kımıldayacak halim dahi kalmamış bir halde tüm ümidimi yitirmek üzereyken bir ses duyuyorum yakınlardan.

O anda yaşlı bir adam belirdi benim koşarak indiğim yamaçta.

– Küçüğüm, o duyduğum ses senin mi diye soran yaşlı adam hemen yanıma geldi.Kendisi de kayıp suya düşmemek için oradaki ağaç köküne ayağını dayayarak bana elini uzattı ve sudan çekip çıkarttı beni.

Artık iyice uyuşmuş bir vaziyette soğuktan titriyorum. Yaşlı adam üzerindeki montunu çıkartarak üzerime sardıktan sonra beni bir kesilmiş ağaç budağının üzerine oturttu.

Bedenime yapışan sırılsıklam giysilerimin içerisinde zangır zangır titriyorum. Ayaklarım tamamen uyuşmuş bir halde hiçbir şey hissetmiyorum sanki.

– Sen küçücük bir kızsın, sabahın bu saatinde ne yapıyorsun burada?

– Neden yalnız başına buralara geldin?

Yaşlı adam ard arda sıralıyor sorularını. Fakat o an sorulanlara cevap verecek gücü dahi bulamıyorum kendimde.

Birkaç dakika hiçbir şey söylemeden oturduktan sonra yavaş yavaş kendime geldim. Yaşlı adamın cevapsız kalan sorularını da duymamış gibi davranarak ona sordum. – Sen kimsin, nereden çıktın bir anda ?

Yaşlı adam o anda başını kaldırdı ve “asıl o sorulara cevap vermesi gereken sensin” der gibi sevecen bir tavırla yanağımı okşadı.

– Benim adım Muharbeç. Balık tutmayı severim, o nedenle buralardayım sabah sabah, fakat ben daha ilerideydim, senin sesini duyduğum için geldim buraya.

– Ben de çok seviyorum balık tutmayı. Fakat ağabeyim beni hiçbir zaman getirmiyor yanında. “sen küçük bir kızsın, balık tutmak sana göre değil” diyor. İşte o yüzden ben de bu sabah balık tutmak için …

Titreyen sesimi fark eden yaşlı adam müdahale etti.

– Tamam, her şey anlaşıldı. O halde senin buraya geldiğini annen baban da bilmiyordur, onlar bu yaptığın şeyi kabul ederler mi sence ?

– Ben sabah erkenden kimseye söylemeden çıktım. Ama şimdi ben yolu bulamam geri dönmek için.

– Üzülme onun için, hele küçücük ayakların bir ısınsın,biraz canlandıktan sonra yolu da buluruz,ben seni götürürüm annene babana. Babanın adı nedir ?

Ben babamın adını ve aile adımızı söyledim yaşlı adama.

-Babanı da çok iyi tanıyorum küçük kızım, ben onunla konuşurum sana bir şey söylememesi için. Yüreğini ferah tut,telaşlanma sen.

Yaşlı adamın bu sözleri benim içimdeki korkuyu yok etmiş, neredeyse bütün bedenimi ısıtmıştı bir anda.

Bütün bu konuşmaların hepsi yirmi dakika kadar bir süre içerisinde oldu. Yani bu yaşlı adamı tanıyalı bu kadar kısa bir zaman geçmesine rağmen ona içim ısınmış,onun çok iyi bir insan olduğunu düşünmeye başlamıştım.

Başımı kaldırıp yaşlı adamın temiz yüzüne huzur veren çehresine baktıkça aklıma dedem geliyordu. Eğer yaşasaydı şimdi bu adamın emsali bir yaşlarda olacaktı ve beklide böyle temiz yüzlü tatlı olacaktı dedemde.

Ben bunları düşünerek otururken yaşlı adam küçücük ellerimi avuçları içerisine almış ısıtmaya çalışıyordu. Bu şekilde on dakika kadar oturduk.

Ben ona dönerek rica ediyorum.

– Muharbeç , lütfen beni götür.

– Tabii götürürüm küçük kızım, küçücük ayaklarına basabilecek misin ?

– Evet, basabilirim. Ayaklarım da ısındı.

Diyerek ayağa kalkıyorum, Muharbeç dede de yardım ediyor bana.

Ayağa kalkınca üzerinde oturduğumuz ağaç kökünün dibinde bir kova olduğunu ve içerisinde iki canlı balık olduğunu görünce soruyorum.

– Muharbeç bu kova senin mi, bu balıkları sen mi tuttun ?

– Evet kova benim, onları da ben tuttum ama artık balıklar senin.

Bunu duyunca sabahtan bu yana çektiğim azabı unutuveriyorum bir anda. Sevinçle cevap veriyorum. – Teşekkür ederim dede.

Yaşlı adam ıslak bir kediye dönmüş benim elimi tutuyor, diğer eliyle de kovayı alıyor ve yavaş yavaş evimize giden yola koyuluyoruz.

Tam o sırada karşıdan kardeşimin geldiğini görüyoruz. O an kalbim yerinden fırlayacak gibi çarpmaya başlıyor. Yaklaşan ağabeyimin yüzündeki telaş ve öfkeyi görünce korkum daha bir artıyor fakat elimi sıkı sıkı tutan yaşlı adama güvenerek…

– Korkma bana bir şey olmadı, bak bu dede beni kurtardı boğulmaktan.

Ben olan biteni ağabeyime anlattım bir solukta. O ise olan bitenin şakınlığı içerisinde bir bana bakıyor, bir ceketini üzerime örtmüş kendisi soğuktan titreyen yaşlı adama bakıyordu.

– Bak dede tuttuğu balıkları bana verdi, haydi gidelim de anneme pişirtip Muharbeç dede ile birlikte yiyelim, diyerek ağabeyime kovayı işaret ediyorum.

Büyük bir iş başarmış bir kahraman gibi, Muharbeç dede ile ağabeyimin arasında eve doğru yola koyuluyoruz tekrar.

Her ne kadar onlara fark ettirmemeye çalışsam da dayanamayıp sürekli kovadaki balıklara doğru bakıyordum. O iki balığa baktıkça bütün bu gün olan olaylar bir anda siliniyordu aklımdan, hatta hiç pişmanlık bile duymuyordum.

Ben o günden sonra bir daha hiç balık tutmaya gitmedim.

Fakat balık yemeyi severim. Ve ne zaman balık yesem o gün yaşadıklarım bir film şeridi gibi gözümün önünden geçer.

O günden bende hatıra kalan en belirgin şey ise, Muharbeç dedenin sürekli gülümseyen ve insana huzur veren o nurlu yüzüdür.

Çeviri: Ergun Yıldız


Jambeç Rabia

1983 yılında Prohladnı iline bağlı Altud köyünde doğdu. Kabardey-Balkar Devlet Üniversitesi Filoloji Fakültesi’nin Adige dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. Kendi köyü olan Altud’da orta dereceli bir okulun Adige dili ve edebiyatı öğretmeni olarak çalışıyor. Şiirler ve kısa öyküler yazıyor.