Geçmişe dair

0
444

Babam hüzünlü gözlerini yere çakar, başını sol yana, mızıkasının üzerine yatırır, Ankara marşını çalardı. Annem Çerkes ezgilerini kimi zaman ağlatır, kimi zaman isyan ettirirdi aynı mızıkada. Ağabeyim gitarıyla, sazıyla daha çok devrim ezgilerini çoğaltırdı hayatımızda.
Amcam kanepeye uzanır, radyosunu göğsüne koyup hışırtılar içinde Kafkasya’dan yayın yapan Adige kanalını dinlerdi. Zaman zaman yanına oturup anlamaya çalışırdım. Hafifçe araladığı gözleriyle gülümseyerek bakardı bana. Sorduğum soruları sabırla yanıtlardı. Bazı günler bize kalın bir kitaptan hikâyeler okur, en heyecanlı yerinde “arkası yarın” derdi gülerek. O kitap bana en az babamın deri kaplı ameli kadar ilgi çekici gelir, heyecan verirdi. En büyük korkum kitabın ben yokken okunmasıydı. Ortaokula geldiğimde kitaplarımı ağabeyim seçmeye başlamıştı. O da amcam gibi sabırla dinlerdi beni. Lise birinci sınıfta ödev olarak yazdığım ilk öykümü çok beğenmiş, yıllar boyu yazma konusunda beni yüreklendirmişti. Artık ne Kil Sabri, ne Kil Hilmi ne de Kil Arslan var… Annemse uzun zamandır alzheimerin pençesinde.
Yaklaşık on yıl önce bir Çerkes öyküsü yazmaya karar vermiştim (babam yaşarken neden bunu hiç düşünmediğimi bilmiyorum) ve bu konuda amcamla konuşmak için köye yanına gitmiştim. Öykü yazarken kullanmak amacıyla edindiğim küçük bir teybim vardı. Bununla işimi kolaylaştırmayı not almaktansa tekrar tekrar dinleyerek hiçbir şeyi atlamadan yazmayı düşünüyordum. Ne yazık ki konuşmalarını kaydedeceğimi gören herkes sus pus oluyordu. Amcamı tanıyanlar bilir. Çok iyi bir hatipti. Teybim onu hiç rahatsız etmedi ancak babasını henüz kırkı dolmadan kaybeden amcamın Kafkas sürgünüyle ilgili kulaktan dolma da olsa pek bir şey bilmediği anlaşılıyordu. Sadece büyük dedem Maksut (Mesut) un yanında Gaspot isminde bir yakınımızın da olduğunu, onun Maksut’un ağabeyi mi yoksa babası mı olduğundan bile emin olmadığını söyledi. Kil Maksut Kafkasya’dan Samsun’a oradan karayoluyla Uzunyayla’ya geçmiş. Onun oğlu Kil Yakup’un Pazarsu köyünde amcamla babam dâhil yedi çocuğu olduğunu söyledikten sonra, ilgimi çekmeyen pek çok şey anlattı amcam. Ben babamla amcamın genç yaşta art arda bütün kardeşlerini kaybettiklerini biliyordum ve bir sürgün öyküsü yakalayamadığıma göre en azından onlarla ilgili bir Uzunyayla öyküsü çıkarmak istiyordum. Amcamsa başka şeyler anlatmaya çalışıyor, ben de sabırla dinliyordum. Sonunda “Amca, Gazi amcamı anlatacak mısın?” dedim. Bir süre sustu, “Gazi muğa (zavallı), Gazi muğa” dedikten sonra anlatamayacağını söyleyip hıçkırıklarını gizlemeye çalışarak hızla kalkıp gitti. (Gazi amcamla ilgili bir öykü yazmayı tasarladığım için bu konuya girmiyorum). Amcamı ilk kez böyle görmüştüm. Çocukluğumda ablamları Almanya’ya yolcu ederken güneş gözlüğünü takardı, biz anlardık ki amcam ağlayacak, gözyaşlarını gizlemek için gözlüğünü takıyor ama ilk kez hıçkırıklara boğuluyordu…
Cenaze arabası kapıya yanaştı. Amcamın naaş’ını içeri getirdiler. Daha sonra avludaki sessiz kalabalık onu evden rahatlıkla görebildiğimiz karşı tepedeki mezarlığa taşıdı. Tamamı siyahlar giymiş yüzlerce erkek mezarlığın tepesine doğru üç ayrı kol oluşturmuştu. Kalabalık, bir düzen içinde sessiz sedasız yukarı tırmanıyordu. Köye defnedilmeyi kendisi istemişti. Aralık ayı olmasına rağmen ışıl ışıl güneş Uzunyayla’nın ayazını kırmış, amcam için son görevini yapmaya gelen dostlarını ısıtıyordu. Cenazeye gelen Türk arkadaşlarımız, geleneklerimize hayran kaldıklarını söylediler. Bizim için sıradan görünen olayları onların gözüyle izlemeye çalıştım ve amcamın mutlu olduğunu düşündüm. Onu verdiğimiz toprağı Kaf dağının etekleriymiş gibi düşledim ve başka yerde defnedilse onu orada bu kadar gönül rahatlığıyla bırakıp dönemeyeceğimizi düşündüm.
Geçen yıl, Muhittin Ünal ağabeyin derlediği “Uzunyayla Rapor ve Belgeleri”ni okurken, Uzunyayla’nın bana hissettirdiklerini anımsadım, altını çizdiğim yerlerden bir bölümünü aktarıyorum. “Çerkesler, kendi tarihlerinden yararlanarak oluşturdukları ortamla, Uzunyayla’yı, Kafkasya’nın bir taklidi gibi düşünerek tesis ettiler. Uzunyayla, çevresi sıradağlarla çevrili yüksek bir platodur (50 km çapında, 1600 m yüksekliğinde). Burada hayal edilen yöreyi kurmak onlar için zor değildi.
Hudutları belirlenmiş bölgenin içerisi Çerkesler tarafından fiziksel, demografik ve kültürel olarak elde edildi. Fiziksel olarak Uzunyayla’daki köylerin yerleşimi, bazen Nalçik’teki gerçek yapıyı andırıyordu. Demografik olarak, Uzunyayla yanıltıcı bir biçimde sadece Çerkeslerin yaşadığı bir yer olarak sunuldu. Bunun nedeni azda olsa Türk köyleri olmasına rağmen Çerkes köylerinin o bölgede oldukça fazla olmasıdır. Kültürel olarak, Uzunyayla Çerkes örf ve adetlerinin yaşatıldığı en iyi yöre olarak gururla ifade edildi. Bu durum, Kafkasya’nın Uzunyayla’ya taşındığı, buranın yeniden Çerkes yurdu olarak kurulduğu imajını oluşturmuştur.
Uzunyayla’daki manzaraya (landscape) bakıldığında tarihi kayıtlı hikayeler ve araştırmaların, köylere Çerkes isimlerinin verilmesinde etkili olduğu anlaşılabilir. Antropolog Küchler (1993), manzarayı (landscape) insan faaliyetlerinin tarihi kayıtları, anıları hatırlatma, “hatıranın havzası” olarak isimlendirir. Uzunyayla’daki hatıranın havzasındaki yer isimleri, geçmişle yaşanan zaman arasında bir link olarak önemli rol oynamaktadır.”
… “Çerkesler yer isimlerini, geçmişi hatırlamak için kullandılar. Kendilerini sağlam bir kökten gelen millet olarak görüp pozitif bir imaj yarattılar. Burada şunu söylemek mümkündür ki; Çerkesler Uzunyayla toprağına sıkıca kök saldılar. Zorunlu göçe tabi tutulmalarına rağmen, Çerkesler yeni yerleşim yerlerinde köksüz kalmamak için yeniden yurt kurdular.”
İşte bu ikinci yurdumuzda amcam birçok Çerkes gibi asimilasyona direndi. Yaşamı boyu en çok önem verdiği şey çocuklarının iyi eğitim alması ve bir Çerkes gibi yetişmesiydi. Bunun için elinden geleni yaptı. Onun gayretiyle torunlarının da çocukları gibi hem dillerini hem de geleneklerini birçok Çerkes aileden daha iyi taşıdıklarına inanıyorum. Her şeye rağmen amcamlardan sonraki kuşak olarak Çerkeslik konusunda onlardan çok eksik olduğumuzu ve giderek eksildiğimizi düşünüyorum (özellikle dil konusunda). Ancak bu ikinci vatanımızın bize kattığı birçok güzellikle (yazarları sanatçılarıyla) çoğaldığımız da bir gerçek.
Büyük acılar yaşayan halklar, bunun etkilerinden kolay kurtulamıyorlar, bir yanları hep eksik kalıyor. Amcam hiçbir şey anlatmasa da farklılığımızı hep yaşatmaya çalıştı.
Halkımızın büyük kayıplar verdiği, büyük acılar yaşadığı büyük sürgünün 152. yıldönümünde ne yazık ki insanlık adına barışın kardeşliğin kazandığını söylemek mümkün değil ve ne yazık ki benzer dramlar dünyamızda sürüp gidiyor. Gelecek nesillere barış dolu mutlu bir dünya bırakmak, hayal cümlelerinden öteye gidemiyor. Küçük hesaplar uğruna büyük dramlar yaşanmış, yaşanıyor ve yaşanmaya devam edecek gibi görünüyor.
“Tanrı tüm halkları özgür ve mutlu kılsın, biz Çerkesleri de unutmasın.”

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz