Geçen ay yitirdiğimiz Janset Berkok Shami ile Ağustos 2019’da yaptığımız söyleşiyi yaşadığımız bazı teknik aksaklıklar nedeniyle yayımlayamamıştık. Kızı Seteney Shami’nin de onayıyla sizlerle paylaşıyoruz. Anısına saygıyla…
Çoğumuz “İsmail Hakkı Berkok’un kızı” olarak tanıyoruz kendisini; dünyada ise yazar, kuklacı, ressam Janset Berkok Shami olarak biliniyor.
Biri ressam Fahrelnissa Zeid’i konu alan, diğeri hatıratı olan iki kitabın hazırlığını sürdüren edebiyatçıyla Moda’daki evinin fotoğraflar, andaçlar, objelerle çevrili salonunda iki ayrı ziyaretimizde sohbet ettik. “Evlendiğimde nüfusu yarım milyondu” dediği İstanbul’un manzarasına arada gözümüz ilişse de kulağımız hep kendisindeydi.
Söyleşi: Gül Yılmaz – Erdoğan Yılmaz – H. Okan İşcan
-Şiir, radyo piyesi ile başladığınız edebiyat alanında pek çok ülkedeki dergilerde, gazetelerde yayımlanan öyküleriniz, yazılarınız var. Eşinizin ihtisas yapması için gittiğiniz İngiltere’de BBC Türkçe’de programcılık yaptınız. Kuklalar… Ressam Fahrelnissa Zeid ile ölümüne değin süren dostluğunuz, resim serüveniniz… “Cages on Opposite Shores” adını taşıyan romanınız “Anahtarsız Kafesler” adıyla Türkçe yayımlandı. Varlık Yayınları’nca basılan “Kör Yolculuklar” adlı hikâye kitabınız var. 50 yaşından sonra kayak yapmayı öğrenip son yıllara kadar devam ettirdiniz. Çerkes kültürüne ilişkin “Çerkes Kaması” adlı eseriniz ve iki kitabın hazırlığı… Sizi sadece böyle bir söyleşi kapsamında anlatabilmek çok güç.
-Çok teşekkür ederim. İşte, bir şeyler yaptık hayatımızda.
-Babanız tarafından bilinmekle beraber sizin yaptıklarınız da çok önemli, çok takdire şayan işler. Dolayısıyla sadece güzelliğiniz değil güzelliğinizle beraber zarafetiniz ve yaptıklarınız da çok anlamlı.
-Teşekkür ederim. Ne çocuklarım ne akrabalarım; hiçbiri bana benzemez. Babama benzerdim daha çok, anneme de benzemezdim. Anneme çok güzel derlerdi; çünkü onun şahsiyeti çok kuvvetliydi. Zavallı bir kızdım gençken, evleninceye kadar. Sınıfta kalmazdım ama iltimasla falan geçerdim. Bir Türk sefiri geldi bir kere. 13 yaşındaydım. İkinci Dünya Harbi çıktığında babam ordudaydı. Ankara’ya gittik. Bulvarda gündüz gezerlerdi. Diyor ki, “Biz sizi görürdük annenizle. Size bakmazdık, annenize bakardık”. Çünkü onun yürüyüşü başkaydı. Ben kendimi göstermezdim. Ama çok güzeldim hakikaten. Beni o zaman gören kimse unutmadı. Ürdün’e de geldim, kimse unutmadı beni. Ama ne işe yarar, çünkü güzellik kalıcı bir şey değil.
-Kaç yaşındasınız?
-92’yi bitirdim.
-Yaşınızdan çok dirayetlisiniz.
-Ben kafamdan memnunum. Hatıratımın İngilizcesini 90 yaşında bitirdim(1). 7 Nisan’dır doğum günüm, tam 90 yaşımda, yaş günümde tamamladım. İki buçuk senede yazdım. Geri kalan iki buçuk sene de düzenlemesi…
Fahrelnissa Zeid ile ilgili kitabımı(2) da, önce İngilizce olarak, Çerkes bir doktor, akrabalarının matbaasında bastırdı benim için, 200 adet. Elimde altı-yedi tane kaldı. Daha çok kitap projelerim var genç olduğum için. Hayat yetmiyor maalesef.
-Ailenizden, pek bilinmeyen yönlerinden söz eder misiniz?
-Babam Uzunyaylalı, Kabardey. Çok az fotoğrafı var. Çektirmeyi sevmezdi. Yakışıklıydı ama çok çabuk ihtiyarladı.
Annem Venje Zekiye Hanım, Ubıh, 1901 doğumlu. Beşiktaş Akaretler’de 1919’da açılan Çerkes Numune Mektebi’nde Türkçe dersleri verdi. İstanbul’da okudu. Mesela psikoloji okumuşlar, o yüzden orta mektep olamaz, muhtemelen lise veya lisenin de biraz üstü. Annemin psikoloji okuduğunu ve hocasını da şuradan biliyorum; bana bir hikâye anlatmıştı.
“Mektepte bir gün bir heyecan” diyor annem, “Ne oluyor?” diye soruyor. Psikoloji hocası derse girecekmiş, adam Fransa’da tahsil etmiş. Genç bir adammış, yakışıklıymış diye kızlar heyecan içindeymişler. “Gelsin bakalım” diyor annem. Geliyor adam. “Modern, çok iyi giyinmiş, pipolu bekliyordum” diyor, alelade biri geliyor. Annem ehemmiyet vermiyor buna. Neyse, yılın sonu geliyor. Bunlara “Psikoloji bakımından, düşündüğünüz bir kişinin karakteri hakkında bir kompozisyon yazın” diyor adam. Herkes annesini, babasını, komşusunu filan yazıyor. Annem adamın kendisini yazıyor, bakın cesarete! Sizsiniz demiyor tabii. “Böyle bir adam tanıdım, adam şöyleydi, böyleydi…” Adam okuyunca tabii kendini tanıyor. Birdenbire ilgileniyor annemle. Sene sonunda çocuklar güzel bir defter satın alıp öğretmenlere kendisi hakkında yazı yazdırırlardı; hatta benim zamanımda da yapılırdı, ben hiç yapmadım ama… Herkes defterini veriyormuş adama. Annem vermemiş. Adam, “Zekiye senin defterin yok mu?” demiş. O da “Hayır, yok efendim” demiş ve arkadaşına dönüp, “İstiyorsa alsın defter, yazsın” demiş. Fısıldıyor ama adam işitmiş. “Ne dedi?” demiş, kız da söylemiş bunu. Söyleyince gitmiş defter almış. Ondan sonra da yazmış ama o defter maalesef yok elimde. Ondan sonra da talip oluyor anneme. Fakat büyükbabam Türk’e vermek istemiyor. Annemler Boğaz’da oturuyorlar, yalıları var Boğazköy’de. Sonradan onu Radyolin Cemil satın aldı. Orada yalılardaki kişilerden çok isteyenler oluyormuş annemi. Türklere vermiyormuş.
-Annenizle babanızın tanışması nasıl olmuş?
-Annem Çerkes mektebinde Türkçe öğretmeniyken babam Kafkasya’ya birinci gidişinden dönüyor ve mektebi görmeye gidiyor. Orada anneme rastlıyor, beğeniyor. Gidiyor, babasından istiyor. Annemin belki haberi var, belki yok bilmiyorum, söylemedi bana. “Hiç beğenmedim” derdi. Çünkü harptan gelmiş, çok yorgun. Zaten küçük yüzlü biriydi babam. Aslında hatları güzeldi. O sırada başka isteyenler de var. Diyor ki babası, “Onlar Türk, onlara vermem seni. Ama istiyorsan bununla evlen”. Zaten evde de sürekli tartışma var, problem var. Babası, yani büyükbabam dört defa evlenmiş. Üçüncüsü Çerkes, sarayda utçuymuş. Dedem onunla annem yetim olduğu için evlenmiş. Annemin annesi, annem bebekken ölmüş, o büyütmüş annemi, o yüzden annem onu çok seviyormuş. Bir de teyzem var Çerkes hanımdan. Dördüncüsü Ermeni. Dedem, Ermeni katliamı olurken o mıntıkalarda hâkimmiş. Paşa unvanı var aynı zamanda. Kurtarmak için ama genç, güzel, mavi gözlü bir Ermeni kızıyla evleniyor. Dedemin Çerkes hanımı, bu Ermeni kadını çok kıskanırmış.
-Bir eşinden boşanmadan mı diğeriyle evlenmiş dedeniz?
-Evet, ayrılmadan evlenmiş. Osmanlı zamanında… Aralarında münakaşalar, sıkıntılar… Annem Çerkes hanımını tutuyor. Büyükbabam da “Sen ne karışıyorsun? İkisi de annen değil. Seninle ne ilgisi var?” diyormuş. Nitekim ölümüne kadar annem kendi kızından daha iyiydi ona karşı. Ben evlendiğinde hayattaydı bu büyükannem. Ermeni büyükanneyi de bir-iki kere gördüm. Her iki büyükanne de çok iyi baktı dedeye. Çok mesut yaşadılar. Dedemin mezarını buldu kızım. Tevfik Canset yazılmış. 103 zannediyorduk, 104 yaşına kadar yaşamış.
-Hep İstanbul’da mı yaşadılar?
