Ninemin ağlama sesi*

0
493

Şeytan evlerimizi kül edip aldığında, aşağılarda bulunan kuruluğumuza taşındık. Kalan birkaç hayvanımızı çıkarıp yerlerine yerleştik. Artık daha önce hayvanların barındığını gösteren hiçbir iz kalmamıştı. İnsan elinin canlandıramayacağı bir şey yoktur. 

Henüz bir haftaya varmamışken, avlu kapısı tarafından bir adam sesi duyuldu. Ninem hızla o tarafa yöneldi, çok da gitmemişken şaşkınlıkla bağırdı: 

-Vanya sen misin?! 

-Tanıdın mı, Mayya, tanıdın mı? 

Evet, avlu kapımızdaydı şimdi, uğradığımız felaketi duyan İvan İvanoviç. İyi bir usta olduğundan, köylüler bırakmamış, çok istediği halde memleketine dönememiş, köyümüzde kalakalmıştı. Oldukça da yaşlanmıştı. 

Ninemle birbirlerine saygıyı yere düşürmeden, yan yana yürüyerek geliyorlardı. 

-Korkma, ben hâlâ burdayım, dedi. Ara ara yanan evlere bakıyor, şaşkınlıkla başını sallıyordu. 

Ninem sabah kalktığında, bastonuna dayanarak yangın yerine yöneliyordu. Yaklaştığında, o şaşmaz arkadaşı bastona dayanarak duruyor, gözlerini kırpmadan uzun uzun bakıyor, ara ara damlayan gözyaşlarına da engel olamıyordu. Sonra da, dize kadar gelen kömür yığınını karıştırıyor, kimsenin bilmediği, sakladığı altın ziynetleri ateşten kurtulmuş mudur diye sopasına aratıyordu. 

Babam, alaca aydınlıkta kalkarak gidiyor, gecenin geç vakitlerinde dönüyordu. Ne yapıyor, nerede bu diye de kimse sormuyordu. Herkes biliyordu ki, çiftçilik için gerekli olanları denkleştirmeye çalışıyordu. Zaman zaman, keyfinin yerinde olduğu durumlara denk getirip sorabilen de sadece ninem oluyordu: 

-Nereye kadar gelebildin nan? 

-Birazcık sabredin, ne olur, diyerek umut ışığı yakıyordu. 

Öyle de oldu. Bir sabah, sırt boyu gıcırdayarak gelen araba saparak avlumuza girdi. Seri şekilde arabadan atlayıp bize yönelense babamdı. Kapıya ulaşmadan da sesleniverdi: 

-Haydi, çabuk toparlanın! 

Ninem bir şey duymamış gibi, vakit geçirmek için tuttuğu derde ile yün eğirmeye devam ediyordu. Yeni annem, sahan ve bardakları toplamak için raflara uzanıyordu. 

-Anne, dediğimi duymadın mı, lütfen, toplanın dedim, diye annesine doğru bakarak tekrar seslendi. 

-Toparlanıp da nereye gideceğiz ki, diye başını kaldırdı şaşkınlık içinde. Kulaklarım aldatıyor herhalde diye kulaklarını daha da açarak. 

-Ev inşa ettim, gidiyoruz, dedi babam, eline geçen bir şeyi taşırken. 

-Hani nerede nan diktiğin, ben göremiyorum? 

-Burada değil, ileride, ovada diktim, oraya gideceğiz de. 

-Ova mı dedin, bu sırt düzlüğünü terk mi edeceğiz, ha? 

-Terk edeceğiz. Şeytan her şeyimizi aldığı gün atmıştık onu zaten. 

-Hayır, nan! Şeytan öyle yapmışsa da, Yüce Tanrı’nın yardımıyla sağ kaldık, korudu bizi. 

-Anam, dediklerini anlıyorum, ama gitmesek olmaz! 

-Ben hiçbir yere gitmiyorum, nan! Burda kalıyorum! 

-Gideceksin, anam, gideceksin! 

-Hayır, ben senin annenim! Ben de gitmiyorum, çocuğu da vermiyorum. 

Ninemin “çocuk” diye söylediği, babamın belini “çat” diye kırmıştı. 

