‘Barışın Yolunu Açmak’ konferansında yeni çözüm süreci konuşuldu
Barış İçin Toplumsal Girişim’in düzenlediği konferansta “Kürt sorununda çözümün neresindeyiz? Sürecin barış ve demokrasiye evrilebilmesi için hangi ortak politikalar üretilmeli? Barışı kazanmak için hangi acil adımlar atılmalı? Yapılması gereken hukuki ve idari düzenlemeler nelerdir?” soruları irdelendi
Barış İçin Toplumsal Girişim öncülüğünde 22 Haziran’da Eyüp Kültür Merkezi’nde düzenlenen “Barışın Yolunu Açmak” başlıklı konferansta, birçok siyasetçi ve çeşitli kurumlardan temsilciler bir araya gelerek Kürt sorununu konuştu. Eski AİHM Yargıcı Rıza Türmen’in açılış konuşmasıyla başlayan konferansta eski başbakan yardımcısı Bülent Arınç, DEM Partili Gültan Kışanak, CHP eski Genel Başkanı Hikmet Çetin ve eski AKP’li Ahmet Davutoğlu gibi isimler yer aldı, katılımcılar “müzakere masasının her yerde kurulması” gerektiğinin ifade etti.
Konferansın açılış konuşmasını yapan eski AİHM Yargıcı Rıza Türmen, çözüm sürecine ilişkin olarak ana muhalefet partisi CHP’ye çağrıda bulunarak; “Türkiye’de demokrasi mücadelesi vermek zorundayız. Bu mücadele mutlaka Kürt siyasal hareketini içine almalıdır. Demokrasi cephesi Kürt sorununa demokratik şekilde bir çözüm önerisi sunmalı. Bugün CHP, bu sürece önderlik etmeli, sadece desteklemek ya da karşı çıkmak olmaz. Çözüme ilişkin somut bir plan ortaya koymalı” dedi.
Konferans konuşmacıları şu isimlerden oluştu:
Rıza Türmen (önceki dönemler AİHM Yargıcı, CHP 24. Dönem Milletvekili), yazar Ayşegül Devecioğlu, Ayça Atçı (Kafkas Dernekleri Federasyonu YK üyesi), Bülent Arınç (Cumhurbaşkanı eski vekili, 22. Dönem TBMM Başkanı ve Başbakan Yardımcısı), Erdoğan Aydın (Yazar), Fatma Bostan Ünsal (Siyasetçi, hak savunucusu ve akademisyen), Fatma Gök (Profesör, eğitim politikası), Feride Eralp (Barışa İhtiyacım Var Kadın Girişimi), Gültan Kışanak (Kürt siyasetçi, feminist ve Diyarbakır Belediyesi eski eş başkanı), Hikmet Çetin (CHP eski genel başkanı ve diplomat), Levent Köker (Profesör, kamu hukuku), Meral Danış Beştaş (DEM Parti Erzurum Milletvekili, HDK Eş Sözcüsü), Mustafa Aslan (Alevi Bektaşi Dernekleri Federasyonu Başkanı), Sevtap Yokuş (Profesör, kamu hukuku), Tayyip Temel (DEM Parti Eş Genel Başkan Yardımcısı, önceki dönem Van Milletvekili), Tunç Soyer (İzmir Büyükşehir Belediyesi önceki dönem başkanı)
DEM Parti’nin eş genel başkanları Tuncer Bakırhan ve Tülay Hatimoğulları, tutuklu İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan ve CHP Genel Başkanı Özgür Özel de mesajlarıyla konferansa destek verdi, metinler iletti. İletilen mesajlarda, barışın sadece çatışmaların sonlanması değil, adaletin tesisi ve farklılıkların bir arada yaşayabildiği kapsayıcı bir toplumsal düzenle kurulabileceği vurgulandı.
Sonuç bildirgesi
Barış İçin Toplumsal Girişim, “Barışın yolunu açmak” başlıklı konferansın sonuç bildirgesini açıklayarak acil atılması gereken adımları sıraladı.
“Barış ve demokrasiyi tesis etmek bölgesel savaş tehdidine karşı tek güvence” başlığıyla paylaşılan sonuç bildirgesinde, “Bu koşullarda savaşın derhal durması, nükleer silahsızlanmanın İsrail dahil olmak üzere bütün bölge ülkelerinde sağlanması, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) İsrail yöneticileri ve savaş suçlusu Netanyahu hakkındaki kararlarının bir an önce uygulanması öncelik taşıyor” dendi.
PKK lideri Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat’taki “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” ile PKK’nin kendini feshetmesinin barış yolunda atılmış önemli bir adım olduğu ifade edilen bildirgede, “Bu tarihi eşikte konferansımız barış ve demokrasiden, hayattan yana tüm toplum kesimlerine, ülkenin geleceğini ilgilendiren gelişmelerin olduğu bu dinamik sürece bütün imkânlarıyla müdahil olma, barışın öznesi olma, barış ve demokrasi talebini yükseltme çağrısı yapıyor” dendi.
Sonuç bildirgesini okuyan yazar Ayşegül Devecioğlu, konferansın en temel mesajını şöyle özetledi:
“Ülkemizin karşı karşıya olduğu bölgesel savaş tehlikesine karşı demokratik siyaset alanının geliştirilmesi, barış ve refah içinde bir arada yaşayan bir toplumun varlığı en büyük, belki tek güvencedir. Yanı sıra Kürt sorununa Türkiye’nin demokratikleşmesi çerçevesinde çözüm öngören somut bir projenin hazırlanmasına ihtiyaç vardır, güvenlikçi zihniyeti değiştirecek çoğulcu, katılımcı bir demokrasi projesine…”
Acil atılması gereken 10 adım
Bildirgede, barış ve demokratikleşmeyle ilgili olarak atılması gereken acil adımlar ise şöyle sıralandı:
1- Anayasa’nın 90/son maddesi uyarınca, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Anayasa Mahkemesi’nin bireysel başvuru ile ilgili kararlarına uygun hareket edilmeli; İstanbul Sözleşmesi’ne geri dönülmeli, Terörle Mücadele Kanunu ve Türk Ceza Kanununu ve yasal mevzuatın AİHM ve AYM kararları doğrultusunda gözden geçirilerek antidemokratik maddeler ayıklanmalı.
2- Yine AİHM kararlarının defalarca ortaya koymuş olduğu üzere, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun hukuka aykırı uygulanışıyla ilişkili tüm kanunsuz emirlere, bu emirlerin pratik sonucu olan tüm gözaltı ve tutuklama işlemlerine son verilmeli.
3- AİHM kararları uygulanmadığı için hukuka aykırı bir biçimde cezaevinde tutulmaya devam edilen Kobani ve Gezi davaları dahil olmak üzere tüm siyasi hükümlü ve tutuklular serbest bırakılmalı.
4- Belediyelere yönelik operasyonlar derhal son bulmalı. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ve diğer başkan ve bürokratlar serbest bırakılmalı.
5- Hangi davadan yargılandıklarına ve hükümlü olduklarına bakılmaksızın bütün hasta ve yaşlı mahkûmlar özgürlüğe kavuşmalı.
6- Sınır ötesi operasyonlara son verilmeli.
7- Müzakerelerin kolaylaşması ve toplumun yeterince bilgi sahibi olabilmesi için, hem iktidar hem Kürt kesimi tarafından muhatap olarak kabul edilen Abdullah Öcalan’ın çalışma ve toplumun çeşitli kesimlerinin temsilcileriyle iletişim kurma koşulları AİHM kararları da gözetilerek yeniden düzenlenmeli.
8- OHAL döneminde çıkarılan 674 sayılı KHK ile getirilen ve yürütme organına seçilmiş belediye yöneticileri yerine kayyım atama yetkisi veren düzenlemeyi yasalaştıran 6758 sayılı yasanın 34. maddesi yürürlükten kaldırılmalı, yerel yönetimlerin idari ve mali yetkileri merkezle yetki paylaşımı yapılarak genişletilmeli, kamu yönetimi ademi merkeziyet esasına göre yeniden yapılandırılmalı, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na konulan çekinceler kaldırılmalı ve katılım hakkını düzenleyen ek protokole taraf olunmalıdır.
9- Kürt sorununun demokratik çözümü için gerekli yasal çerçevenin Meclis tarafından oluşturulması ve silahsızlanma sürecinin izlenmesi için kurulması önerilen “Barış ve Demokratik Çözüm Komisyonu” siyasi partilerin eşit temsili, cinsiyet eşitliği, toplumsal cinsiyet eşitliğine duyarlı bakış açısına sahip, nitelikli çoğunlukla karar alma ve sivil toplum katılımı gibi ilkeler gözetilerek bir an önce hayata geçirilmeli.
10- Siyasi liderler, kanaat önderleri ve özellikle medya mensupları başta olmak üzere kırıcı, buyurgan ve çatışmacı dili artık terk etmeliyiz. Savaşın, çatışmanın, kavganın diliyle barış olmaz.

“Kürdüyle, Lazıyla, Çerkesiyle…”
Kafkas Dernekleri Federasyonu (KAFFED) Yönetim Kurulu Üyesi Ayça Atçı, “Barışın Yolunu Açmak” Konferansı’nda yaptığı konuşmada kendi kimliğinden ve geçmişin derin izlerinden söz etti. “Barış yalnızca silahların susması değil; dilin, hafızanın ve kimliğin özgürce ifade bulmasıdır” diyen Atçı şu ifadeleri kullandı: “Merhaba; ben ‘bu topraklar için dedesiyle ninesiyle, Türküyle, Kürdüyle, Lazıyla, Çerkesiyle, Alevisiyle, Sünnisiyle tamlamasının Çerkesiyim ve yıllarca okullarda okuduğumuz tarih kitaplarındaki ‘HAİN’ yaftamı takıp geldim.
İngilizcede beyaz ırkın karşılığı, kadınıyla ve tavuğuyla anılan, derdi tasası yokmuş sayılan, anavatanında Ruslaştırılmak istenen, diasporada yalnız mahkûm edilen bir milletin yok olmamak için direnişiyim.
Barışın yalnızca belli coğrafyalar için değil, bu topraklardaki tüm halklar için inşa edilmesi gerektiğine inanan biri olarak buradayım.
‘Kürdüyle, Lazıyla, Çerkesiyle…’
Bu cümleyi ne zaman duysam, içimden ‘Dur bakalım, şimdi kim, kimin adına konuşacak?’ diye geçer. Çünkü genelde bu cümle, kardeşlikten çok ayar verme cümlesidir. Ve ben o meşhur kalıbın arasına eklenen süs kelimesi olmaya itiraz ediyorum.
‘Azınlık olmak, bazen kendi hikâyenin bile yabancısı olmak demektir.’
Bu cümleyi ilk okuduğumda içimde bir şey kıpırdadı. Çünkü bu ülkede Çerkes olmak; bazen suskunlukla, bazen de sadece sessizce var olmaya çalışmakla açıklanabilir.
Ben bugün burada, Kafkas Dernekleri Federasyonu Yönetim Kurulu üyesi bir Çerkes olarak konuşuyorum ama yalnızca kendi halkım adına değil; bu topraklarda sesi duyulmayan, görünmeyen, kimliğini ya inkâr etmek ya da yumuşatmak zorunda kalan herkesin hikâyesi adına da konuşmak istiyorum. Barış sadece silahların susması değildir; bazen dillerin konuşabilmesi, isimlerin korkmadan söylenebilmesi, geçmişin anılabilmesidir.
Biz Çerkesler için tarih, çoğu zaman fısıltılarda yaşar. Benim kim olduğumu, neden burada olduğumu kimse bilmez, pek de ilgilenmez. Bize dair bilinen iki şey vardır: Biri Çerkes kadın imgesi, diğeri de aslında bizim olmayan meşhur meze, Çerkes tavuğu…
Cumhuriyet’in ilk tehcirini yaşadığımızı, meşhur idam listesi 150’liklerin tamamına yakınının Çerkes olduğunu, Moskof’un tohumu diye mimlendiğimizi, ilk derneğimizi kurarken silahlı saldırıya uğradığımızı, ilk dergimizi çıkaran gencecik bir adamın ve daha nicelerinin faili meçhullere kurban verildiğini bilmez kimse. Sizin ne derdiniz var ile bir de siz mi çıktınız başımıza arasındaki o boşlukta sallanan ama bir türlü düşmeyen o diş biziz. Bu yüzden bizde her şey fısıltılarda yaşar.
Anneannelerimizin dizlerinin dibinde duyduğumuz anılarda, ‘şunu dışarıda söyleme’ diye tembihlenen hikâyelerde, evin içinde kalan dillerde yaşar.
Kimliğimiz ne yasaklandı ne de özgürce yaşatıldı. Çoğu zaman ‘zararsız’ ve ‘sessiz’ bulunduğumuz, makbul vatandaş kabul edildiğimiz için yok sayılmamız çok daha kolay oldu. Çünkü ne kadar az görünürsen, o kadar az tehdit sayılırsın.
Ama görünmemek, yok olmak değildir.
Benim ailem, sürgünle geldiği bu topraklarda tutunmak için çok çalıştı. Ama tutunmak bazen kendin olmaktan vazgeçmekle eşanlamlıydı. Biz, uyum sağlamadık aslında, kendimizi herkese kapattık, kapalı kapılarımız köylere atanan öğretmenler ve imamlarla açıldı, dilimizi yitirdik, âdettendir diye acılarımızı kimseye yük etmedik.
Belki de bu yüzden, bizim kuşağımızın hafızasında sadece kayıplar değil, kayıpların sessizliği de var. işte bu yüzden ben hiç sessiz biri olamadım. Ve ben bugün burada, o sessizliğe bir ses katmak için anadilim olmayan bir dilde konuşuyorum. Çünkü barış, sadece bir ateşkes değil; aynı zamanda hatırlamanın, tanımanın ve kabul etmenin de adıdır.
Ben anadilimi bilmiyorum.
Bütün ömrüm, ‘Acaba sesim anadilimde nasıl çıkardı?’ diye düşünmekle geçti. Hangi kelimelerle kızardım, hangi kelimeyle sarılırdım? Ağlamayı, susmayı, birine ‘Canım çok acıdı’ demeyi hangi sesle öğrenirdim? ‘Çok yalnızım…’ demeyi.
Ve bir de eğer anavatanımda büyüseydim, kim olurdum, adım ne olurdu?
Sahi ben kim olurdum?
Bugün bu ülkenin dilini yetkin bir biçimde konuşabiliyorsam, bu belki de dedemden, ninemden miras, hayatta kalma içgüdüsüdür. Belki de kendi dilime sahip olamayışımın acısını, bu dilde kusursuz olmaya çalışarak bastırıyorumdur.
Ama hiç unutmadım: Bu yetkinlik bir seçim değil, bir mecburiyetin sonucudur.
Ve ben artık mecbur olmadığım bir kimlikte yaşamak istiyorum. Kendi dilimin, kendi sesimin duyulduğu, kardeşim olan halkların dilini duyduğum, duydukça çoğaldığım, büyüdüğüm, rengârenk, gerçek bir barışta…
1992 yılında, dili bilen son kişinin, Tevfik Esenç’in ölümüyle bu topraklara gömdüğüm Ubıhçam ve UNESCO’nun tehlike altındaki diller listesinde yer alan dillerim var benim. UNESCO’ya göre Türkiye’de 18 dil tehlike altında. Ve yine UNESCO’nun tahminlerine göre yaklaşık her iki haftada bir dil ölüyormuş dünya üzerinde.
