Epey zamandır zor günler yaşıyoruz. Ortalık gri… Her şey kötüye gidiyor gibi sanki… Güçlü ve sevgisiz bir insanlık hali içimizi karartıyor…
Ama bu sadece işin bir tarafı… Bu yoğun atmosferin görünmez kıldığı başka bir toplumsallık var, bir alternatif var: “Aşk”ı düşünmek…
Ama pembe-kırmızı boyalarla, uçuşan kalpçiklerle dolu, bir tüketim nesnesi olarak aşktan değil, bir insanlık hali ve yoğun bir duygu hali olarak aşktan söz ediyorum. Felsefi bir düşünce alanı ve sosyoloji teorisinden bakılabilecek “sosyal” bir olgu olarak aşktan…
Öncelikle genel bir giriş yapayım… Aşk insanlar arasındaki ilişkilerde en yoğun yaşanan duygulardan biri, belki de en yoğunu. İnsanın kendini kaybettiği, “öteki” ile özdeşleştiği, zamanının tamamını ele geçiren, her mekânda kendini hatırlatan bir duygu. Ancak, birçok duygu gibi, aşk da tek başına ortaya çıkan bir duygu değil.Her halükârda başkalarıyla birlikte, başkalarına göre, başkalarıyla olan iletişim içinde ortaya çıkıyor. Bir başkası söz konusu olduğu için, o başkasıyla olan ilişkinin seyrinin uzanabileceği başka duygular da var. Mesela, eğer “aşk”ı bir başkasıyla yaşanan bütünleşme haline ilişkin en yoğun duygu olarak tanımlarsak, bu ilişkinin kendini yok etmesine denk gelen duygu ise “nefret” olarak karşımıza çıkıyor. Yani ilk elde, kısaca, bir yanda çok yoğun bir özdeşleşme, “tek” olma; diğer yanda gene çok yoğun bir “kopuş” ve parçalara ayrılma halinden bahsedebiliriz…
İki kişinin yaşadığı yoğun duygu her ne kadar “bir” olmak gibi kabul edilse de, Alain Badiou’ya göre aşk “bir” olmaktan daha fazla bir şeydir. Ona göre, aşk “iki kişilik bir özne” (un sujet à deux) ya da farklı iki kişi olma halini koruyarak “özne” olmaktır. Başkasıyla aşk, kendine benzeyen ile olamaz; çünkü kendine benzeyeni aramak “narsisizm”dir, kendini sevmektir. Aşk “tek” olmak gibi görünse de değildir; farklı olanla birlikte çoğalmaktır. Ötekiyle birlikte teke “inmek” değil; ötekini farklılığında sevmek, birlikte olmak ve “bir”den “iki”ye çıkmaktır.
Badiou’nun bu yaklaşımını çok zihin açıcı buluyorum. Ve bu yaklaşımın toplumsal ilişkilerin bir düzeyini anlamak için de çok faydalı olduğunu, iki kişi arasındaki aşkın ve toplumun bir arada okunabileceğini düşünüyorum.
‘Aşk’ı toplumla ilişkilendirmek için, Durkheim’dan esinlenerek, çok temel bir sosyolojik tespitten hareket edeyim. Toplumsal ritüeller topluluk ruhunu besler. Ritüellerle sağlanan etkileşim, kolektif coşku aracılığıyla, farklı insanları “tek beden”haline getirir. Dini ya da dinselleşen seküler ritüeller vesilesiyle (av, kurban, milli anmalar, siyasal parti mitingleri, futbol maçları, rock konserleri vb.) bireyler ve onların bedenleri arasında sağlanan titreşim (zikir) sayesinde sosyal gruplar konsolide olurlar. Bu ritüeller sayesinde her ne kadar tanrı, din, millet, futbol takımı vs. yüceltiliyor olsa da, en nihayetinde bu ritüeller “kendine tapan toplum”u kurar… Bireylerin kendilerini aşan, hepsinin üzerinde oluşan ve yükselen kolektif coşku, gündelik hayatta, yere basan bireyleri soyut ve ilahi bir düzeyde yeniden kurar. “Biz ne kadar mükemmeliz!” diyen toplum (ya da irili ufaklı herhangi bir “dava”nın taraftar grupları) kendine “âşık” olur.
“Sosyal” olan, “duygusal” olanı yapar; “duygusal” olan da “sosyal”i…
Durkheim’ın verdiği kolektif coşku yani sosyal olarak inşa edilen duygu örneğinde olduğu gibi, hayatın her alanında duygular “sosyal” olan tarafından belirlenir, şekillenir. Cenazede, düğünde neler hissedeceğimizi toplumdan öğreniriz. Aynı “olay”a (mesela cenazeye) İngiltere’de farklı, Diyarbakır’ın bir köyünde farklı tepkiler veririz. Geleneksel Yunanistan köylerinde “ağlayıcı kadınlar”, cenaze evlerinde yas atmosferine katkıda bulunurken, Londra’daki kraliyete ait bir cenazede siyah gözlüklerin arkasında “metin” durmak makbuldür.
Anadolu ve Trakya köylerinde evlenen genç kızın ağlaması âdettendir. Ama numaradan değil, genç kız gerçekten ağlar ve herkesi ağlatır (hatta “çok gülen” gelin kız pek makbul sayılmaz). Ya da gelin “ağlardı” demek lazım belki; çünkü gelinler artık ağlamıyorlar; modern zamanlarda gelin olmanın “duygusu değişiyor” yani yeni sosyallikler yeni duygusal haller üretiyor.
Ya da cinsellik… İki insan arasında yaşanan bir ilişki türünün özgürlük, ayıp, namus, üreme, hedonizm, aldatma, sadakat, ahlak, ensest gibi çok çeşitli sosyal ya da kültürel norm ya da değerlerle ya da pratiklerle ne kadar çok çeşitlilik içerdiğini göz önüne alabiliriz.
Ya da yoksulluk içinde yaşayan insanların, zenginlik karşısındaki duygularının içinde bulundukları toplum ya da kültürel kesimlere göre nasıl utanç, öfke, kıskanma, hınç ya da tevekkül ve kanaat şeklinde tevarüs ettiğini de not edebiliriz…
Ancak sosyal pratiklerin inşa ettiği duygular pasif sonuçlar değildir. İnsanları bir araya getiren, barıştıran, öfkelendiren duygular da toplumu yani “sosyal”i yaparlar.
Toplumsal hareketleri düşünelim. 1900’ler Çarlık Rusya’sını mesela… Bir yanda “kutsallık” halesiyle donanmış, kendini Tanrı’nın adamı zanneden, her türlü servetin sahibi, şaşaa içinde yaşayan bir çar ve ailesi… Diğer yanda derin bir yoksulluk içinde kıvranan, çar istediğinde savaşa gidip ölen, köle muamelesi gören işçi ve köylüler… Bu işçi ve köylülerin “duyguları” tam da adaletsiz bir dünya içinde oluştu. Aşağılanma, öfke, hınç vb. duygularla donanmış “proleterler”, Marx’ı ya da Lenin’i okudukları için değil ama bu “öfkeleriyle” donanıp “devrim” yaptılar. Devrimden sonra da gene aynı “hınçla” Bolşevik Partisi’nin önderliğinde “proletarya diktatörlüğü” teorisini desteklediler ve düşmanlarına hiç acımadılar. “Sosyal”in ürettiği duygular dönüp yeni bir dönemi, yeni bir sosyalliği hazırladı.
Türkiye’deki muhafazakâr kesimlerin, İslamcılıkta karşılığını bulan duyguları da çok farklı bir şekilde gelişmedi. Necip Fazıl’ın “öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya” sözleriyle formüle edilen duygu, yeni bir sosyal hareketi ve siyaseti cisimleştirdi. Aynı formülle ifade edilen “aşağılanmışlık” duygusu, bugün Trump’ın destekçilerinden Modi’nin fanatiklerine ya da tüm dünya popülistlerine kadar her yerde siyaset alanının yeni aktörlerinin dilini kuruyor. Modern dünyanın kibirli diliyle dışlanmış kesimler, her yerde aşağılanmışlıklarını, hüsranlarını ve hınçlarını “intikam”a çeviriyorlar.
Aşkı kontrol etmek
İşte “aşk”ı yapan şey de “sosyal”dir, sosyal pratiklerdir… Aşk üzerine farklı zamanlarda ve farklı sosyokültürel çevrelerde üretilen yorumlar da bu pratiklerin çeşitliliğini gösterir.
Mesela fiziksel tekil bir varlığın yaşadığı ama takva-inanç yoğunluğuna göre iki taraflı gibi yaşanan “ilahi aşk”; cinsellik ve tanrısal olanı birleştiren Hinduizmde aşk; bizim mahallelerde “evlenilecek kadın” – “seks yapılacak kadın” ayrımıyla üreyen (her iki durumda da kadını nesne olarak kabul eden) aşk; hayali olanın gerçek olabileceğine olan inançla üreyen romantik aşk; Mevlana’nın aşkı, ortaçağdaki ya da Anadolu efsanelerindeki umutsuz aşklar; 70’li yılların devrimci bacı-yoldaş aşkı… Bunların hepsinde yeniden üretilen, gizlenen ya da beslenen duygular… Erotik arzu, ruhsal tatmin, tutku, aşağılayan-aşağılanan âşıklar, acı veren ya da coşturan ilişkiler… “Sevgili”, “ikinci kadın/erkek”, “metres”, “muta evliliği” gibi ilişkinin ve âşıkların statüsü…
Ancak öyle görünüyor ki, günümüz modern dünyası, bu kadar çok çeşitlilik içinde varlığını sürdüren aşka dair genel bir kalıbı da üretiyor. Kiliseye karşı, modern aşkın hazırlığı olarak şekillenmiş ve bir tür “saray aşkı” (“court love”) olarak tanımlanabilecek bir aşk bugün piyasada etkisini sürdürüyor. Soyluluk ya da şövalyelik değerleri altında, kadınların aşkını fethetmek için gösterilen performansa dayanan, bir tür eğlence ve oyun niteliği taşıyan bir aşk bu… Bu aşk “oyun” gibi ama çekim, itiraf, gizlilik, tapınma, reddediş (fazilet), ölüm (hastalık), kahramanlık, macera gibi kuralları ya da tezahürleri var.
Bu temeller üzerinde yükselen ve tüketilen genel bir aşk çerçevesi söz konusu ama aşkın izlediği güzergâhta çok çeşitli versiyonlar da var. Mesela “Üsküdar’a gideriken bulunan ve içine lokum doldurulan “mendil”den uzun uzun yazılan ve ucu yakılan aşk mektuplarına, oradan elektronik postalara, SMS’lere, WhatsApp mesajlarına, kısa videolara, “TikTok”lara, emojilere uzanan “duygu anlatma” teknolojileri vs. hepsi aşkı anlatmak için başvurulan yöntemler… Ve tabii ki, her farklı yöntemle anlatılan aşk, aynı ilişkiyi (ya da anlamı) üretmiyor.
Bugünkü modern ve neoliberal piyasa ortamında aşk da aslında verimli bir “tüketim” malzemesi ya da meta özelliği taşıyor. Tahayyüllerimizde bol miktarda kalıplar ya da modeller var. Herkesin tektaş yüzükle evlilik teklifi, söz, nişan, belediyede imza töreni, imam ya da kilisede rahip önünde, şahitlerle birlikte yeminler, bekârlığa veda partileri, Sevgililer Günü kutlamaları, “en orijinal evlenme teklifi” üretme çabaları, evlenmeye dair “event” ya da “concept” üretme şirketleri hakkında az ya da çok fikri var. İnsanlar internette, İslami ya da seküler evlenme sitelerinde “ruh ikizini” arıyor; aşk ve cinsellik sorunlarını televizyonlarda hallediyor; tanımadığı insanlara bile “seni seviyorum”lar gönderiyor…
Bütün bu piyasa büyük ölçüde paranın etrafında dönüyor. Aşk, cinsellik, evlilik sınıfsal konumlara, kültürel dairelere göre biçim değiştiriyor. Lüks konutlarında “cariyeleriyle” seks yaşayan ünlü işadamlarından “cennette 700 odalı bir binanın her odasında bulunan 700 bakire (her seferinde bekâreti yeniden onarılan) kızla sonsuza kadar ilişki” vaat eden hocaefendilere, “Param yok, kadınlarla ilişki kuramıyorum” diyen orta yaşlılara, “Kız arkadaşım yok, çünkü bir kahve bile ısmarlayamıyorum” diyen gençlere uzanan bir piyasa bu…
Ancak piyasa tüketim oyunları ve ideolojik yönlendirmelere rağmen, aşk olgusunun gene de tanımlanmaya karşı direnen bir içeriğe sahip olması da başlı başına bir anlam taşıyor.
Dünyayla yeni bir ilişki biçimi olarak aşk
Bu anlam, aşkın bizzat bir çoğulluk hali ve tek bir tanıma sıkıştırılamayacak kadar farklı yoğunluklarda yaşanan bir duygu olmasında yatıyor. Aşkı aşk yapan şey, içeriğinin hiçbir zaman denetlenemez oluşu… Çünkü iki insanın karşılaşmasında ortaya çıkan bir zenginlik hali söz konusu ve her toplum bu olağanüstü potansiyeli hep tanımlamaya, kontrol etmeye çalışmış. Toplumsal düzenler, aşkın çoğulluğunu sabitlemek, yerleşmesini ve nesneleşmesini sağlamaya çalışmış. Her dönem de bir tür tanım olmuş ama en nihayetinde aşk başka bir yere evrilmiş. Çünkü iki insanın ilişkisi her halükârda yeni kapılar açmış. Çünkü insanlar, tarih içinde üremiş bir toplumun içine doğarlar ama o toplumu değiştirirler. Bir tür aşkı öğrenirler ama başka bir aşkı yaratırlar.
İşte bu tanımlama imkânsızlığı içinde, bir yanda, gene de modern-kapitalist toplumun zapturapt altına almaya çalıştığı bir aşk var. Bu aşk, piyasayla belirlenen, bireyciliğe ve performansa dayanan, sözleşme içeren, kendine benzeyeni (ruh ikizini) arayan (narsisizm), fetheden, ele geçiren, “mutlu olun!” sloganlarıyla beslenen bir aşk… Bu olmadığı zaman, bireyler aşk konusunda “başaramamış” (looser – ezik, kaybeden)oluyorlar. Başarı ve başarısızlık ikilemine sıkışan aşklar da Herbert Spencer’ın sosyal Darwinist yaklaşımına paralel olarak “ancak uyum sağlayan hayatta kalır” mottosuna uygun bir dünyanın ürettiği aşka benziyor.
Oysa diğer tarafta -Badiou’nun bahsettiği- başka türlü bir var oluş var. Sadece kendini kurtaran bir varlık yerine, “birlikte ayakta kalma”yı gözeten bir var oluş. Yani daha evrensel bir aşk; “farklılık içinde birlik” anlamında bir aşk… İçinde riskleri, macerayı ve cesareti barındıran ama her halükârda başkalarıyla birlikte olan ve yaratıcı bir aşk… Bu aşk, ötekini bütünlüğü içinde kabul eder.
Narsisist “aşk” (eğer buna aşk denebilirse tabii) “sadakat” bekler; ötekine uyum sağlatamazsa ortaya “ihanet” çıkar. Aynılaştıran vatan-millet sevgisi sadakat-ihanet ikilemi içinde gerçekleşir. Bu yüzden ancak hâkim olanın vazettiği gibi sevmek gerekir. Eğer onun gibi sevmezseniz, farklılığınızı koruyup sevmek isterseniz “sevmiyorsunuz” demektir ve “terk etmeniz” gerekir.
Oysa aşk hataların affıdır, karşılıklı hoşgörüdür. İlk anlaşmazlıkta çekip gitmek değildir. Bunu aşmak ve daha da güçlenerek, yola devam etmek demektir.
Aşkla var olamayan toplum, narsisizmini (kendine tapınmasını) bile tüketmiş demektir ve artık “anomi”(normların yok olduğu, mutlak dağılma) halindedir. Sadece kendilerini seven, âşıklarının kendisi gibi olmasını isteyenlerin “aşklarının” da çökmesi gibi…
Bu yüzden “aşk” kavramı üzerine düşünmek, yeni bir özneyi (yani hayatı) yaratmak ile ölüm arasındaki geniş bir yelpazeye dair bize bir fikir verir. Aşk sayesinde toplumu, toplum sayesinde aşkı düşünebiliriz.
Aşk bize yeryüzü cenneti olmadığını ama bir “düzen” altında sürekli mücadele ve hareket halinde olduğumuzu, olmamız gerektiğini hatırlatır. Aşk,hem karşılaşma ve keşif içerir hem de ötekiyle karşılıklı güveni içerir. Aşk “emek” gerektirir. Toplum olmak, bizden farklı olanlarla muhabbet etmek, güven duymak ve güven yaratmak, farklılıklarla birlikte özne olmak demektir. Badiou’nun dediği gibi, aşken küçük “komünist” birimdir. Aşk tek bir kişi tarafından değil, birlikte elde edilen bir başarıdır, bu yüzden mütevazıdır. Aşk yoksa bencillik vardır.
Aşkı devlet yıkar, siyaset yıkar… “Aynılık” yaratan okul, ırkçılık, totalitarizm, süperego yıkar. Bizi örselemiş, güvensiz kılmış, travmalarımıza yeni travmalar eklemiş hikâyelerimiz ve bunlarla pişmiş duygusal sermayelerimiz ve içine girdiğimiz, giderek hızlanan yarışlarımız yıkar.
Buna karşılık aşkı -yani toplumu- esinlendiğimiz, beslendiğimiz, bizim gibi olmayanlarla yaşadığımız titreşimler yaşatır. Aşk kopuşları dikmek demektir. Toplumda kopuşları dikememek savaş yani kopuş süresince ve sonunda hep “ben yapmadım, o yaptı” diyerek günah keçisi bulmak demektir.
Topluma aşkla bakmak, yani “çoğul bir özne” olarak bakmak korkuyu, travmayı, öfkeyi, hıncı aşmak, barışmak demektir. Ve bunun için benden başkasına, ötekine ihtiyaç vardır. Hrant Dink’in dediği gibi “yaraları birlikte sarma” arzusudur. Bu aşkın “devrimci” tanımıdır.
“Başkası cennettir”
Aşk kesinlikle kendi gibi olanı bulmak değildir. Bu narsisist duyguyu yaşayanlar sadece bireyler değil; aslında bütün modern ulus-devletler bunu yapmaya çalışıyor. Kendi kendine tapan, aynılığına tapan toplum yaratmak… Yani adı ne olursa olsun, geleneksel ya da modern ulus-devlet, her halükârda “narsisist bir cemaatçilik”, üstelik neoliberal zamanlarda, popülizm ile kotarılan cemaatleşme hali hem “bireyciliği” hem de “totalitarizmi” kotarıyor.
Piyasaya düşmüş haliyle aşk, aslında şimdilerde yaşadığımız kutuplaşmış toplumların duygu halini anlatıyor. Bu toplumlar sürekli bir “fetih” mantığıyla var olabiliyorlar. Başka bir kalbi, bedeni fetheder gibi… başka bir kaleyi, mekânı, toprağı ya da bize benzemeyenleri fethetmek gibi… Başka bedeni, kalbi, insanları ya da toprağı ele geçirip bizden biri gibi yapmak, bize benzetmek gibi… Birlikte olmak değil, herkesi aynılaştırmaya soyunmuş toplumlar, aynılaştıramadıklarını düşmanlaştırıyorlar…
Başka bedenleri, toprakları ele geçiremediğimiz zaman ortaya çıkan yoğun duygu hüsran ya da aşk acısı; en iyi ihtimalle arabesk bir acı, en kötüsü tabii ki nefret ve yok etme duygusu… “Ya sev ya terk et!” ya da “Ya benim olursun ya da kara toprağın!”…
Başka bir tezahüre tahammül edemeyen faşizmin ele geçirmeye çalıştığı; kendine, aynılığa âşık toplumlarda yaşıyoruz. Oysa, farklı olanı yok saymak, yok etmek ya da “toplumsal ölüm” yerine, birlikte yaşamanın metaforu olarak aşk, bize -ilk sürtüşmede terk etmeyeceğimiz ya da kovmayacağımız- başkası ile yaşanabilecek yoğun duyguyu yani “hayat”ın ipuçlarını veriyor.
Son olarak, dindar olalım ya da olmayalım, Yaşar Kaplan’ın 1986’da Girişim adlı bir dergide değindiği “başkası cennettir” hadisinde kastedildiği gibi, “birlikte özne” olmayı, “bir”den “iki”ye çıkmak anlamında bir aşkı ve toplumu her şeye rağmen hayal etmek hiç de zor değil…