Yeşilçam’da ‘makbul öteki’ vatandaş kimliği inşa çabasının fütursuz rahatlığı…
Yeşilçam sinemasının 1950’lerden 80’lere kadarki etkin dönemlerinde Kafkasya konuları pek ele alınmamıştır. Bu alandaki tek istisna yazının konusu olan filmde rol alan oyuncular, dönemin sektörde yer alan Adige ve Apsuwalarından oluşturulmuş.
Film, “Yönetmen Natuk Baytan’ın yanı sıra hem yapımcı hem yönetmen, aynı zamanda başrolü oynayan G. Yıldırım Geç (Gencer), 70’lerin sıkıntılı ortamında edinebildikleri kısıtlı imkânlarla bir şeyler yapmaya çalışmışlar” olarak da değerlendirilebilir.
Daha önce Jineps’te (2013) Çurmıt Sabahattin kısa bir tanıtım yazmış (https://jinepsgazetesi.com/2013/01/iki-film-birden/), onun haricinde internette herhangi bir yazı bulamadım. Film, kötü bir kopyası olsa da YouTube’dan izlenebiliyor.
Natuk Baytan filmografisindeki diğer “kahramanlık” hikâyelerinden birini daha icra etme niyetiyle başlamış ama yönetmenliği paylaşıyor olmasının etkileri filmin her sahnesinde kendini belli ediyor.
Filmin konusuna geçmeden önce o dönemin koşullarına bir göz atmakta yarar var…
Demokrat Parti (DP) hükümetinin politikalarına ve ülkede demokratik hakların kısıtlanmasına karşı eylemlerin yoğunlaştığı 12 Mart muhtırası sonrasında Denizlerin idamına kadar ilerleyen bir dönem.
Dünyada ise 1950’den McCarthy sonrası Soğuk Savaş’ın yoğunlaştığı, Hollywood’daki “cadı avı”nın etkisinin yeni sonlandığı zamanlar.
1960’ların sonuna doğru Vietnam Savaşı’nın kaybı sonrası Amerika’da yükselen “özgürleşme” ve “sistemi sorgulama” süreçlerinin yaşandığı; toplumsal sorunların, demokrasi taleplerinin gündeme geldiği, Avrupa’da isyan hareketlerinin yoğunlaştığı ve kolonyalist ilişkilerin sorgulandığı, modern değerlerin aşındığı, yeni kavramların, arayışların ortaya çıktığı kritik bir dönem.
“Müzikler yarı Türki ezgileri çağrıştıracak şekilde genelde Oset ezgileriyle harmanlanmış, yani Abhazya’da ne ‘Apsua koşara’ var ne ‘Awraşa’… Gerçi orda yaşayanlardan Apsuwa olarak bahseden de yok, tabii o kadar ‘KAFKAS’lı varken ne gerek var!”
Rus-Kafkas savaşları sonrasında Osmanlı’nın iskân politikasına göre Anadolu’ya yerleştirilmiş ve Osmanlı zamanında bir nevi “milis gücü” gibi (özellikle Balkanlar’da) değerlendirilmiş sürgün bir halkın gençleri de tabii ki bu dönemden etkilenmeye başlamış, henüz dışa kapalı köy yaşamı ve değerlerinden yeni ayrılmış olmanın etkisiyle sürece kendi özgünlüğüyle dahil olmuştur. Bu dahil olma sürecinde büyük şehirlere gerek ekonomik gerekse eğitim sebebiyle gitmiş jenerasyonun bir araya gelmesiyle dernekleşme faaliyetinin de ilk olarak hayata geçmeye başladığını görüyoruz.
Gelelim film hakkındaki değerlendirmeye… Başlangıcında hemen fark ediliyor; filme ciddi bir bütçe ayrılmış, bunu hem casting’den hem de atlar ve figüran sayısından anlıyoruz; yanı sıra bütçede ne kadar yer aldı bilinmez ama Kafkas ekibine ve oyuncuların sahne kostümlerine epeyce bir yoğunluk verilmiş, nerdeyse bütün oyuncular sahne dansçıları gibi giyinmişler.
Bütçede mekân estetiğine ve efekt kalitesine pek dikkat edilmemiş, birçok bina savaş dönemi etkisi yaratmak adına yarı metruk halde fakat orada yaşayanlarda bu etki hiç belli değil, hatta tam tersi. Bu durumun, daha sonrasında başlayacak absürtlüklerin habercisi olacağını hissediyoruz, bunun gibi birçok detayın üstünkörü, özensiz ve baştan savma oluşu filmin “sipariş üzerine” çekildiği duygusunu hayli güçlendiriyor.