Bir arada taşıdığı ne varsa orada olduğu gibi bırakıp yavaşça ona doğru yürüdü. 

-Anne, beni anlamanı istiyorum. Gençliğe ayak bastığımdan beri bu derelerde canım çıktı. Değirmenden geliyorsam, atım iki-üç kez dinlenmeden çuvalları çıkaramaz; odun yükleyip dönerken, araba iki üç kez devrilmeden eve ulaşamaz. İçme suyunu bile ta aşağıya inip çıkarmalısın… -Sıralamaya devam ederken, ninem daha fazla söyletmeden, orada durdurdu. 

-Bu anlattıkların için mi, babalarının, onların da babalarının bereket içinde oturduğu, adlarıyla anılan sırtı bırakıp gidiyorsun, nan! Kardeşlerini de yanına alıp, bi yol yapmaya üşendiğin için mi? 

-Hayır, anam, sadece o değil, lanetli bu yer: Bir yıl içinde önce babam öldü, sonra gelinin, doğacak çocuk… 

-Kes sesini, Alakarga! Baban öldüyse, yaşını alıp gitti. Karını, ağır işlerle biz öldürdük, doğacak bebeğini kendi ellerimizle öldürdük… Biz şeytanlaştıysak Yüce Tanrı’nın ne suçu var? Görmüyor musun bizi nasıl pişman ettiğini?! 

-Yeter, anne! Başımı dibek taşı yapıp, tuz öğütüp ovada bir ev inşa ettim. Önümüzden anayol geçiyor, arkamızda büyük nehir Ketvan. Değirmen yakın, orman yakın, okul yakın… 

-Yeni kayınbabanlar da yakın olacak, öyle mi? Ama onlardan önce, gözünü dünyaya açtığında gördüklerinin uzak kalacağını bilmiyor musun? Ne olacak bu mezarların? Bir yıl içinde orman yutup götürür. Ölünün yası kalanlar içindir: unuttun mu? Haayır! Ben bu sırtı bırakıp hiçbir yere gitmiyorum. Gelin olarak geldiğim, peş peşe oğlanları dünyaya getirdiğim, büyüttüğüm, gelinleri getirdiğim, bütün sırtı dolduracak torunlarımın doğduğu… Bu sırt mı uğursuz olan, ha? Siz şeytan dalsın diye yolu açtınız, ama Yüce Tanrı aklımızı başımıza getirdi. Bizi affetmesi için ona yalvaralım, eteklerinde dua edip başımızı kurtaralım! 

Ninem dolmuş, sözlerini sıralarken, karı-koca da eşyaları hızla yüklemekteydi. Beni, istediğim kadar göremediğim öküzlerin önüne dikmişler, güzel değneğimi oynatmakla meşguldüm, onları haydamayı düşleyerek… 

Arabamız sırt boyu yola koyuldu. Epey gittikten sonra çevirip bayır aşağı gitmeye başladık. Araba boyunduruğu öküzlerin boynuna dayanmış, babam kollayarak, koşturmadan önlerinde gidiyordu. Kıvrılarak uzanan küçük deremizi geçtik. Nedendir bilmem, o zaman içime bir şey saplanır gibi oldu. Dik bayıra sardık. Bu çetin yamaçlardaydı babamın arabasının devrildiği yer. Öküzler bayırı neredeyse dizleriyle çıkmış, artık karşı sırtta gider olmuştuk. Ben kollarımla köpeğimiz Dırgej’i sararak kucağıma almış, arabanın boynuna oturmuştum. Kucaklayıp, öpüp okşadığım halde, temelli gittiğimizi anlamış olacak ki, bir-iki sızlandıktan sonra, elimden kurtulup fırladı ve serseri kurşun gibi geriye, bıraktığımız eve yöneldi. 

Arabamızın dingil gıcırtısı durmuştu. Karşı sırttan zavallı ninemin ağlama sesi duyuluyordu: 

-Anneni bırakıp gittiysen de, onurunla gitmiş ol, nan! 

  

*Abhaz edebiyatçı Platon Bebiya’nın (1935-2021) öyküsü… 

  

Çeviri: Axba Esat Özen 

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz