Yirmili yaşlar, daha sıcak ile soğuğun ayrımını, siyah ile beyazın farkını bilmediği yaşlar…
Bir tek renk farkında, kaynayan kan rengi, kırmızı…
O yüzden yirmi sene sonra, bir kırmızı zeminde uçtuğunu gördü…
Ve gördüğünü çizdi, bir güle düşen kan tanesi…
Yirmi sene sonra yasak renkli kuşların rengini görüyor, çiziyor…
Yeşillikler arasında hem seslerini duyuyor, hem renklerini…
Çizdiklerinde kırmızı hep var, kan kırmızı, en çok sevdiği renk çünkü…
Yirmili yaşlarda soğuk ile sıcağın farkında olmadığı zamanda, denizin soğuğunu bilmediği zamanda, kanının ateş renginde kaynadığı zamanda…
Üşüdüğünün farkında olmadığı zamanda, yaz kış bilmediği zamanda, deniz çarptı onu…
Balıkların yumurtasını denizin soğuğunda sakladığı zamanda denizde gözünü açtı…
Göz kırpmasına fırsat vermeden, kılıçbalığı ile tanıştı…
Denizde kaybolan kan rengini ilk defa o zaman gördü, denizin tuzlu olduğunu kılıç yarasında gördü…
Gözünü yakmıyordu oysa…
Keskin kılıcın izinde tuz acısı vardı, kan denizde dağılırken dans eder gibiydi…
Yirmi sene sonra elinde gerilmiş geyik derisinden yapılan davuldan çıkan ses ile yaptığı dans gibiydi dansı…
Onu çizmek için yirmi yıl beklemişti…
Aydınlık bir geleceğe giderken, yolculuğun bitmesini istemiyordu, motorun sesinin kulaklarından eksik olmasını istemiyordu…
Yükselirken, su içmek istemiyordu… Su acı veriyordu ona…
Susuz kalmak istiyordu, tuzlu suyu sevmiyordu öncesinde, tatlı suyu da sevmedi sonrasında…
Gerilmiş deriden çıkan davul sesi, çatıya kadar ulaşıyordu…
Her bir dokunuşta, renklerini saklayan kuşların sesini duyuyordu…
Güneşte kuruyan derisinde biriken deniz tuzu, teninden dökülürken, fırça darbeleriyle gördüklerini çiziyordu…
Acısı oldukça devam edecek, tuzun tadını bildiği sürece renkleri birbirine karıştıracak…
Soğuğu, sıcağı, siyahı, beyazı bilmediği zamandan öğrendiği acı, onunla yaşayacak…