Artık normalleşme başlamıştı; televizyonlarda, sosyal medyada “Depremin acılarını sarmalıyız”, “Depremi unutma, unutturma” “hashtag”leri yavaş yavaş “artık normalleşmeliyiz” minvalinde söylemlere dönüşüyordu.
Hatay’a gitmeye karar verdim. Peki, neden gitmek istiyorum? Kendi içime samimiyetle baktığımda aslında en çok kendimi onarmak için gitmek istediğimi gördüm. Bakış açısına göre bencilce görünebilir. Depremi bizzat yaşamış, yakınlarını kaybetmiş, en iyi ihtimalle sahip olduğu her şeyi yitirmiş insanların acısının yanında benim uzaktan yaşadığım travmayı onarmaya çalışmanın ne önemi olabilir? Ben yine de sorgulamayı bırakıp, bir şeyler yaparak birilerinin -ve de kendimin ruhuna iyi gelmek umuduna tutunmayı seçtim.
Travma tanımlarından biri; bir şeyi, durumu anlamlandıramamaktır. “Bunlar niye benim başıma geliyor?”, “Ne yapabilirim?” sorularına yanıt bulamamak ve suçlu hissetmek… 6 Şubat Kahramanmaraş merkezli depremlerden sonra anlamlandıramadığım şey, doğal felaket değil, insan eliyle olan ihmal, yıkım ve sonrasında yaşanan kaostu. İnsanların yardım çığlıklarını sosyal medyadan çaresizce seyrettim herkes gibi…
Yanıtsız sorular… Sürekli deprem yaşanan ve yaşanacağı bilinen bir ülkede binalar neden depreme dayanıklı yapılmaz? İnsan insana bunu neden yapar? İnsan kendine bunu neden yapar? Sonrasında sıcak evimden, yediğim yemekten ve uyuduğum uykudan suçlu hissetmek… Bu durumda dayanışmanın parçası olmak ve bunun herkes için onarıcı etkisine sığınmayı istedim.
Bölgeye giden herkesin kurduğu cümleyi ben de kuracağım: Sosyal medyada gördüğünüz gibi değil, olağanüstü bir yıkım… Bu cümleyi başkasından duysam abartılı bulabilirdim ama sadece insanların yüzüne değil, kentin tamamına sinmiş kederin sesi ve kokusu var diyebilirim. Bu kadar büyük bir yıkım ne zaman, nasıl onarılır? Onaracakların zaten yıkıma sebep olanlar olması insanı umutsuzluğa sürüklese de bu felaketin gösterdiği en önemli şeylerden biri, dayanışmaya inanan iyi insanların sayısının da çok fazla olması… Onların kendi adıma en ilham vericilerinden biri, sosyal gastronomi şefi Ebru Baybara’nın kurduğu, ülkenin birçok yerinden gelen gönüllülerin de çalıştığı Gönül Mutfağı Hatay’da umut oluyor. Ben de bir hafta bu ekibin gönüllüsü oldum.
Baybara, depremin ilk günlerinden itibaren; sadece yemek yapmak değil, yemek yapmayı daha iyi bir dünya için araç olarak kullanmayı göstermesi bakımından -belki de işim yemek yapmak olduğu için- benim açımdan çok değerli. Ben oradayken günlük 40.000 kişilik yemek sağlayan ekip, birkaç şef dışında tamamı ülkenin çeşitli yerlerinden hatta yurtdışından gelen gönüllülerden oluşuyor. Her meslekten gönüllü -çoğunluğu kadın tabii- kimliklerini, egolarını, etiketlerini geride bırakarak güle oynaya çalışıp iyilikle bütünleşiyor. İnanılmaz bir çalışma şevki var. Çoğumuzun hayalini kurduğu fakat gerçekleşmeyeceğine dair güçlü bir inancımızın da olduğu:) bir çeşit komün hayatı andıran, insana dair her şeyin olduğu bir yer. Çürümenin olduğu gibi iyiliğin de domino etkisi yarattığını görmek, ucundan tutan herkes gibi bana da çok iyi geldi.
Hâlâ birçok enkazın olduğu sokaklarda kiminle konuşursanız “Devlet ilk üç gün yoktu” diyor ve başlıyor anlatmaya… Evet, anlatmaya, konuşmaya çok ihtiyaçları var. Anlatarak iyileşiyorlar belki de…
Hataylıların yitirdikleri onca şeye rağmen cömertliklerine tanıklık ediyorum. Yemek dağıtmak için gittiğimiz mahallede; ben sorarken, cevapları dinlerken bahçeden topladığı meyveleri ikram ediyor bir amca… Bir başkası evde yaptığı oraya özgü limonlu dondurmayı getiriyor. O bahçeye, o lezzetli dondurmaya bir işaret bırakıyorum içimden inatla… Bu insanlara baktıkça öfkem, hüznüm, çaresizliğim azalıyor. “İyilik oldukça” diyorum, “iyileşiriz belki”… Kim bilir?
Hatay’da geçirdiğim bir hafta süresince hem Gönül Mutfağı’nda hem de sokaklarda tanıştığımız insanların hikâyelerini dinledim. Hikâyeleri, kayıpları ruhuma dokundu. Onlar benim hayatıma dokundular. Bana umut verdiler, güç verdiler, iyilik verdiler. Bana kendimi onardığımı hissettirdiler. Belki de bu bir hafta benim için bir terapiydi. Belki de bu bir hafta benim için bir mucizeydi.
Kısa süreli de olsa dayanışmanın bir parçası olmuş olmanın tatmini ile döndüm, sağaldım, bir nebze olsun iyileştim.
Doğal olarak ilk verilen yardımlaşma refleksi azaldı. Neredeyse her güne bir toplumsal travma düşen ülkenin insanlarına hızlı unutuyorlar diye kızabilir miyiz? Ama dört aydır aralıksız hizmet veren Gönül Mutfağı hâlâ gönüllü çağırıyor. Sürdürülebilirliği sağlamak adına “en az beş gün kalma” dışında bir şart aranmıyor.
Hatay’a gidin. Gidin ve dayanışmanın bir parçası olun. Gidin ve kendinizi onarın. Hatay sadece bir yer değil, bir duygu.