Mayıs sonu ‘Tsitsekun’

0
12864

Ağzım dolu. Sanki kocaman bir avuç dolusu mısır ununu doldurmuş da, ne yutabiliyor ne çıkarabiliyorum gibi. Damağıma yapışan, dilime dolanan abıstanın tenceresine bulaşıp ağır lapa hali. Eğer kaçamağı hızlı hızlı karıştırmazsam, günlerce kireci temizlenmeyip çaydanlıkta katmanlar oluşturan delikli kireç gibi.

Ah! Nasıl anlatsam şu bağrımdaki hissi? Doluluğu. Sanki ölmüş dananın, ağzına büyük gelip dışarıya sarkan dili gibi.

Kum gibi. Acı, soğuk, keskin. Patlıcan dolması turşusunun hepsi ağzıma tıkılmış gibi.

Sanki bir avuç çiviyi ağzıma doldurup sonra çıkaramamak gibi.

Nasıl anlatsam ağzımdaki bu doluluğu? Hani birçok şey söylemek istersin de içine akıveren gözyaşların yüzünden boğazında düğümlendiği için; kocaman olan ağzın ağırlaşır ve istediğin hiçbir sözcüğü çıkarmayı beceremez ya…

Bir uğultu gibi çıkıvermeye çalışırken kulaklarına, gözlerine hücum ediverir ya yaşlar. Öyle bir şey…

Öyle gibi mi?

Gözler. Gözlerinden de çıkmıyor. Gece olmalı. Yoksa niye göremesin gözleri? Bu yüzünü yakan, içinden gelen şey, fışkıran gözyaşlarının tuzu olmalı.

Yok, o değil.

Keskin, keskinliği hem soğukluğundan hem çarpışından. Dağlarda kışın esen rüzgârların yüzüne çarpışı gibi, tüm hızıyla inen yağmurun çocukken ince derisine yamçıyla sarmışlar da her yanına, kabartmış, yakmış gibi.

Bu, yapıp tuzlayıp saklamaya çalıştığımız salamuralar gibi.

Öküzlere yalattığımız kaya tuzumuz gibi. Pütür pütür, taşlaşmış.

Bu, şöyle bir nefes alsam çok rahatlayacağım duygusuyla ağzını sonuna kadar açıp yuttuğun suyun o an muhteşem rahatlığının hemen arkasından daha da derinlere çekilip yeniden rahatlamak için yeniden ağız dolusu hava niyetine suyu yutmak gibi.

Yok, çıkayım buradan.

Şu an anlayamıyorum zaten.

Kulağımdaki kesintisiz uğultuyu, o suyu kana kana içime çektiğim ilk an kulağımda kalan son sesleri ancak beynim idrak ediyor. “Battık,” “kayalar,” “çarptık”, “çocuklar”…

Bölük pörçük.

Anlamsız sözcükler, o ışık.

Gözlerim kör olmamış, onların göremediğini sanışımmış olan.

Gözlerim yanmış da kavrulmuş sanki.

O ışık, kayalara çarpmanın ışığı mıydı beynimde çakan?

Koca bir mavna. Tıklım tıklım doldurulmuşlardı içine. Bu ağırlık üzerimdeki uzun elbisem akaban yüzünden mi? İnce belimi saran Çerkes kemerinden mi? Sıkıyor her şey.

Kaşenim sarsın isterdi bazen belimi. Onun özlemi sarınca her yerimi sımsıkı sarsın, hatta kemiklerim bile çıtırdasın isterdim. Ama bu öyle değil. İstemiyorum. Sarmasın, kavramasın hiçbir şey.

Yüzüme dolanan başındaki ahıltırpanın kumaşı mıydı?

Görmüyorum. Kör olmadıysam birdenbire. Gece olmalı. Uyku olmalı. Kâbus olmalı. Karabasan olmalı. Uyanamadığımdan olmalı. Üstümdekileri sıyırıp atarsam kurtulabilir miyim?

‘Başındakini, ahıltırpanı at, ince belini saran kemeri çöz. Üstündeki akabanı çıkar at. Soğuğa bakma. Suyun soğukluğunu hissetmezsin birazdan. Uyuşur, alışırsın. Ağırlıkları at, kurtul onlardan.’

Gece yüzünden karanlık olmalı, kim bilir kaç gece oldu evde olmayalı. Alelacele doldurdular gemilere. “Osmanlı’dan gelen bu gemiye ya hemen biner gidersiniz ya da öldürürüz” dediler o an, orada.

Şimdi ölüyorum burada.

Gelmek istemezdim. Ölsem bile yine de kalmak isterdim geride. Babam hemen koşup hazırlık yapmamı istemeseydi. Orada kalıp kaşenimi, Sarıbaş’ı beklemek isterdim. Babama bir şey diyemezdim ki.

Asla karşı gelmeyi öğrenmedim. Karşı gelmek erkeklerin işiydi. Üzerimdeki bu ağırlık mavnanın sıkış tepişliğinden mi yoksa! Kıpırdayamadığım için tutulup her yerime kramp mı girdi? Yoksa canımı acıtan karıncalanma mı? Soğuk sızısı sanıyorum.

Koyunlar gibi doldurulduk. Küçük değildi aslında bindirdikleri bu Karadeniz teknesi. Ama o kadar kişi bir araya tıktıkları için küçük geliyor olmalı bana.

Koyunlar gibi.

Koyunlar. Eve döndüklerinde biz olmayınca ne yaptılar acaba? Koyunlar dert değil. “beee, beee, hadi geldik bbeeee, alsanıza bizi içeriyeeee” diye beleyip, meleyip durmuşlardır. En sonunda başlarını yere daha eğip birbirlerinin altına sokarak yığılmışlardır avlunun yanında bir köşeye.

Çobanımız Sarıbaş’la bölüp kendi hayvanlarımızı salmıştır kestirmeden aşağıya. Onlar her zaman bulurlar evin yolunu. Çoban Ahmet öğrendiğinde düşer mi peşimize, bulur mu bizi acaba?

İnekler, buzağılar eve geldiğinde ne yapmışlardır? Möö’leye, mööö’leye… Böğüre böğüre ağlamışlar mıdır kapıda?

Sarıbaş ne yapmıştır acaba? Sağa sola koşup havlayıp durmuş mudur? Koşturmuş mudur çıkmadık diye kapıya.

Sarıbaş Karadeniz’e doğru koşup “Emanetlerinizi eve getirdim, nereye gidiyorsunuz” diye havlamış mıdır? Denize salındığımızı anlamış mıdır? Kokumuzu duymuş mudur? Çaresizliğimiz, öfkemiz, utancımız, korkumuz, yalnızlığımız… Hangi kokuyu daha çok duymuştur acaba? Bunların bize ait olduğunu anlar mı ki? Benim kokumu ayırt edebilmiş midir acaba?

Ona her sabah akşam kütükten yaptığımız yalaktaki çorbasını verirken yeterince sevdiğimi göstermiş miydim?

Sevgi dilim sadece hizmet etmek miydi yoksa? Herkese, herkese gösterdiğim dilim buydu. Hizmet dili öğretilmişti bana tüm zamanlarda. Arkadaşlarım arasında tercihim kaliteli zaman geçirmekti. Büyüklerin yanında takdir edilmekti öğrendiğim. Sevildiğimi böyle anlardım. Değerli olduğumu. Nenej tarafından beklerdim sadece onaylanmayı. Yalnızca baş başa kaldığımızda kaşenime sarılmak, dokunmak isterdim.

Kimseye dokunamam. Kimse kimseye dokunmaz zaten. Dokunmanın güzelliğini doya doya kaşeninle yaşadığında anlarsın, birbirinin kulu kölesi olursun bir daha.

Sarıbaş’a da hiç dokunmazdı. Başını okşamaz, kuyruk sallayışına, üzerine gelişine aldırmaz, vakur biçimde yürür giderdi. Şu an sımsıkı sarılmak istiyordu Sarıbaş’a.

Karadeniz.

Kara kapkara derin deniz.

Derindeyim. Gece yüzünden karanlık olmalı. Birdenbire kör olmadım ya. Çok uzakta, çok çok uzakta, bir gaz lambası ışığı gibi parlıyor ay. Hızla küçüldü sarı sıcak nokta. Karadeniz soğuk. Acı ve tuzlu. Karanlık. Hangisi daha fazla acaba? Hangisi daha yoğun?

Anlamadığım, söylemediğim var mıdır? Pas tadı gibi, is tadı gibi mesela… Korkudan anlamıyorumdur belki. Belki ölmüşüm de, bilmiyorumdur daha. Yüzme bilmediğim gibi. Kim yüzme biliyor ki bu çağda? Deniz yüzülen, gezilen yer değil daha. Oğlan çocukları oynarken dere sularıyla belki öğrenenler olmuştur orada. Öğrenenler de çıkamazlar bugün karaya. Dalgalar çok fazla, yanaşılan kıyı tamamen kaya.

Kaşeni geldiğinde, dağdan evin önünden atıyla sanki bakmıyor gibi dolaşarak geçerken onu gördüğü andaki sızı gibi bir sızı kapladı içini, her yerine bastı sıcaklık. Telaş. Yüzündeki derin sızı, alev alev. Yanağı yanıyor. Utanmaktan değil, düşerken kayaya çarptığında deriden çıkan kanın sıcaklığından.

Telaş.

