Çiy taneleri…

0
101

Tozlu bir yolculuğun sonunda eriştiğimiz bir “Ket ceug” idi Uzunyayla bozkırında…

Gündüz gözüyle görseniz bu kârgir binanın içine insan girmez diye düşünebileceğiniz kadar eğrelti yapının, gece boyunca Avusturya opera ve balesini kıskandıracak bir eğlencenin, sanatın, dansın, estetiğin olabileceğinin ispatı gibiydi o gece “Uzunpınar Köyü”.

Yıldızların yarenliğinde yol aldığımız, tozpembenin boza çalan, hatta genizleri yakan koyu gri bir gecenin başında varmıştık köye.

Senfonilerin en otantik, poyrazlara yoldaş, melteme kardaş olmuş, kırmızı akordeon boynunun borcu Berkuk!..

“Salon”a girişte karşılandığımız boğuk toz bulutu bir şaşkınlık yaratsa da, taze arpa samanı tozuyla kendimize gelmeyi bilmiştik…

Kurulmuş düğüne eklenmiş renkli boncuklar misali masumca dizilirken, alışılmadık halde yere tabure niyetine konmuş bir mazot tenekesi üzerinde mindersiz oturan Berkuk, hem kırmızı akordeonu çalıyor, hem de ağzına burnuna maske niyetine sarılmış, daha çok bizim patoz çekme sırasında doladığımız “yeşmak” denen Anadolu eşarbını dolamış, öyle vuruyordu tuşlara…

Namı diğer “löküs”ün ışığı altında yükselen toz bulutu, yan pencerelerden havalanırken, Samanyolu’nu beslemeye gönüllü yıldız kümeleri misali yükseliyordu gökyüzüne…

Uzun süre onu seyrettiğimi hatırladım…

Neydi bu adamın dolmayan çilesi?

Hangi kuvvet bir halk müzisyenini buralara getirip bu şartlarda… Ne bileyim işte!..

Ama tek bir nota es geçmeden sabırla “Uzunyayla Gafe” çalıyordu Berkuk.

Gecenin solmaya yüz tuttuğu bir anda, inatla parlayan Çobanyıldızı gibi, ay yüzlü bir çift;

tüm geceyi efsunlamaya başladığında değişiyordu her şey…

Gafe’nin ilk tuşları ile birlikte ruhen ve fiziken tüm kârgir yapı altındaki gençliği kucaklayan, ritimlerin esiri olmuş, ardıç yuvarlamalardan yankılanıp ay ışığına uzanan melodiler, “Uzunyayla Gafe”nin derinliklerinde kayboluyordu.

Üzerine arpa samanı serpilmiş koyun ağılı zemininde, geriye çektiğin sol ayağındaki estetik, ileri ittiğin sağ ayağındaki samanları savuşturan umudun simgesi gibiydi o gecelerde…

İnsan denen canlıya, onurun sembolü gibi aşılanan o dans…

Sürülmüşlüğün travmasıyla, umudun pençesinde, var olmanın icrasından başka bir şey olamazdı…

Yüzünde bir tebessümle birlikte, mağrur bir kızıllık, göğsünde umudun kamburu, pervasız ama onurlu…

Acının, hasretin, nefretin harman olduğu; elinden ayağından, kasketinin ucundan fırlattığı bakışlarında gizli Çerkesliğiyle meydan okuyan, çakma rençber görünümlü “Abrek”ler…

Elbette ki çok efendi idiler, keza karşılarında kadınlar vardı, öfkelerini gömdükleri sevdaları kadınlar…

İşte böylesine karmaşık, böylesine çetrefilli idi o yıllar.

Berkuk da aynı motivasyonla çalıyordu belki de; yeşmaktan yapma toz maskesi ile kim bilir…

İnadına yaşamak değil midir zaten hayat?..

Sabahın meltemine çökmüş çiy taneleri omuzlarında, harmanlardan yükselen hasat kokularını taşıyıp dağılıyordu mağrur gençlik…

Yılların hoyrat, zamanın usul aktığı…

Pşınelerin umutla hüznü, gençliğin inatla tevazuyu harmanladığı, gerçek ile düşleri aynı anda yaşayabildikleri, bazen “Yedeuh” gibi beyaz, bazen de “Almestın” gibi kara yıllardı…

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz