Uzunca boylu, babayiğit ve etine dolgundu. Suratı yuvarlakça ve burnu yayvandı. Kısık gözlerindeki sert bakışları ona ayrı bir görünüm veriyordu. Sanki ulaşılmaz birisiydi. Çiftçiydi; tarlada ve bahçede toprakla, hasatla, meyve ağaçlarıyla, mevsimine göre uğraşıp duruyordu. Köyde inatçılık dendiğinde o akla geliyordu. Bir şey hakkında nasıl hüküm verdiyse, o muhakkak öyle olmalıydı. Onu sözünden hiç kimse asla döndüremezdi.
Ğuğa Kutça’nın bir çift atı vardı. Tüm tarlalarını onlarla sürer, eker, biçer, hasadı onlarla kaldırır ve harmanı onlarla döverdi. Atlardan biri kır idi. Onu daima sağ tarafa koşardı. Bu kır atın da bir huyu vardı. O da sahibi gibi inat mı inattı. Bir durdu mu yürümez, yürümeye başlayınca da bir türlü durmak bilmezdi. Ğuğa Kurtça’ya kaç defa onu değiştirmesini söylemişlerse de bir türlü kabul ettirememişlerdi. Onun o attan çektiğini, bu dünyada başka hiç kimse çekmedi.
Bahçesinde elmaları toplayıp hazırladığı günlerden birinde, bahçeden eve dört çuval elma götürecekti. Çuvalları arabaya yığdı, atları dehledi. Kır atın inadı tutmuştu. Yerinden bir adın bile kımıldamıyordu. O çekmeyince yanındaki at da yürümüyor, ona uyuyordu. Ablasının eşi Ajaj Ahmet, başkasından ödünç bir at temin etmesini söylediğinde, o inatla “gece bunları sırtımda tek tek taşırım da yine de kimseden at istemem” dedi.
Çuvallardan üçünü tekrar yere indirdi. Atları yeniden dehledi. Nafile, bir adım dahi atmadılar. Kır atı kendi keyfince, yeter diyene kadar kamçıladı, vurdu da vurdu. Kır at oralı bile olmadı, tınmadı. Bu sefer, Ğuğa Kurtça arabayı çekerek, arkadan iterek, sürükleye sürükleye yoldan çıktılar, elmaları bıraktıkları yerden epeyce uzaklaşmışlardı. Bahçenin orta yerine gelmişlerdi ki kır at birden keyiflendi, o kendine has yürüyüşüyle yürüdü. Ğuğa Kurça, dizginlerle yön vererek, arabayı elma çuvallarını indirdiği yere getirdi, indirdiği üç çuvalı tekrar arabaya yükledi. Sanki bir dereye düşmüş, ya da sağanak bir yağmurun altında sırılsıklam olmuşçasına terlemişti. Kuru hiçbir şeyi kalmamıştı. Atlar sakin, kendisi sakin, yavaş yavaş evin yolunu tuttular.
Ajaj Ahmet bunları içinden düşünürken, arabada, Ğuğa Kurtça ile Kalançit yolundaydılar.
Kalançit’in Tamkıtlıların Osmanlıya geldiklerinde ilk geçici konakladıkları yer olduğu söylenir. Bu dağ yamacında hane başına yirmişer dönüm yer verilmiş, birkaç hane barınak yapmış, sonra da bugünkü yerlerine yerleşmişlerdi. Oraya gidip gelenler, hala harabe temellerin görülebildiğini söylerlerdi. Kalançit dağı, Kavak ilçesindeki Ubıhların köyü Sıralı ile Hurdaz arasında aşılmaz bir geçit gibi duruyordu. Burayı, yeni yerleşim yerine geçtikten sonra yaylak ve kışlık odunlarını temin için kullanıyorlardı. Havza Tapu Sicil kaydına göre, “20 Ağustos 1306 Tarih ve 11 nolu Emirname ve Temmuz 1312 tarihli Havza Kazası Encümen Kararı mucibince”, Kalançit Hurdazlılara tahsis edilmişti. Kadastro geldiğinde sahip çıkmadılar, en yakın köye ve orman idaresine kaldı.