Bu telaş başka. Maşınganın dolabında, kumpirleri ve yazdan kalan balkabağı dilimleri pişmiştir çoktan. Yanmışlar mıdır? Yooo yoo, yanmamışlardır. Odun atmayınca anında sönmüştür maşınga.

Soğuk.

Soğuk da olsa razıyım ben abıstaya… Şöyle içine gömülü isli peyniri, tereyağını hissedemiyorum şu anda. Donmuş. Abısta emmiş hepsini.

Ağzındaki doluluk, büyüyen lokma açlıktan mı? Ham muşmula kemirmiş gibi bir tat ağzında.

Her ağacı, uygun aşıyla meyve cennetine dönüştürüverişleriyle meşhurdur Abazalar. Bunu en iyi yapanlardan biridir babası. Evinin arka taraflarında binbir çeşit meyve ağaçları var. Bahçede muşmulalar.

Karadeniz adı kara, bahtı kara. Hırçın, azgın, kızgın. Bir gecede evlerinden süren düşman gibi saldırgan. Oysa tanrılardan bu yana Kaf Dağı’nda yaşamışlar, onların armağanı olan bu topraklara sahip çıkıp korumaya çalışmışlar. Emanete gözleri gibi bakmışlar, doğaya kol kanat germişlerdi. Doğanın yeşerip meyve vermesini, atların var oluş amaçlarının anlamına ermelerini sağlamışlardı. Tanrıların verdiği vücutlarına iyi bakmışlar, ayak parmaklarının üzerinde taşıyarak bedenlerini, oynayıp dans etmişlerdi. Doğuştan gelen ritme ahenk de katmışlar, yediden yetmişe herkesin oynayabildiği danslarını üretmişlerdi.

Bir gün içinde olmuştu olan. Kalmak kesin ölüm, gitmek geri dönüşü olabilirin ümidiydi belki.

Akıl alır bir şey miydi yoksa? Kilerde kıştan çuvallarla ceviz, çuvallarla kestane, çuvallarla buğday, peynir, fasulye kalmıştı.

Maşınganın gözünde kabak ve kumpir, üzerinde gümüş güğümlerinde sularını bırakıp çıkmışlardı. Sandıklarda dürülü bohçalarda çeyizleri, tahta dolaplarda giysileri vardı. Babasının çerkeskası. Toplantılarda giydiği çizmeleri de yüklükte kalmıştı.

Ah bu Karadeniz nasıl da kara, nasıl da kör olaydı.

Ağzım dolu. O kadar dolu ki açsam şöyle ağzımdan derin derin nefes alsam. Rahatlasam.

Rahatlayabilir miyim?

Rahatlayamam.

Tüm eşyalar arkada kaldı. Duvardaki halı, kapının arkasında asılı kalan yamçı, kırkyama örtüler ahşap yüklükte, yukarıda.

Tek yapıverdiği sanki dağa çilek toplamaya çıkıyorlar da akşama döneceklermiş gibi somun ekmeği, ocakta asılı isli Abaza peynirini, hemen mendiline koyduğu pırpılcıkayı, nenej yiyebilsin diye içinde bol tereyağı emen soğumuş abıstayı, bir de hazır ahusasızbalı alıvermişti çıkınına.

Kabaklar, dilimlenmiş balkabakları maşınganın gözünde kalmıştı. Yanmış mıdır? Yok, sönmüştür ateş üzerine odunu atmayınca… Bunu biraz önce de düşünmemiş miydi?

Ağzım dolu. Gözlerimi açamıyorum. Kör olmadım ya. Kör olsam bu kadar yanmazdı gözlerim. Soğuktan, dalgalardan ya da kayalardan yanıyor gözlerim.

Heyhat! Ne fark eder artık.

Aç mıyım? Neden bütün bu yemekler geçiyor hep aklımdan. Günlerdir bir şey yemedik diye mi? Ağzımdaki bu dolu olan, nefes aldırmayan şey ne? Yoksa Karadeniz’in balıkları mı?

Bu ağırlık. Bu baskı. Ne kadar uçsuz bucaksız. Git git bitmiyor. Her nefes alışımda müthiş bir rahatlama, müthiş bir bahtiyarlık ama gittikçe aralığı sıklaşan nefes almak isteği ve karanlığa doğru inen ağırlık. Şu üstlüğümü de üzerimden sıyırıp atsam. Nefes, bir nefes alabilsem. Gözlerimi açamıyorum. Kavuran denizin her yerimi yakan acıkası yeter artık. Çok fazla. Kulaklarımda uğultu, gözlerimde Karadeniz.

Dibindeyim paramparça.

Ama ölemiyorum. Ölmeden önce film şeridi gibi geçermiş ya tüm yaşam. Ben hâlâ asılı kaldım evden ayrıldığımız anda.

 

21 Mayıs 2020

 

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz