Ürdün’de on gün

0
1376

Ekim ayında, Adıyüf Kadim Çerkes El Sanatları Atölyesi ile birlikte, Kuban Vakfı’nın davetlisi olarak Ürdün’de bir sergi gerçekleştirmek üzere düştük yola.

Bizim Ürdün’de olduğumuz günlerde Türkiye Cumhuriyeti bir askeri harekât düzenlemekteydi ve biliyorduk ki bu tür harekâtların bütün coğrafyada bir etkisi olurdu. Ürdün savaşta da barışta da kadınlar için zor olan bir coğrafyada, Orta Doğu’daydı ve biz on bir kadın yine de kendi başımıza çıkmıştık yola. İçimiz çok rahat, sırtımız güvenli, aklımız fikrimiz yapacağımız sergi ile ilgili planlamalardaydı. İçimiz rahattı çünkü bu ekibin yedinci sergisiydi ve biz yeni katılanlar bile önceki sergilerin ne kadar başarılı olduğunu izlemiştik. Sırtımız güvenliydi çünkü kendi kültürümüzü temsil etmek üzere Türkiye’deki Çerkes toplumundan, Ürdün’deki Çerkes toplumuna doğru gidiyorduk ve üstelik Rengin Yurdakul’un sarıp sarmalayan bilgeliği, Bengün Gül’ün paylaştıkça büyüyen yeteneği ve on bir kadının kolektif aklı öncülük ediyordu gruba.

Keyif ve coşkuyla gittik, yine keyifle, tatlı bir yorgunlukla ve yeni projelerin heyecanıyla döndük. Elbette Petra antik kentinin büyüleyici görkemi, Vadi Rum’un engin kızıllığı, Kızıldeniz mercanlarını görmüş olmanın ayrıcalıklı ve mahcup sevinci de heybemizdeydi dönüşte.

Sergi, Prens Hussein Mirza tarafından açıldı. Açık olduğu süre içerisinde kraliyet ailesinden prens ve prensesler ile tanışma fırsatımız oldu. Ürdün’de Çerkes toplumunun hâlâ belirgin bir ayrıcalığa sahip olduğunu anladık. Serginin son günlerine doğru ziyaretçilerin sayısı giderek arttı. Ahşap bastonuna dayanarak sergiyi izlemeye gelen beyaz başörtülü, pardösülü bir hanımefendi ya da modern saç kesimi ile bir başkası her hangi birimizin kuzeni, kardeşi, teyzesi olabilirdi. Aradan geçen 155 yıla rağmen yakındık.

İlk ve en önemli teşekkürümüz Kuban Vakfı adına bu süreci organize eden Basel Hajtass’adır elbette. Son günlerde, sergideki her parçayı gerçekten bizden daha iyi tanımış olarak ziyaretçilere tanıtması bize bir kez daha doğru yerde olduğumuzu düşündürdü.

Sergiyi salonlarında gerçekleştirdiğimiz CCA-Circassian Charity Association yöneticilerine teşekkür ederiz. Başkan Zühtü Canbek’le yapılan röportajda da okuyacağınız gibi anaokulundan lise sonuna kadar Adige dilinin zorunlu olduğu bir okul var Amman’da. Ürdün’de kaldığımız süreye okul ziyaretini de sığdırdık ve hem değerli yöneticilerinden bilgi alma fırsatımız oldu hem de en minikleri bile yemekhanelerinde yakalayabildik. Kültürün yeniden üretilebilmesine yönelik atılan her adım dokunuyor kimliğiyle yaşamak isteyene. Okulda boğazımıza düğümlenen her ne idiyse, sergiyi gezmeye gelen kadınların gözlerinde aynısını gördük biz.

On günlük sürede misafirlerini el üstünde tutan, sarıp sarmalayan, gezilerimizde bile koruyup kollayan, emeklerini, dostluklarını esirgemeyen bu büyük aileye teşekkür ederiz. Bir küçük gülümsemeyi, anadilimde ufacık bir sesi, bir mimiği atlamak istemediğim için tek tek teşekkür etmekten kaçınabilirim çünkü her biri çok kıymetliydi.

Yine de bir özel teşekkür Ürdünlü kadınlara gitmeli. Toplumun her kesiminden Adige, Abhaz, Çeçen kadınları serginin her anında bizimleydiler. Salonun hazırlanışından eşyaları topladığımız son ana kadar bizi hiç yalnız bırakmadılar.

Küçük bir araştırmayla ulaşabildiğim bilgilere göre;

‘Ürdün’de ikili bir hukuk sistemi mevcut. Ceza hukuku Fransa’dan alınmış, ticaret hukuku değil ancak aile hukuku şeriata dayanıyor. Kadının boşanma hakkı 2010 yılında gelmiş. Daha önce kadının şiddet gördüğünün mahkemede kabul görmesi için beyan etmesi yetersiz sayılıyormuş, babasının veya yakın bir akrabasının da beyanına gerek oluyormuş. Bugün hâlâ evlenirken de boşanırken de bir kadının şahitliği yarım sayılıyor, kadın erkeğe göre mirastan 1/2 oranında az pay alıyor. Evlenirken yapılan sözleşmede yer alırsa, erkek birden fazla eş alma hakkına da sahip.’

Biz Çerkesler birbirimizden çok farklı hukuki ve sosyal sistemlerde yaşamak zorunda kalmış olabiliriz. Belki tam da bu yüzden ancak kadim bilgileri hatırlayarak, tutunarak yeniden üreterek ve yeniden ürettiğimizi bu yüzyıldaki hayatın içine katarak var olmaya devam edebiliriz. Gözlerimiz, belki de yüreklerimiz bu yöndeki çalışmaları atmaca gibi ayırt etmeli global dünyanın güçler dengesine yönelik eylemlerinden, Orta Doğu’da yeniden ve yeniden dağıtılan kartların aldatıcı büyüsünden ve egolarımızın kadim olanla çelişen yolculuklarından.

Elbette asimilasyon her diaspora için olduğu kadar Ürdün için de bir gerçek. Ancak kayıpların yanı sıra somut kazanımları ve süregiden emekleri var. Bu kazanımların içinde kadınlarımızın katılımının yarattığı fark hemen ayırt ediliyor.

Bir kez daha aynı noktadayım; sanırım, kimlik adına çıkılan yolda birbirinden farklı duruşları, düşünceleri, hayatta kalma stratejilerini anlamak en çok kadınlarımıza yakışıyor. Bu anlayışı harekete çevirecek kaynakların Ürdün’de de, Türkiye’de de olduğunu düşünüyorum.