-Hayır. Sonra yalıyı satınca Balıkesir’de çiftlik satın alıyor dedem. Hayatının sonuna da tekabül ediyor tabii. Çiftliğe bir kere gittik. Oğlum bebekken bir kere annem götürdü, çiftliği gördük ama nasıl gittik, ayrıntıları hatırlamıyorum.
-Eşiniz Halit Shami kimdi, nasıl tanıştınız?
-Eşim bir tarafı Şapsığ, bir tarafı Abzeh. Kafkasya’dan Osmanlı İmparatorluğu’na, Filistin’e gelmişler. Kfar Kama’ya. Büyükbabasının oradaki evi müze haline getirildi. Daha sonra Filistin’i İsrail alınca da 1948’de Ürdün’e muhacir olmuş.
Fakülteyi henüz bitirmiştim, İngiliz edebiyatı okumuştum. Aslında mimarlık okumak istiyordum ama yaz tatilinden, İstanbul’dan dönünce bir baktım babam beni bu bölüme yazdırmış! Fakültede çok iyi talebeydim, birincilikle bitirdim. Sonra da işittim ki Adnan Ötüken diye Almanya’da okuyan birisi gelmiş ve yetkili bakanlıktan ona kütüphane kurma vazifesini vermişler. İlk Milli Kütüphane’yi o kurdu. Aynı zamanda iki senelik bir kurs açtı. Bir kütüphane nasıl tertip edilir, kartlar nasıl yazılır…
Tesadüf, profesörümü ziyaret ediyordum çünkü doktora yapmak istiyordum. Odasına girdiğimde Adnan Ötüken de oradaymış. “Gel” dedi profesör; İrfan Şahinbaş. Bizi birbirimize takdim etti. Benim de ilgilendiğimi görünce, “Sizi de kursa alalım” dedi. Ben de hemen orada iki senelik kursa dahil oldum. Bu yüzden gidip geliyorum üniversiteye. Duydum ki talebelerden bir grup yapacaklar ve Lübnan ile Suriye’ye seyahat edecekler. Bu havadisi verdim evde. Onun üzerine annem, “Ah! Keşke sen de gitsen ama baban bırakmaz ki” dedi. Abim de oradaydı, o da henüz yüksek mühendis okulundan mezun. Bayındırlık Bakanlığı’nda vazife almıştı. O da işitiyor konuştuğumuzu. Diyor ki: “Babamın bilmesine lüzum yok. Ben biliyorum ve izin veriyorum.” Ben çok sevindim, tabii dışarıya bir yolculuk. Daha evvel Avrupa’ya filan gitmiştik ama… Sonra gruba katıldık trenle Ankara’dan, babam duymasın diye gizli olarak. Annem İstanbul’a gitti, ben öbür tarafa; aksi istikamete.
Ve Halep’e kadar trenle gittik. Ondan sonrasında ise otobüslerle yolculuk ettik. Hama, Humus, her bölümde biraz kalarak… Bilhassa Halep çok tesir etti bana, çok güzeldi, Şam’dan daha güzeldi. Sonra Şam’a geldik gece vakti. Ertesi sabah kalktık, pırıl pırıl bir otobüs. İçinde birçok gençler… Meğer Şam Üniversitesi son sınıftan bir grup talebe, bizi gezdirmek için vazifelendirilmişler. Reisicumhur ve o gece bize yemek verecek. Kendisi yok ama kendisi namına… Orient Palas’ta kalıyoruz. Sonra camileri, müzeleri gezdik…
Akşam oldu, bir de İhsan diye bir kızla bu grup içinde arkadaş oldum. Biz giyiniyoruz, İhsan makyaj falan yapıyor, bir türlü hazırlanamıyor. Sarı ipek bir elbise giydim. Söylüyorum çünkü bu sarı elbise çok meşhur oldu sonra. Biraz açık, soluk bir sarı… Birinci kattan dış merdivenle iniyoruz. Aşağıda bizim profesörü görüyorum. Etrafında da bir sürü genç. “Janset, gel gel” dedi, “Bu gençler seni görmeye geldi”. 15-20 kadar Şamlı, Çerkes genç. Tanımıyorum hiçbirini. Beni görmeye gelmişler. Bu çok enteresandı.
Meğer o gün gezerken Türkiye’den gelen erkeklerden biri, Şamlı Çerkes gruptan sarışın, yeşil gözlü bir kıza “Siz hiç Arap’a benzemiyorsunuz” diyor. Kız, “Ben Çerkesim” diyor. Otobüstekiler de, “Aaa Janset, bak burada bir Çerkes kızı daha var” diye tanıştırıyorlar. Nitekim sonradan öğreniyorum ki eşimin sütkardeşiymiş. Bu gidip havadisi verince toplanıp otele gelmeye, beni görmeye karar veriyorlar.
Eşim ise orada değil, Ürdün’de; doktor, bir sene olmuş Filistin muhacirlerine yardım için Kızılhaç’ta vazife alalı. O da senelik izne ayrılıyor. Babası ölmüş o zaman. Annesini de alıp Beyrut’a gidecek, annesini Şam’da akrabalarına bırakacak. Çünkü annesi Kuneytralı, Şam’da çok akrabaları var. Oraya bırakıp Beyrut’a devam edecek; çok yakın, bütün mesafe 350 kilometre zaten. Fakat hudutta çok tutuyorlar, geç kalıyor. Diyor ki, bu geceyi ben de akrabalarla geçireyim, yarın sabah devam ederim. Geliyor eve, evin oğlu süsleniyor. Aynanın karşısında buluyor bunu. “Bir Çerkes kızı gelmiş, onu görmeye gideceğiz, sen de gel” diyor. “Ben tıraşsızım” dese de onu da alıp getiriyorlar. Fakat ben o gece tanımadım onu, yani o geceden hatırlayamıyorum. Bir tek Cevat İdris diye biri var, o çok faaliyet gösterdi Amerika’da. Şimdi onun gelini de kızımın çok iyi arkadaşı. Bakın nereden nereye… Cevat İdris’in hanımının ismi de Seteney’dir. Şimdi bu öne çıktı, çok güzel İngilizce konuşuyor, “Ben Cevat İdris, tıp okuyorum. Hepimiz sizin geldiğinizi duyduk. Sizi tanımak için geldik”. Ben böyle bir âdet olduğunu iyi ki duymuşum, genç erkekler tanısın veya tanımasın genç kızları ziyaret edebilirler; ama yine de şaşırdım. Çünkü İstanbul’da doğdum, İstanbul’da büyüdüm, bir köy bile görmedim. Yalnız babama gelen misafirleri görüyorum, o kadar. “Aaa buyurun” dedim.
Orient Palas da o zamanın en iyi oteli. Büyük bir salon, salonda sandalyeleri yuvarlak bir şekilde koymuşlar. Hepsi birbirlerine yol vererek, o da uzun bir zaman sürdü, yerleştiler. Cevat İdris yanımda tabii, o konuşmacı. Öbür yanımda da bir başkası, kimse. “Siz anlatın nasıl okudunuz, ne yaptınız” dediler. Ben de bunu okudum, bunu yaptım diye anlatıyorum. İngilizce anlatıyorum. Birçok kimselerden reaksiyon geliyor. Bazıları hiç anlamıyorlar çünkü İngilizce bilmiyorlar. Fransızca daha çok kuvvetli Suriye’de. Onun üzerine Türkçe aynı şeyleri tekrarladım çünkü Fransızcam yok. Sonra coğrafya profesörü yine geldi. Dedi ki, “Janset, yemeğe çağrılıyoruz. Gel artık”. Gruptakiler tabii hoca yanıma gelip benimle konuşunca anladılar. Hepsi ayağa fırladı. Gitmek üzere elimi sıktılar. Cevat İdris dedi ki; “Münasebetimizi kaybetmeyelim. Yine görüşelim”. Annem bana daima kart bastırırdı ama hiç kullandığım yoktu. Çantamı açtım belki vardır diye. İki tane kırışmış kart buldum. Birini Cevat İdris’e verdim, birini de yanımda oturan kimse, ona verdim.
Bunlar gitmişler, büyük münakaşalar çıkmış aralarında. Öbürleri adresi istiyorlarmış. Onlar da “Bize verdi” diyorlarmış; sanki ben onları seçmişim vaziyetinde kabul etmişler, vermemişler. Hadi Cevat İdris’i neyse, o daha talebeydi ama öbürünü hiç tanımıyorum ve onu da seçmiş oluyorum. Böylece mektuplar… Hani Hollywood artistlerine yazarlardı ya, resmimi istiyorlar. Bir meşhur resmim vardır benim, Çerkes kıyafetli fotoğrafım, onu herkese gönderdim. Biz böyle büyüdük, gerçi köy hayatı görmedim ama… Ben Modalıyım. Hep Moda’da oturduk. Mesela kayığımız vardı; erkek-kız gider yüzerdik Moda’da.
-İkinci kartınızı verdiğiniz kişi eşiniz miymiş?
-Hayır, hayır, o da değil, ama ilk kez orada aynı ortamda bulunmuşuz.
-Babanızın “Tarihte Kafkasya” adlı kitabını vefatından sonra yayımladınız, değil mi?