Arabaları, Hurdazlıların konvoyunun en arkasından ağır ağır ilerliyordu. Ajaj Ahmet bu altı saatlik yoldan ağaç getireceklerini düşünürken içinden de “Bu kır at yine inat edip bizi yolda bırakır mı acaba diye” korkup duruyordu.
Kalançit’e vardılar. Ajaj Ahmet’in korkusu boşa çıkmıştı.
Ğuğa Kurtça, öndeki arabalardan ayrıldı, ormanlık alanın daha derinliklerine doğru arabayı ilerletti. Amacı, arkadaşlarından daha iyi ve güzel ağaçlar kesebilmekti. Öyle bir yere ilerlediler ki araba artık daha ileriye doğru yol alamıyordu. Bulundukları yerin sağ tarafında, oldukça meyilli bir ormanlık alan vardı ve koca meşe ağaçları göğe doğru uzanıyordu. Ağaçlar düzgün ve uzuncaydı. Ğuğa Kurtça atları çözdü, torbaladı, üzerlerine, yol yorgunluğu sıcaklığından ormanda üşümemeleri için örtülerini attı. Ajaj Ahmet ve Ğuğa Kurtça arabadan baltalarını çözerek aldılar. O gördükleri sağ taraftaki güzel ağaçların olduğu meyilli yere vardılar. Ağaçları gözden geçirip beğendiklerine yöneldiler. Ajaj Ahmet bir ağaç kesip budayana kadar, Ğuğa Kurtça iki ağaç kesip buduyordu. O meyilden ağaçları indiriyor, sonra sürükleye sürükleye arabanın yanına, yukarıya çıkartıyordu. Sonra tekrar gelip ağaç kesmeye başlıyordu.
Yeteri kadar ağaç kestiklerinde, Ğuğa Kutça’nın sırtındaki gömlek, sanki yeni yıkanmış gibi ıslak bir haldeydi. Alnından ter damlaları bir pınar gibi yüzüne doğru akıyordu.
Ağaçları arabaya gerektiği gibi yığıp, yüklediler. Gevşemeyecek şekilde sıkıca bağladılar. Amaçları bir an önce yola çıkabilmekti
Yola koyulduklarında, köylülerinin kimisi ağaçları yüklemiş arabayı bağlıyor, kimisi de yükleme işine devam ediyordu.
Ğuğa Kurtça ve Ajaj Ahmet’in yola çıktığını gören köylüleri onlara, kendilerini beklemelerini söylediler. Ğuğa Kurtça oralı bile olmadı, “yetişirsiniz biz ağır ağır gidiyoruz” dedi.
Orman bakım memurlarının kampına vardıklarında, Ğuğa Kurtça arabadan indi, elinde kartıyla kontrole gitti, memurlar arabayı incelediler, ona fazla yüklediğini, hakkını geçtiğini söylediler. Yeteri kadar dil dökmüş olmalı ki “hadi neyse bu seferlik geç” dediler. Yeniden yola koyuldular, haylice gittikten sonra bir rampayı çıkmadan önce atları dinlendirip, nefes alsınlar diye oyalanırken, arabayı kontrol etmek için etrafında birer tur attılar. Bir de baktılar ki sol arka teker, yarım bir tur daha döner ise kırılacak. Tekerin parmaklıklarından üçü kırılmış. Ajaj Ahmet söylendi: “El insaf Kurtça bu kadar yığmayalım dedim, dinlemedin.”
Ğuğa Kutça eniştesini duymadı, etrafta tekeri tamir etmek için gerekli malzemeleri aramaya koyuldu. Bu sırada arkadan yetişen köylüleri teker teker gelip yanlarından ağır ağır geçip gittiler. Hiçbiri onların derdi ile alakadar olmadı, sanki hiçbir sorun yokmuşçasına gelip geçtiler. Arkadan bir araba daha geldi. Komşu köydendi, az çok ustalığı da vardı. Onu durdurdular. Yalvarıp yakardılar. Nihayet ikna olan adam geldi, üç kırık parmaklık arasına karşılıklı iki destek çakıp kırıkları tutturup, “Bu sizi köye kadar götürür” dedi, arabasına atlayıp yola koyuldu.
Yoldaki pınara vardıklarında arkadaşları oturmuş yemek yiyorlar, bir taraftan da yorulmuş atları dinlendiriyorlardı. Onlar da oturup yemek yemeye koyuldular. Yemeğini bitirenlerden biri “hadi gidelim” dedi. Yemeğini bitiren arabasını koştu, yola koyuldu. Ajaj Ahmet ve Ğuğa Kurtça’dan başka kimse kalmadı. Ğuğa Kurtça bunu kendine dert edindi, kızdı, “Hele şu yemeğimi bitireyim, onlardan önce köye varmazsam görürler” diye habire söylendi durdu.
Ajaj Ahmet ve Ğuğa Kurtça yemeklerini bitirdikten sonra atları koşup arabaya bindiler. Kurtça atları ölesiye dehledi. Türkmen yokuşuna vardıklarında hepsini geride bırakmışlardı. Düzlüğe çıktılar, tam feraha erdik dediklerinde, kır at “hop” dedi, “buraya kadar”.
Ğuğa Kurtça’nın inadına kır at noktayı koydu. Arkadan yetişen arabalar tek tek onları geçtiler. Hepsinin yüzünde “bak gördünüz mü” dercesine alaycı bir gülümseme vardı.
Ğuğa Kurtça sanki kudurmuştu. Zavallı hayvanları, onca yükün altında kırbaçlıyor da kırbaçlıyordu. Kır atı ise anasından doğduğuna pişman edercesine dövüyordu. Kır atın umurunda bile değildi. Tek bir ayağını bile yerinden oynatmadı, öylece bekledi durdu.
Epey zaman geçtikten sonra kır at yeterince dinlendiğine kanaat getirmiş olacak ki, kendine has yürüyüşü ile yola koyuldu, diğeri de onu takip etti. Kurtça hışımla arabaya atladı, kamçıyı kır atın üzerine şaklattı. O ağır yükün altında, atları dörtnala sürmeye başladı. Kapaklanırcasına koşan atlar teker teker arabaları geçtiler, köye az bir yol kalmıştı. Güz yağmuru hafiften çiselemeye başlamıştı. Atlar hala aynı süratte ilerliyordu. Ğuğa Kurtça, “Şu bizim köyün yokuşunu yağmur iyice bastırmadan çıkalım da, o zaman ben onlara nasıl gülünür gösteririm” diye söyleniyordu. Yağmur iyice batırmaya başladığında onlar yokuşu çıkmış, feraha varmışlardı. Şansları da yaver gitmiş, o ağır yükün altında, kırık, derme çatma, tamirli tekerlek kırılmamış, onları köye ulaştırmıştı.
Doğruca arabayı koruluğa çektiler. Atları çözüp ahıra bağladılar. Hiç vakit kaybetmeksizin evin üst katındaki balkona çıktılar. Oradan arabacıların geldiği yol ve yokuş iyice görünüyordu. Yağmur hızını iyice artırmıştı.
Arabacılar geldiler, yokuşa dayandılar. Yokuş çamur içindeydi. Arabacılar atlarının önüne düşmüş çekiştiriyor, yokuşu çıkmaya çalışıyorlardı. Atların ayakları kayıyor, ağır yüklerini çekemiyorlar, yarı yoldan geri geri iniyorlardı.
Ğuğa Kurtça öylesine sevinçliydi ki peş peşe kahkahaları savuruyor, “Gülmek nasılmış, kim daha iyi gülermiş” diye söyleniyor, ardından da kahkahalarına devam ediyordu.
Bu yolculuk cami verandasında günlerce tartışıldı, karşılıklı atışıldı.
Sonra her şey gibi duruldu…
Rahmetli Ajaj Ahmet, “Kalançit dendiğinde, hep bu yolculuk aklıma gelir, takılır” diye anlatmıştı.