Bağımsızlık Demokrasi Özgürlük Eşitlik Birlik

“Cumhuriyet dönemindeki kuraklaşmayı ve 1980’den sonraki çölleşmeyi göstermeye çalıştık”

İstanbul’un farklı dil, inanç ve kültürlerini temsil eden topluluk medyalarından örnekleri konu alan “Çoğul İstanbul Medyası” sergisi, 23 Şubat’ta Tophane’deki Tütün Deposu’nda açıldı. Koordinatörlüğünü İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü’nden Bülent Bilmez’in yaptığı projenin araştırma ekibi Burcu Yılmaz Gündüz, Bülent Bilmez, Elif Yıldız, Emre Tansu Keten, Gül Hür ve Zeynep Yeşim Gökçe’den oluşuyor. Serginin tasarımında ve uygulamasında ise Ahmet Özgüner, Bilal Yılmaz, Aret Bedikyan ve Emre Tansu Keten yer alıyor. Açık Toplum Vakfı, Anadolu Kültür ve İsveç İstanbul Başkonsolosluğu desteğiyle İstanbul’da Kültürel Çeşitliliğin Sivil Toplum Aktörlerini Güçlendirme ve Kapasite Geliştirme Projesi kapsamında gerçekleştirilen sergi kapsamında İstanbul’da 1990’dan bugüne çeşitli kültürel grupların yayımladığı gazete ve dergiler inceleniyor.
Serginin koordinatörü Prof. Dr. Bülent Bilmez ile serginin hazırlık ve uygulama sürecini konuştuk.


-‘Çoğul İstanbul Medyası’ derken neyi kastettiniz sergide?
-Serginin başlığı olarak ‘Çoğul İstanbul Medyası’nı uygun gördük, ama aslında bu kararı aylarca tartıştıktan sonra verdik. Nitekim bu proje aslında daha kapsamlı bir projenin parçası; dolayısıyla aylarca hem içeriğini hem de kapsamını konuşmak için bol bol zamanımız oldu. Kapsamlı projemizin konusu, İstanbul’un farklı kültürlerini ve genelde kültürel çeşitliliğini çalışan araştırmacılar için eğitim ve kapasite geliştirme aslında… Bu projenin parçası olan serginin konusu ise İstanbul’un kültürel çoğunluğunun yansıması olan medyadaki çeşitlilik, daha doğrusu çoğulluk.
Kültürel çeşitlilik için de medyadaki çeşitlilik için de ‘çoğul’ kavramını özellikle kullanıyoruz. Çoğul kavramını kullanırken -bunun siyasi çağrışımına da sahip çıkarak- genelde çok-katmanlılığa, çok-anlamlılığa, melezliğe ve akışkanlığa açık bir çokluk, çeşitlilik kastediliyor ki bu kullanım genelde soysal bilimlerde ve özellikle kültürel incelemelerde karşımıza çıkıyor. Uzun bir hikaye bu, ancak şöyle özetleyebiliriz belki… 20. yüzyılın son yıllarında gelişmiş kapitalist ülkelerde kültürel çeşitlilik için, özellikle göçmenler üzerinden oluşan kültürel çeşitlilik için kullanılan çok-kültürlülük ve çok-kültürcülük kavramlarına alternatif olarak kullandığımız bir kavram bu. Çok-kültürlülük ve çok-kültürcülük Türkiye’de çok sık ve pek tartışılmadan kullanıldı. Ancak çok-kültürlülük kavramının aslında kategorize edici, genellemeci, kompartımanlaştırıcı ve özcü olduğu düşünüldüğü için onlara alternatif olarak kullanılan kavramlar olarak karşımıza çıkıyor çoğulluk ve çoğulculuk.


62 Yayın

Çoğul medyalardan içerik örneklerine, toplulukların yayıncılık faaliyetlerinin tarihsel gelişimine, basın üzerindeki politikaların topluluk medyalarına etkilerine dek geniş bir tarihsel ve toplumsal çerçeve sunmayı amaçlayan sergide, toplam 62 yayın sergileniyor. Bunların içinden Dersim Gazetesi, Boşnak Dünyası, Apoyevmatini, Gor, Jıneps, Miras, Jamanak, Nûbiha, Şalom ve Ogni isimli yayınlara ise odaklanılıyor. Sergiyi hazırlayanlarla yaptığımız sohbet sırasında böyle bir derlemeyi nasıl yaptıklarını şöyle açıklıyorlar: “İstanbul’daki kültürel grupları heterojen olarak temsil edecek yayınları seçtik. Aynı gruptan yayınları fazla yer vermedik. Vurgulamaya çalıştığımız çeşitlilik meselesini görebilelim diye. Bir de Aktüel olarak çıkması şartı koştuk.” İstanbul’da yayınlanan Kürt, Rum, Ermeni, Boşnak, Alevi, Dersim, Hemşin, Laz, Çerkes ve Yahudi medyasından birçok örnek sunulan sergide aynı zamanda toplumsal yapının çok kültürlü yanı da gözler önüne seriliyor.


Diğer yandan, ‘Çoğul İstanbul Medyası’ başlığı yanıltıcı olabilir. Şundan kaynaklanıyor yanıltıcılığı: Her ne kadar ‘medya’ desek de medya kavramının genişliğine sahip bir kapsama sahip değil sergimiz. Yani günümüzde medya dediğimizde akla gelen radyo, televizyon ve internet maalesef bizim sergimizin kapsamı içerisinde değil. Başlangıçta vardı aslında, ama zamanla gördük ki ‘çoğul medya’ deyince o kadar büyük bir kapsam söz konusu ki, bu kadar kısa sürede araştırılması, incelenmesi olanaksız. Nitekim biraz araştırınca yüzlerce yayın ismi çıktı karşımıza. Bu kapsamda bir serginin hakkıyla hazırlanması bu kadar bir zamanda imkansızdı. Ayrıca böyle bir mekanda bunu sergilemenin olanaksız olduğunu gördük ve sergiyi basınla sınırlı tuttuk. Nitekim sergiye gelecek olanları yanıltmamak için alt-başlık olarak da “Öteki Basının Bilinmeyen Dünyası”nı kullandık. Böylece sergiye gelecek ziyaretçilere, serginin ana başlığı medya olsa da aslında onun parçası olan basını, yani süreli yayınları ve onların dünyasını göstereceğimizi söylemiş olduk. Buradaki ‘öteki basın’ kavramı yerine aslında ‘azınlık basını’ da kullanılabilir, ama maalesef ‘azınlık’ Türkiye’de sorunlu bir kavram olduğu için kullanılamıyor rahatça. Kültürel gruplar veya topluluklar anlamında ‘topluluk medyası’ da denilebilir, farklı kültürel toplulukların yayın organları anlamında… Dediğim gibi, bu uzun mesele…

Genelde ‘İstanbul medyası’ veya ‘İstanbul basını’ denildiğinde ilk akla gelen, çoğunluğun medyası veya basını, yani süreli yayınları oluyor. Dili Türkçe olan, dini Sünni Müslüman olan çoğunluğun medyası veya basını… Dili Türkçe, kendisi Türk, inancı Sünni olan insanların, grupların çıkardığı süreli yayınlar… Bunun dışında kalanlar, yani azınlık veya topluluk basını veya ‘öteki basın’ oluyor ve bizim ilgi alanımıza giriyordu. İşte sergide herhangi bir şekilde sergileyerek bunları, öncelikle bilmeyen çevrelere veya bugüne kadar görmezden gelen çoğunluğa bu medyanın varlığını göstermek istedik. Sergilediğimiz süreli yayınların mümkün olan en eski sayılarını, çoğunun birinci sayısını sergiledik. Bu konuda bizzat o dergileri yayınlayanlardan büyük destek aldık. Mesela sizin verdiğiniz destek sayesinde Jıneps’in birinci sayısını sergileme olanağı bulduk. Bunun gibi birçok derginin birinci sayısını sergiledik. Ancak bu dergilerin kendilerini ve onun içerisinden bazı parçaları sergilemek yetersiz olur diye düşündük ve ‘bilinmeyen dünyası’na girme fikriyle bunlar arasından 10 tanesini seçip, onların pek bilinmeyen dünyasına, yani mutfağına girdik. Jıneps de dahil olmak üzere 10 süreli yayının ofisini ziyaret ettik; kim çıkarır, nerede çıkarır, üretim süreci nasıldır öğrenmek istedik. Çekimler ve görüşmeler yaptık. Onlar bize bu sürecin olumlu ve olumsuz yönleriyle tüm özelliklerini, güzelliklerini, zorluklarını, problemlerini anlattılar detaylı olarak, sağ olsunlar. Çok uzun görüşmelerdi her biri, ama biz bunları 5’er dakikalık videolar olarak kullandık sergide. Daha uzun versiyonlarını daha sonra internette yayınlayacağız.
Son olarak şunu söyleyeyim serginin kapsamıyla ilgili: 1990’lardan bugüne basına odaklanan bu sergide biz aslında Osmanlı’dan bugüne basını ele almak istiyorduk, ancak bu konuda da gördük ki kısa sürede bu kapsamda bir araştırma olanaksız. Hem de bir salonda bunların hepsini sergilemek çok zor. Üstelik bizim projenin devamında zaten medyaya odaklanılacak, yani süreli yayınların ötesine geçerek, radyo, televizyon ve internetin da dahil olacağı bir kapsam söz konusu olacak. Bu konudaki genişlemeye paralel olarak, zamansal sınırı da geriye götürebiliriz. Bir sonraki dönemde gerçekleştireceğimiz projede Osmanlı’yı da dahil ederek, daha kapsamlı bir proje gerçekleştireceğiz. Ancak mevcut projede ve sergide, başlangıç tarihimizin ne olması gerektiğine karar verme aşamasında, küçük bir araştırmadan sonra, açıkçası Gayrimüslimlerin yayını hariç, 1923’ten sonra kültürel toplulukların yayınlarının neredeyse durduğunu görmek mümkün. Bir ara bir-iki Kafkas yayını, Alevi yayını, Kürt yayını vs. çıkıyor, ama 1990’lara kadar bu sayı çok çok sınırlı ve istisnalar da kısa süreli. 90’lardan sonra gerçek bir patlamadan söz edebiliriz. O yüzden zamansal sınırlamayı ‘90’lardan günümüze’ şeklinde yaptık. Yani sergiyi önce süreli yayınlarla sınırlandırdık, sonra da 90’lardan bugünlere kadarki zamanla sınırladık. Mekansal olarak, başından beri zaten İstanbul’la sınırlıydı…

“Jıneps de dahil olmak üzere 10 süreli yayının ofisini ziyaret ettik; kim çıkarır, nerede çıkarır, üretim süreci nasıldır öğrenmek istedik”

-Odaklanılan 10 yayını seçerken aklınızdaki kriterler nelerdi?
-Zor olmadı kriterleri belirlemek aslında: Şu anda yayınlanmakta olan dergi ve gazeteler arasından seçtik. Son iki yılda yaşanan iklimden dolayı çok sayıda dergi ve gazetenin yayını durduğu veya durdurulduğu için maalesef işimiz kolay oldu! Odaklanılan bu 10 yayının her biri ayrı bir kültürel topluluğa ait. Ancak genelde sergide muhakkak her topluluktan örnekler olsun demedik. Mümkün olduğunca Kafkas kültürlerinden, Balkan kültürlerinden, Anadolu’nun değişik kültürlerinden topluluklara hitap eden veya onlara ait olduğu düşünülen yayınları seçmeye çalıştık, ki bu bağlamda sergi epey kapsayıcı oldu. Ancak bunları sergilerken ait oldukları veya hitap ettikleri kültürel gruplara göre değil, kronolojik sıraya göre yan yana sergiledik. Diğer yandan, tüm yayınların arasına alfabetik sıraya göre serpiştirilen, ‘odaklanılan yayınlar’ın her biri belli bir topluluğa ait. Bunlar arasında bir Alevi dergisinin de olmasını çok istediğimiz halde bunu yapamadık. Bu benim hatam: Şu anda yayınlanmakta olan bir Alevi dergisi yok diye düşünüyordum, benim daha önce takip ettiğim Serçeşme dergisinin yayınının durduğunu sanıyordum. Tam sergi açıldığında öğrendik ki yayınlanmaktaymış! Eski bir sayısıyla sergide yer alsa da mutfaklarına girmek üzere saha çalışması yapamadık ve odaklanılan dergiler arasına katamadık maalesef.


Tarihsel Kesitler

Sergide bir de topluluk medyası bölümü bulunuyor. Bu bölümde 8 topluluğun geçmişten bugüne basın yayın alanlında yürüttüğü çalışmalara dair bilgiler yer alıyor. Bu bölümde belirli bir zaman sınırlaması yok. Aslında topluluk medyalarının tarihsel gelişimlerinden kesitler sunuluyor. Burada Osmanlı’nın son döneminde çeşitli kültürel toplulukların basın yayın faaliyetlerinde yaşanan artışa dikkat çekilirken 1920 ile 1990 yılları arasında ise bir durgunluk göze çarpıyor. 90’lı yıllardan itibaren topluluk medyaları birçok baskıya rağmen tekrar kıpırdanmaya başlıyor. Bu dönemde birçok süreli yayınlar çıkmaya başlıyor. Ta ki OHAL’e kadar. Sergide, OHAL’in basın üzerinde yarattığı olumsuzlukların topluluk medyalarına nasıl yansıdığını da gözlemleme imkanı buluyoruz.


-Sergiyi hazırlarken karşılaştığınız zorluklar, sıkıntılar?
-Elbette çok önemli sorunlarla karşılaştık. İlk baştaki sorunlar aslında pratik, teknik meseleler değildi; daha çok serginin kapsamı, nasıl ele alacağımız, nasıl sunacağımızla ilgili sorunlardı. Özellikle son dönemde çok önemli pratik ve teknik sorunlar yaşadık ve sergi bu nedenle birçok açıdan istediğimiz gibi olmadı, ama sonuçta tamamlanmış oldu. İlk baştan beri asıl sorunlar, doğru söylem ve kapsamı belirleme ve buna göre olgusal hata yapmadan veri toplayıp sergileme bağlamında gündeme geldi ki bu işe girerken bunların hepsini bekliyordum şahsen; çünkü bir akademisyen olarak yıllardır bu meselelerle ilgileniyorum. Ancak bazıları daha zor, bazıları daha kolay bu sorunlarla bir şekilde başa çıkabileceğimizi düşünüyorduk. Sonuçta bazılarıyla başa çıkamadık, ama o da benim sırrım olsun.
Aşmayı başardığımız en temel zorluk şuydu aslında: Meseleyi ele alırken ve yansıtırken, tek tek süreli yayınların kendilerinden yola çıkarsanız işiniz kolaylaşır. Mesela Jıneps’i ele alırken, gazeteyi çıkaranların yayının kimliğiyle veya ait olduğu ya da hitap ettiği toplulukla ilgili ne dediğine bakarsınız; ‘Kafkasya dergisi’, ‘Türk dergisi’, ‘Adige dergisi’ veya ‘Çerkes dergisi’ diyebilirler… Sonra kendiniz gazetenin içeriğine bakarsınız, o da size bir şey söyler… Ayrıca kamuoyundaki algısına bakarsınız; okuyucu ve diğer çevreler ne diyor, derginin kimliği hakkında ne düşünüyor diye araştırırsınız ve tüm bunlardan bir sonuç çıkarabilirsiniz. Nihai olarak ya birkaç topluluğa ait olduğunu söylersiniz ya da belli bir topluluğa ait olduğunu söyleyebilir; ‘böyle algılanıyor’ ya da ‘içeriği şudur’ diyebilirsiniz… Bu söylem, her zaman daha gerçekçi, çok-yönlü olacak ve daha az sorun çıkaracaktır. Oysa bir de tersinden gittiğimizi düşünelim: İstanbul’daki kültürel çeşitliliği oluşturan unsurlar veya kültürel gruplar arasındaki geçişkenliği ve topluluk tanımındaki çok-katmanlılığı, daha önemlisi her topluluğun kendi içerisindeki çeşitliliği dikkate almayarak, kültürel gruplar üzerinden tasnife gittiğinizde kaçınılmaz olarak sorunlar yaşayacaksınızdır. Kullanacağınız herhangi bir kategori sorun olmaya başlayacaktır. Mesela diyelim ki sergide ‘Çerkes medyası’ veya ‘Alevi medyası’ veya ‘Kürt medyası’ kategorisiyle yola çıktığınız zaman bu büyük bir sorun yaratacaktır. Çünkü yukarıda sözünü ettiğim, tek tek dergilerin kendilerinden yola çıkarken karşılaştığınız gerçek yaşamdaki şeyleri bu topluluk medyası kategorileştirmesi nedeniyle yok sayacaksınız veya ihmal edeceksiniz. Muhtemelen kendi kategorileriniz, kendi etiketlerinizden yola çıkarak sınıflandırma yapacaksınız. Diğer yandan gerçek yaşamda tek tek yayınları ele aldığınızda karşılaştığınız gerçekler kadar, bu kategoriler de var ve en az onlar kadar gerçek!
Bu sorunu aşmanın yolu şu oldu: Sergide her ikisine de yer verdik, ama ana salonda tek tek dergilerde yola çıkan söylemi tercih ettik. Aslında sergi salonunu üçe böldük: Öncelikle dedik ki biz 90’lardan itibaren öteki basını yani süreli yayınları sunuyoruz, ama bunlar gökten zembille inmedi ki! Bu topraklarda 90’lardan önce de çoğul medya olduğunu, zikzaklı bir süreç yaşandığını gösteren bir tarihi arka-plan verelim dedik… Orada da mümkün olduğunca Osmanlı’daki çeşitliliği, zenginliği ve Cumhuriyet dönemindeki kuraklaşmayı ve 1980’den sonra tam bir çölleşmeyi göstermeye çalıştık.