-Evet ama şöyle oldu; babamın vefatından dört sene sonra annem yaptı onu. Çok emeği geçti. 1957’de ya da 1956’da, bir yaz geldim. O zamanlar Küçük Moda Gazinosu vardı, oralarda oturuyorduk. Beni hapsetti, oturttu, “Bunların tashihini yap” dedi. O dönem kâğıt kıtlığı vardı, kâğıt için hususi izin almak lazımdı, herkese vermiyorlardı. İzinleri Ankara’ya gidip aldı. İki ton kâğıt aldıktan sonra İznik fabrikasına gidiyor. Kâğıtları yüklüyor. Kendisi de kamyonla -o zaman 55 yaşlarında bir kadın, o tarihte bir kadın- şoförle beraber kâğıtları getirmek için yolculuk yapıyor. Öyle bir kadındı… Getirip Cağaloğlu’ndaki bir matbaacıya veriyor. Adam, “Siz bu kitaptan vazgeçin, ben alayım bu kâğıtları” diyor ve anneme büyük bir kâr teklif ediyor. Annem diyor ki, “Bu bizim idealimiz. Biz bunu para için yapmıyoruz ki”. Ve basıyor. Annemin rolü bu ve çok büyük bir rol. Bunu yapmasaydı bu kitap basılmamış olacaktı; öyle kâğıtlarda kalıp kaybolacaktı.
-El yazısıyla mı kaleme almış?
-Evvela el yazısıyla yazmış. Arda Abi vardı, babamın yaveri, ailenin çok yakın dostu… Belki Türk belki Çerkes, bilmiyoruz. Benim çocuklarım ona ‘Yaya’ diyorlardı. 7 yaşındayken tanıdım kendisini. Bizim için yapmadığı şey yoktu. Albaylıktan emekli oldu sonra. 1996’da da öldü. Büyük bir kayıptı. Babam el yazısıyla eski Türkçe olarak yazıyor, Arda Abi boş vaktinde gelip geçiriyor. Babam sonra yazdığı bilgileri okuyor, bazen ilave yapıyor. Belki 10 sene bu kitaba destek oluyor, uğraşıyor. Bazı yanlışlıklar da yapıyor çünkü kendisi subay, fazla anlamıyor. İşte o yanlışları da benim düzeltmem lazım. Bazılarını düzelttim ama bazılarını ben de bilmiyorum. Hele o zaman… Şimdi daha iyi bilirim ama… Elimden geldiği kadar yaptım ancak dipnotları yapacak halim yok ki! “Dipnotsuz” dediler. Onları kitaplardan araştırıp başkaları yapmalı. Netice olarak klasik kitap bu. Şimdiye kadar en çok beğenilen kitap. Bende 10 tane kadar kaldı. Yakında KAFDAV’dan yeni baskısı çıkacak. Dili sadeleştirilerek… Eğer babamın kitabını bugün anlayamıyorsa birisi, zaten kültürü, bilgisi kâfi değildir. 1950’ler gibi konuşuyorum, siz anlıyorsunuz, mesele dil değil.
-İsmail Berkok’un bir kitabı daha var ‘Kurtuluş Yolu’ diye, sağlığında basıldı değil mi?
-Hayır, yine annem bastı. Ondan evvel çok kitabı basıldı babamın. 1.350 sayfalık kitap yazmış bunlardan evvel. Askeriyeyle ilgili beş-altı cilt kitap.
-Yine bir elyazması hatıratı var galiba…
-Evet ama ben eski Türkçe olan şeyleri yayınevlerine vermeye korkuyorum çünkü eski Türkçe demek Arapça demek. Bunları kızıma bırakmak istiyorum. Kızım bunlarla uğraşırsa kendisi yapabilir.
-Babanız iki kez de Kafkasya’ya görevli olarak gitti diye biliyoruz.
-Gitti ve ben de işitiyordum hep, iki kere gitti ama ne yaptı? Bilmiyordum. Mustafa Butbay grup olarak yaptıkları bu ikinci seyahati ‘Kafkasya Hatıraları’ diye kitap haline getirmiş. Babamdan çok bahsediyor. Çok enteresan bir hikâye var. Bir köye gelmişler, köyün yakınında bir şelale varmış. Butbay gitmiş şelaleden su içmiş, çok hoşuna gitmiş. Anlaşılan, şelale biraz uzak. Ev sahibine demiş ki, “Bana bir kavanoz su getir oradan”. Babam işitmiş bunu. Müthiş kızmış “Nasıl ev sahibine emrediyorsun?” diye.
Benim bir müzik aletleri mağazam vardı Ürdün’de. Depo evde, bir şey eksilince evden ufak tefek şeyleri yanımda taşıyorum, getiriyorum. Bir de arkadaşım var işsiz güçsüz. O da geliyor, oturuyor mağazada. Bir gün geldi, epeyce yüküm var, buna da iki-üç kilo bir şey verdim. Çünkü park 100 metre ötede. Oradan mağazaya yürüyoruz. Ben çok hızlı yürürdüm, hatta çocuklarım yetişemezdi, ağlardı. O da arkada kalmış. Şöyle bir bakayım dedim, arkamı döndüm. Sokakta birini bulmuş, bunları ona vermiş, taşıttırıyor. Müthiş hiddetlendim, aynı babam gibi; “Niçin sana verdiğim şeyi başkasına taşıttırıyorsun? Niye herkesi uşak yapıyorsun?” dedim. Mesele burada. Taşıyabiliyorsam taşıttırmam. Yemek yapabiliyorsam yaparım. Ben on sene evvel tuttum hizmetçi. 80 yaşına kadar kendi işimi kendim gördüm. Ve oradan anladım ki babamın kızıymışım.
Babam da bir şeyler yazmıştır mutlaka o seyahatte. Pek de vakitleri yoktu ya… O daha ziyade sonra yazmış çünkü sefalet içinde yaşamışlar. O kitap bence çok mühim. Tesadüf elime geçti. Birkaç ay evvel Beyrut’taydım, kızımdaydım. O beni çağırdı, eşi seyahate gitmiş. Orada oturuyorum, canım sıkılıyor. Kendisi akşam geliyor. “Kitap ver, okuyayım” diyorum. O ara bu kitap da geçti elime.
-Annenizle babanız evde Çerkesçe konuşuyorlar mıydı?
-Hayır; çünkü annem Ubıhtı, babası bilirdi ama kendisi bilmezdi, o yüzden biz de öğrenmedik. Kızım biraz öğrenmeye çalıştı. Onun mevzuu Kafkasya olduğu için hem Rusça hem Çerkesçe öğrenmeye çalıştı ama bu vakit meselesi. Biraz biliyor. Eşi çok iyi biliyor, Çerkes. Duman ailesinden: Mahmut Duman.
-Ağabeyiniz hayatta mı?
-Değil. 2000 senesinde öldü. İki kardeşim var; biri o, Mehmet Jebağı. Birisi de küçüğü, Ahmet Janber. Benden 7 yaş büyüktü abim. Birbirimizi çok severdik. Son derece kabiliyetli, yakışıklı, fevkalade bir insandı. Mühendisti. Fenerbahçe kalecisiydi, sonra da basketbol oynadı. İngilizce, Fransızca, Rumca, Almanca bilir. Şiir yazar, resim yapar. Yani bütün kabiliyetler mevcut bir kişiydi.
-Çocuklarınız…
-Oğlum Lavristen. İsminin hikâyesi hatıratımda yer alacak. 1952 doğumlu. Doktor. İngiltere’de yaşıyor. Kızım Seteney de 1956 doğumlu. Antropolog. Çerkes kimliğine dair akademik çalışmaları var.

-Peki, İsmail Berkok’un kızı olmak nasıl bir duygu yaşattı size? Mutlaka bir kıvanç ve onur ama onun dışında…
-Evet. Bir gurur verdi muhakkak. Ama babam da öyle, kardeşlerim de, benim çocuklarım da, eşim de… Gurur diye bir şey bilmiyoruz. Gurur ne demek? Allah hepimizi yaratmış insan olarak. Tesadüfen bu benim babam olmuş. Bir başkasının babası da olabilirdi. Ama bir yere girdiğim zaman cesaretle giriyorum. Herhalde bu ailemden geliyor. Babamdan geldiği kadar annemden de geliyor. Çünkü annem babamdan da cesur bir kadındı. Babam tabii asker olarak bir nevi mecburdu ama annemin hiçbir mecburiyeti yoktu. Çok becerikli, elinden her iş gelen bir kadındı.
-Kafkasya’ya hiç gittiniz mi?
-Gittim. Eşim hayattaydı, Seteney’le beraber üçümüz gittik. Nalçik, Soçi, Maykop hepsini gördük. Çok güzeldi.
-Yaşamınızda önemli bir yeri olan ressam Fahrelnissa Zeid ile yollarınız nasıl kesişti?
-İngiltere’de ve Almanya’da eşi Irak sefiri olarak çalışırken İtalya’da da Fahrelnissa’nın stüdyosu varmış. Fransa’da da atölyesi varmış. Eşi Prens Zeid ölmüş. Sonra oğlu Prens Raad, “Ürdün’e gel” demiş. Çok sevecen bir oğlu vardır, çok iyi bir insandır. Şimdi 86 yaşında. Eşi Prenses Majida arkadaşımdı, onunla bir gün bir bazaar’da rastlaştık. “Aaa iyi ki karşılaştık, kayınvalideme bahsetmiştim, seni tanımak istiyor” dedi ve randevu verdi hemen. Ben o gün tenis oynuyorum, unutmuşum randevum olduğunu. “Ay randevum varmış!” dedim, tenis elbisesi üzerimde, şort gibi, onunla gittim. Prenses, yerlere kadar siyah elbiseler giymiş beni karşılayacağı için. Ben beyaz tenis elbisesiyle içeri girdim. Şöyle bir baktı, “Ay ne güzel bacakların var!” dedi. Mahcup etti yani…
Çok tabii bir insandı. Biz ev yaptırıyorduk bir ara. Ben de müteahhit gibi Türk işçilerin başında durup işi takip ediyorum. Fahrelnissa “Nasıl gidiyor ev?” diye soruyor hep. Ben de koydum seramikleri bir torbaya, götürdüm bunların hangisini seçer acaba diye… Öyle mütevazı biriydi. 1975’teydi ilk görüşmemiz, ondan sonra artık randevusuz gidiyordum evine. Gençliğinden beri sıhhati iyi değildi ama 90 yaşına kadar yaşadı.


-Kendisiyle çalışmaya başlamadan önce de resimle uğraşıyordunuz, değil mi?
-Tabii, ondan evvel Beyrut’ta, Bağdat’ta bir-iki sergi yapmıştım ama o benim üslubumu değiştirdi aslında.
-Zeid’in Gümüşsuyu’ndaki evine hiç gittiniz mi?
-1975’ten itibaren tanıyorum, ondan evvel tanımıyordum. Ama Füreya’nın evine gittim, Füreya Koral’ın.
-“Çerkes Gelin” adlı bir tablosu da vardı…
-O hakikaten Çerkes gelin değil ama Çerkes, ismi Canbolat. Tanıyorum, kız kardeşini de tanıyorum. Bir de Lübnanlı biri var, onun da ismi Canbolat. Biri Çerkes, biri Dürzi. Adam bunu merak ediyor, sonra da evlendiler.
-Halikarnas Balıkçısı’yla tanışıklığınız var mı?
-Hayır, o benden biraz evvel. Yalnız onun cep kitaplarını Varlık basardı. Hikâyelerini de okumuştum 13 yaşındayken. Ve onu ecnebi zannediyordum… Sonra Türk olduğunu anladım.
-Piyano da çalıyormuşsunuz…
-Piyano az çalarım da şan yani opera şarkıları söylüyordum. Opera şarkıcısı olmak istiyordum ama tabii olacak bir şey değildi, böyle bir aileden şan şarkıcısı olamazdı ama şimdi olur…
-Baskı mı?
-Aşağı görülen bir şeydi şarkıcılık, tiyatroculuk… Mesela Fahrelnissa’nın kızı (Şirin Devrim) nasıl tiyatrocu oldu, ben şaşıyorum. Ama o aile bambaşka kültürlü bir aile zaten.

-Bir de kuklalarınız var, hatta bunu bir televizyon dizisi haline getirmişsiniz, yayımlanmış…
-Çocuklarımı eğlendirmek için buna başladım çünkü Ürdün’de hiçbir şey yoktu o zaman. Ben de bilgimi katıyorum ama yetmez. Onun üzerine “Ne yapsam?” diye düşündüm. Çocukken seyretmiştim kukla. Karagöz’ü de seyretmiştim, biliyorum. Sonra birden nasıl aklıma geldi bilmiyorum, başladık. O dönem Ürdün’de televizyon filan yoktu.
Sonra Beyrut’a gittik, iki sene orada kaldık. Dünya Sağlık Teşkilatı’nda çalıştı eşim. O zaman kuklaların sayısı 50’ye varmıştı. Şöyle bir şey yapıyordum; bir tahta veya bir vestiyer, üzerlerine bunları asıyordum. Kızım Seteney’in doğum gününde partiler yapmaya başladım. Sonra Bağdat’a gittik, bir sene kaldık, orada çok büyük bir kulüpte gösteri yaptık. Ürdün’e döndüğümüzde, 1968’de birkaç saatle televizyon yayını başladı. Biz altı-yedi sene televizyonda kukla gösterisini sürdürdük.
-Kuklalardaki figürleri hangi karakterlerden seçmiştiniz?
-Evvela klasik, bilindik Kül Kedisi, Uyuyan Güzel filan gibi masallarla başladım. Sonra da Nasrettin Hoca’yı yaptım. 3-4 yaşındaki çocuk büyüklüğünde yaptım bu karakterleri.
-Eşeğin üzerindeyken mi?
-Eşeğin üzerinde de yaptım, eşeksiz de yaptım. Hanımını, komşularını, oğlunu. Çünkü 26 tane epizod yaptık. Ben zaten Nasrettin Hoca hikâyelerini çok beğenirdim. Bazıları da sansüre uğradı. Televizyon sansür heyetinin başı, bilinmiş bir yazar, “Bu olamaz” dedi. Neden olamaz? Hikâye şöyle: Nasrettin Hoca’nın bir işi var bir hâkimle. Bir kâğıt gönderiyor imzalaması için, yanında da bir küp bal ama o kadar parası yok, kumla dolduruyor küpü. Üstüne de birazcık bal koyuyor, bakınca bal gibi görünsün diye.