Rusların domuz olarak adlandırılmasını, savaşın ve eğlencenin aynı derecede önemli olmasının sürekli vurgulanmasını, geleneksel ritüellerin ayağa düşürülmesini, kadın-erkek ilişkilerinin hafifliğini, hamasetle kurgulanmış diyalogları, 1870’lerde daha ortada olmayan Türkiye’ye göç etmeyi, Abhazya’da Türkçe konuşulması gibi meseleleri dert etmeden hemen dönemin şartları gereği şehir yaşamına yeni katılmış kitleye İslami soslu Panturanizm aşılama, asalet ve soyluluk kavramları arasına serpiştirilmiş ırkçı tanımlara dikkat çekmek gerekiyor (Susran, Osetya’dan Kırım’a bağımsız Kafkasya kurmak isteyen bir grubun üyesiymiş).
“Bağımsızlık için ciddi bedeller ödemiş anavatan Abhazya’nın en azından diplomatik olarak bile tanınmasını sağlayamamanın, ciddiye alınmamanın kökenlerini oluşturan imajın bir parçası orada yer alıyor”
Aslında bu kavramların yaygınlaşması Cumhuriyet’in kuruluşu sırasında Kuvayı Milliye cenahında yer alan Çerkeslerin, saraya yakın feodal beylik yapısını lağvetmesi sonrasında resmi ideolojiye (tabii ki sermayeye de) eklemlenmek isteyen, henüz burjuvalaşamamış, uzak denizlerden gelen sermayenin belirlediği doğrultuda düzen alma derdindeki madun yapılara adeta can simidi olmuştur.
Filmin yarı süresinin “Elbruz Halk Dansları”nın gösterileriyle geçtiğini görüyoruz, müzikler yarı Türki ezgileri çağrıştıracak şekilde genelde Oset ezgileriyle harmanlanmış, yani Abhazya’da ne “Apsua koşara” var ne “Awraşa”… Gerçi orda yaşayanlardan Apsuwa olarak bahseden de yok, tabii o kadar “KAFKAS”lı varken ne gerek var!
Bizim danslarımız gösteriş değildir, artistlik hiç değildir; bütünsel kültürün, geleneksel ritüellerimizin bir parçasıdır ve Alevilerin semahı, Mevlevi semazenlerin seması ne ise bizim danslarımız da her bir hareketin mana içerdiği manevi performanslardır, sahne gösterisi olarak sunarken buna özen gösterilmelidir. Bunu bu durumundan uzaklaştıran yaklaşımın mimarlarından, önce Kazak korosunda yer alıp sonra “Boğaziçi Yıldızları” ekibi üyelerinden olan Elbruz Gaytaoğlu’ndan bahsetmemek olmaz…
Kendisi Sovyet ordusunda yetişmiş bir subayken 2. Dünya Savaşı’nda taraf değiştirmiş, Nazi ordusuna katılmış, savaş sonrası kamplarda geçimini sağlamak adına kendi gibi diğer dansçılarla gösteri dünyasına girmiş bir şahsiyettir. Savaş süresince hem Nazi partisi hem de Mussolini’nin partisinin etkinliklerinde sahne almış bir gösteri ekibinin üyesi olduğunu hatırlamak gerek, hafıza önemlidir.
Filmi izleme zahmetine girecek olanlara, o dönemde Apsuwa cemiyetlerindeki ritüellerle karşılaştırmalarını öneriyorum. Aradaki farklara, “makbul öteki” yaratmak adına hiçe sayılan, çiğnenen ve gizlenen özelliklerin neler olduğuna dikkat etsinler, bakalım neler görecekler…
Türkiye’de sahip oldukları ciddi nüfusa rağmen kendi bağımsız örgütlenmesini kurarak, bağımsızlık için ciddi bedeller ödemiş anavatan Abhazya’nın en azından diplomatik olarak bile tanınmasını sağlayamamanın, ciddiye alınmamanın kökenlerini oluşturan imajın bir parçası orada yer alıyor.
Bu film aslında Kafkasyalı ruhunun ve karakteristiğinin nasıl gösteri dünyasınca pazarlanarak toplumun yapısından uzaklaştırma aracına dönüştüğünün hazin hikâyesidir. Bunun farkına varan gelecek kuşakların önünde, bu tecrübeleri aktarmak ve bu ruhun canlandırılmasını sağlayacak projeler oluşturmak bir sorumluluk olarak duruyor.