Daha sonra ana salona giriyoruz, ikinci bölüme… Ana salonda, dediğim gibi, süreli yayınların kendilerinden yola çıkarak, onların hangi topluluklara ait olduğu konusunda tanım veya tasnif yapmadan, ilk yayınlanış yılına göre kronolojik bir sıralama yaptık. Aslında 180’den fazla süreli yayının bilgisine ulaştık, ama 90’lardan bugüne yayınlanmış olan, kimisi yayınına daha önce başlamış, kimisi doksanlardan sonra çıkmış, ama birkaç yıl ya da bir kaç ay sonra yayını durmuş… Kimisi halen yayınlanmaya devam eden süreli yayınlar arasından, haklarında sağlam bilgiye ulaştığımız ve eski sayılarına ulaştığımız, güvenli bilgiye sahip olduğumuz, çıkaran insanlarla görüşebildiğimiz 62 tanesini ana salonda, yani ikinci bölümde sergiledik. Daha fazlasını sergileyemezdik… Onlar arasından da az önce sözünü ettiğimiz 10 dergiye odaklandık. Böylece ilk etapta yukarıda sözünü ettiğim sorunlu kategorileri kullanmış olduk, çünkü bu on dergiden her birinin belli bir topluluğa ait olması gibi bir durum söz konusu oldu. Nitekim ‘Adige medyası’, ‘Çerkes medyası’ ya da ‘Hıristiyan medyası’ gibi kategorileri tamamen reddetmek mümkün değil. Bu kategorilerin sakıncaları ve zaafları hakkındaki farkındalık hayatımızdaki bu kategorileri görmezlikten gelmeye yol açmamalı, onlardan kaçmak anlamına gelmemeli.
Dediğim gibi, hayatın kendisinde bu kategoriler var. Asıl mesele, o kategorilere mahkum olmamak, o kategorileri katılaştırmamak, diğer yandan da varlıklarını kabul etmek… Nitekim sergideki üçüncü ve çok daha küçük bölümde, 8 örnek topluluk medyası seçtik ve bu kategoriler üzerinden sergiyi tamamladık. Burada, çok çok kısa, kuş bakışı bir şekilde Osmanlı’dan bugüne, Alevi medyası, Ermeni medyası, Laz medyası tanıtımları yaptık çok kısa olarak… Böylece hayattaki o gerçekliği, tekil ile topluluk (kolektif) arasındaki diyalektiği serginin tamamında yansıtmaya çalıştık. Yani aslında her bir dergi tüm tanımlanamazlığı ya da çoklu tanımlanabilirliğiyle sergide yer alıyor, ama ayrıca hayatta karşımıza çıkan ‘Laz medyası’ ‘Çerkes medyası’ gerçekliği de (daha ikincil bir şekilde de olsa) yerini alıyor. Diğer yandan genelde kültürel topluluk medyası kavramı oldukça sorunlu ve herhangi bir topluluk medyasının tanımlanması ve sınırlarının belirlenmesi riskli bir mesele… Genelde tanımlanamazlık, daha doğrusu çoklu tanımlanabilirlik meselesinin altında, dil, inanç ve bölgesel aidiyet düzlemleri arasındaki diyalektik ilişki yatıyor. Modernist paradigma içinden düşünüp konuşan, sağ ve solda hakim ulusçu veya etnosentrik mantalitenin reddettiği inançsal (Ekümenik Hıristiyan, Alevi, vd.) veya bölgesel (Dersim) kültürel toplulukları aynı sergide göstermek önemliydi aslında.

