‘’…ama yine de dik duran insanları ziyaret etmek de bir koruma olabilir.’’
Mesaj geldi, sabahın ilk ışıkları ile üstelik, posta güvercinlerinden daha hızlı bir şekilde geldi…
Muhakkak o seçilmiş insanlar ziyaret edilecek, ömre ömür katan insanlar ömrü uzatamasalar bile zarar vermemeye uğraşıyorlar, onlar ziyaret edilecek…
Anne ve babadan sonra, bu farkındalıkla gelen ikinci kuşağın işi daha zor diye düşünüyorum. Bu seçilmişlik, ayrıca adanmışlığı da beraberinde getiriyor…
…
Pavel’i bir daha göremeyeceğim, fakat unutmayacağım kesin…
Dün hakkında yazdıklarımdan sonra merak ettim ne yaptığını, ışık hızıyla ulaştım…
Yazdıklarıma cevabı yine çabuk oldu, Zemheri ayında, yani yakın zamanda gelmiş anne ile babası…
İki yıldır görmedikleri oğullarına kavuşmuş anne ile baba…
Gönderdiği fotoğraflara bakıyorum, babasının tıpkısı neredeyse, annenin gülümsemesi ise neredeyse fotoğraf çerçevesinin dışına taşmış…
Pavel’in iki yıl önceki hali kalmamış, askerden yeni terhis olmuş gibi, ama çok hafif kilo alınmış, saçlar uzamış, yüzünde zamanın geçtiğini gösteren belli belirsiz çizgiler…
Henüz kırışıklık yok ama babasının fotoğraflarından geleceğinin nasıl olacağı belli…
Hiç ortada olmayan bir karakter daha var, onun adını bilmiyorum ama Petro, hatta Deli Petro demek istiyorum adına…
Bu Petro, bizim Pavel’in ağabeyi, epey bir zaman önce gelmiş Polonya’ya…
Burada evlenmiş, Pavel’in elinde küçük valizi ile geldiğinde ise, onlarda kalamayacağını söylemiş o küçük biraderine…
Haftada bir gün kıyafetlerini yıkamak için ağabeyinin evine gittiğini söylemişti Pavel…
Kardeşini evinde istemeyene Petro hatta Deli Petro ismini bu yüzden uygun gördüm…
Petro ve Pavel, iki kardeşin farklı iki ayrı hikâyesi…
Pavel, ağabeyi Petro’nun kendisi gibi olmadığını, içedönük hatta bir nevi depresyonda olan birisi olduğunu anlatmıştı…
Ağabeyin ismini Petro koyduğum gibi, bazı olmayan şeyleri de yazdığım olmuştur… Tokat yediğimi yazmıştım ama aslında tokat yememiştim, ama el havada yüzümde her an patlayacağı hissini anlatmak zor olacağı için, okkalı tokadı yüzümde patlatmıştım…
Kâğıt ve kalem benim değil mi, biraz abartmanın hatta heyecan katmanın bence hiçbir zararı yok…
Neyse gelelim ismini uydurduğum Petro’ya, Pavel’in gönderdiği fotoğraflarda, ağabey ne anneye ne de babaya benziyor…
Onu bir kenara koyuyorum, zaten fazlasıyla hakkında konuştuk…
Elimde olsa, mülteci kardeşine sahip çıkmayan Petro’ya ben bir tokat atacağım…
Haddini bildireceğim haddim olmadan…
…
Tekrar iki sene öncesine gidelim, nihayet akşam yemeğini yemek için o meşhur yöresel yemekleri yapan lokantaya gidiyoruz…
Karnımızı doyurduk ama biraz fazla geldi yediklerimiz, ben ertesi gün yola çıkacağım, şövalye adası Malta’ya gideceğim…
Yiyemediğimiz, kalan yemekleri paket yaptırıp onun almasını istiyorum, kabul ediyor…
Ertesi gün, havaalanına gitmeden önce bir daha buluşuyoruz, ürkek bir çocuk misali, yirmili yaşlarda muhalif ve ülkesini bırakan bir genç olarak hayallerini soruyorum, anlatmaya başlıyor…
Buraya gelirken, inşaatta çalışmak için vize aldım ama şimdi eğer bir fırsat olursa bir Yunan restoranı var, orada çalışmak istiyorum, diyor… Eğer çalışma izni alabilirsem diye ekliyor…
Sonra, diye sordum. Sonrasını bilmiyorum, dedi…
Eliyle o koca binanın duvarına çizilmiş güvercin resmini göstererek, sadece kanatlanıp uçmasını istiyorum, dedi…
…
İki yılın sonunda, anne ve babasına kısa süreliğine bile olsa kavuşan Pavel, Yunan restoranında çalışmaya başlamış…
Hayalleri çalınan Pavel’in, tekrar hayal kurabilmesi umuduna…
Ve onun gibi, her daim ilkelerini savunanlara…