Hâkim hemencecik imzalıyor, selam söyle falan filan… Sonra bir yemeye başlıyor, kum çıkıyor. Yanındaki adamı gönderiyor, “Gidin o kâğıdı getirin. Ufak bir yanlışlık yaptım. İlaveler yapmam lazım” diyor, yani geri alacak. Nasrettin Hoca’ya geliyor, böyle böyle söyledi hâkim diyor. Nasrettin Hoca da “Hayır, o kâğıtta bir yanlışlık yok, yanlışlık balda” diyor. Çok güzel hikâye değil mi? Bunu kabul etmediler.
-Niçin?
-Çünkü o zaman memlekette rüşvet vardı. Korktu adam ve “Bunu çıkaralım” dedi. Bir Alman müdür vardı, Nasrettin Hoca’ya hayran. Tutturdu, “Lütfen bana eşekli Nasrettin Hoca yapın” diye. Eşek kocaman. Tavandan asarak ne zorluklarla yaptım… Patron matron yok ki kendim yaratıyorum. Bir de şarkı bestelettim. Çocuklar şarkıyı söylüyorlar, çocuk saati çünkü. Arkada da dekorlar var.
Bu eşeğin bir de hikâyesi var. Bunu tavandan asmışım, uğraşıyorum. Ev pislik içinde, darmadağınık, yemek yok. Eşim işten geliyor. O kadar iyi bir eşim vardı ki… Kendisi çay yapar, sandviç yapar, bana getirirdi. Benim işime karışmazdı. Diyorlar ki: “Bu kadar şeyi nasıl başardın?” Çünkü istediğim yere gittim, seyahat ettim, ne istediysem yaptım. Bundan rahat bir hayat olamazdı ve eşim hiç sesini çıkarmayan bir adamdı.
-Çerkeslerde biraz zordu eskiden aslında…
-Zor derler de ben görmedim. Babamda da görmedim; yemek bakımından inatçıydı ama. Neyse, eşeği asmışım, uğraşıyorum, ev karmakarışık. Kapı çalıyor, daha o zaman telefonumuz yok sanırım. Doktor ve İngiliz hanımı bizi ziyarete geliyor habersiz. Eyvah! Salon bu, başka oturma odası yok. “Buyurun” dedim, kadın oturdu, karşımızdaki askeri hastanede hasta bakıcı. Oturuyoruz, eşek de sallanıyor orada. Biraz konuştuk, “Kusura bakmayın, ev karışık” filan dedim. Bu arada kadın, “Hastane çok bakımsız” diyor. Şikâyet ediyor. “Şöyle yapıyorum, toz” diyor ve gösteriyor, elinde toz. Yani çok titiz biri. Ben de öyle oturdum, hiçbir şey demedim. Sen benim evimin tozunu almaya mı geldin!
-Kuklaların arasında Kafkas figürleri de var mıydı?
-Evet; erkek, kadın ve akordeoncu. KAFDAV’dan Muhittin Bey’e verdim onları. Müze yapacaklarmış.
-Peki, o figürler hangi vesileyle sergilendi?
-Bu masallar bittikten sonra değişik milletlerin figürleriyle bir program yaptım. Evvela kukla çıkıyor, millet hakkında biraz bilgi veriyor. Coğrafyası şuradadır, iklimi budur, nüfusu şu kadardır dedikten sonra dans ediyor kuklalar. Türkler, Çerkesler, Hollandalılar, Japonlar, Çinler, İskoçyalılar… Sonra profesyonel olduk. Lübnan’a davet edildik; Amerika’da Smithsonian Enstitüsü’nde gösteri yaptık, Hindistan’a gittik kuklalarla. Daha çok kuklalarla meşhur oldum ben.
-Ürdün’de yaşıyorsunuz. Sosyal hayatınızda Çerkes diasporasının nasıl bir yeri var?
-Ben artık milletsiz, devletsiz bir kadın oldum maalesef. Birkaç Ürdünlü çok iyi arkadaşım, birçok da Amerikalı, İranlı arkadaşım var, Çerkesler de var aralarında.
Janset Berkok Shami’nin yazdığı kitaplar
“Anahtarsız Kafesler”, Aksoy Yayıncılık, 2000
“Kör Yolculuklar”,
Varlık Yayınları, 2010
“Rastgele Fırça Darbeleri”, Varlık Yayınları, 2021
“Fahrelnissa ve Ben”, Cinius Yayınları, 2021
“Göçmen Kuşun Şarkısı”, Cinius Yayınları, 2023