Bu ülkede barış denince, çoğunlukla bir halk, bir coğrafya, bir yara akla geliyor. Ve evet, bu ülkenin dört bir yanında çok derin yaralar var.
Ama bizim hikâyemiz, bizim yaralarımız da var.
Biz çoğu zaman o barışın ve yüzleşmenin konuşulduğu masalarda değildik. Bize sorulmadı. İsmen anıldık belki ama cismen orada olmadık. Yine de ‘evet’ dedik hep uzlaşıya, barışa. Herkes için barış olsun istedik. Kendi açılmayan dosyamızı rafa kaldırıp, bu ülkenin açılabilecek başka dosyaları için elimizi uzattık.
O uzattığımız eli de, böyle şeyleri dile getirmek ayıp olur diye yine sessizce uzattık.
Oysa bize kimse ‘Siz ne yaşadınız?’ diye sormadı.
Barış sadece bugünü değil, geçmişi de içine almalıdır.
Çünkü barış, insanların yalnızca hayatta kalması değil; kendisi olarak yaşamasıdır. Ve bu da hafızasız olmaz.
Bu ülkede barış istiyorsak, her halkın kendine ait acılarını, yıkımlarını, yaslarını konuşabileceği bir alan kurmak zorundayız. Herkesin kendi kelimeleriyle anlatabildiği, korkmadan, utanmadan, bir başkasının acısıyla yarışmadan konuşabildiği bir yer…
Çerkesler, Kürtler, Lazlar, Ermeniler, Süryaniler, Romanlar… Herkesin yitirdiği bir şey oldu bu ülkede.
Ben sessizce yok olan bir halkın sesiyim şu an burada, bakın buradayım. Yaşıyorum. Ve barışı hak ediyorum.
Çünkü biz, tarih kitaplarının dipnotu olmaya değil; bu ülkedeki geleceğimizi birlikte yazmaya geldik.
Çünkü biz, sessiz kalabalıklar değil; hafızası olan, dili olan, yası olan halklarız.
Ve biz, barışa uzatılan her eli, kendi elimizle tutacak kadar inatçı, ısrarlı ve umutluyuz.
Bugün bu mikrofon başında ne söylediysem, bir gün kendi dilimde ninnilere karışsın, çocukların hafızasına sızsın diye söyledim.
Çünkü barış, bir gün değil, her gün yeniden kurulacaksa…
O gün biz de orada olacağız. Üstelik bu kez fısıldayarak değil, yüksek sesle, kendi dilimizle: ‘Hâlâ buradayız. Ve asla unutturmayacağız’ diyeceğiz yan yana.
Çünkü herkesin hafızası barışa dahildir.
Ve barış, ancak herkesin sesi duyulduğunda başlar.
Savaşı erkekler çıkarır, bedelini kadınlar ve çocuklar öder. Ve geleceği inşa etmek de yine o kadınların sorumluluğundadır. Ninnileriyle, masallarıyla, hafızanın sözlü tarihe dönüşerek kayıt altına alınmasına katkılarıyla, kültürü nesilden nesile taşıyarak hepimizin bugün burada, kendi kimliğimizle var olmasını sağlayan o muhteşem kadınlara, bu dünyanın barış ve huzur içinde yaşama borcu vardır.
Bu topraklarda yaşayan azınlıkların acısı benim acımdır. Çerkesin unutuluşu da yalnızca benim değil, hepimizin eksikliğidir.
Barış ancak tüm dillerin birlikte şarkı söyleyebildiği gün mümkün olacak. Bizim de birbirimizi anladığımız, acılarımızı yarıştırmadığımız gün. Çünkü hepimiz biliyoruz ki acının da bir hiyerarşisi var bu topraklarda.
Bizim gerçekten yan yana durduğumuz o gün, biz sadece barış istemeyeceğiz… Barışın kendisi olacağız.”