“Maalesef ‘Azınlık’, Türkiye’de sorunlu bir kavram olduğu için kullanılamıyor rahatça”

-Çoğunluk kavramını akademik çevre ve medya yeni mi keşfediyor yoksa istisna mı?
-Bir akademisyen olarak buna cevap vermem doğru olur mu bilmiyorum, ama sorduğunuz için söyleyeyim: Akademinin bu meseleyi keşfini bekliyoruz! Akademi için kültürel çoğulluk veya bu çoğulluğun unsurları, doğrusu bir keşif olur adeta! Evet biz de akademinin içerisinden gelerek yapıyoruz bu işi, ama bunu akademide paylaşabileceğimiz, benzer şeyler yapabileceğimiz, tartışabileceğimiz, dolayısıyla da bu olumlu anlamda rekabet edebileceğimiz çalışmalar ve projeler maalesef yok. Özel üniversitelerin kurulmuş olmasının açtığı daha özgür, daha serbest alan maalesef söz konusu olmadı. Daha önemli bir şey var aslında, onu da söyleyeyim: Üniversitelerin sayısının artması ve dergilerin sayısının artması bir umuttur elbette, ki ikisi de aynı yıllara tekabül ediyor… 90’lardan sonra oluyor, aynı anda oluyor. Çoğulluğun ve çoğulculuğun kabulüne bağlı… Kadın sorunundan bahsetmek ilerici, devrimci bir tavırken, sonra birileri gelip bunu yetersiz buluyor, LGBTİ diyor; + diyor… Genelde tüm tanımlanamzlığı veya çoklu tanımlanabilirliği ile ‘toplumsal cinsiyet’ diyor… Queer* diyor. Yaşamın her alanında çoğulluğun kabulü, bunun üzerinden bir zihniyet dönüşümü söz konusu oluyor 90’larda. Ancak maalesef bu konuşmayı yaptığımız dönemde, çoğulculuğun yerine çoğunlukçuluğun hakim olmaya başladığı bir dünyada bunu konuşuyoruz. Şimdi yine Çoğulluk baş belası olarak görülüyor; tıpkı 20. yüzyılın başında ulus devletlerin etnosantrizm peşinde koşması gibi, şu anda dünyanın her tarafında çoğunlukçuluk yeniden hızla yayılıyor. Böyle bir konjonktürde konuşuyoruz. Şunu unutmayalım diğer yandan: Çoğulluk yaşamın kendisinde var. Yani bütün çoğunlukçu ve tekçi rejimler yaşamın çeşitlilik ve çoğullunu inkar ediyor, bizzat yaşama karşı…

“Çerkeslerle ilgili doğru bilgi verebilecek insan sayısı yüzde beşi geçmez. Daha önce duymuş olanların sayısı daha çok olur ama sizi çok şaşırtan garip şeyler, yalan yanlış şeyler anlatılır”


Sözlü Tarih Çalışması

Sergide yer alan video röportajlar topluluk medyalarını daha yakından tanıma olanağı sunuyor. Gazetelerin ya da dergilerin genel yayın yönetmenleri ve yazı işleri müdürleriyle yapılan röportajlar topluluk medyalarının yaşadığı zorlukları ve sıkıntıları dinleme fırsatı veriyor. Sözlü tarih çalışması niteliğindeki röportajlarda, topluluk medyaları üzerindeki baskılar, yaşadıkları ekonomik sıkıntılar, okur kitlesinin azlığı gibi sorunlar öne çıkıyor.


-Bu toplulukları incelerken, görüşmeleri de yaparken bütün bu toplulukların ortak özellikleri, sorunları var mı ve birlikte çözüm bulmaları mümkün mü?
-Bu yayınlar, onları çıkaranlar, onların hitap ettiği kültürel gruplar o kadar birbirlerinden kopuk, o kadar farklı yaşıyorlar ki bu sorunun cevabını az çok anlayabilmek için gerçekten hepsine birden bakabilmek gerekiyor. Bunu yapabilecek konumda değilim. Onun dışında, yayınların içerik analizlerini yapmak gerekiyor. Gerçi sonuçta bir sergiden bahsediyoruz, ama akademik çalışma bu dergilerin her birinin içeriğinin de analizini gerektiriyor. Biz bu sergide bunları yapamayacağımızı bildiğimiz için, farklı donanıma sahip çok sayıda insanın profesyonel ve gönüllü katkısıyla sergiyi gerçekleştirebildik.
Bu gereklilikleri ve eksikliklerimizi bilerek sahaya çıkıp dergileri çıkartanlarla konuştuğumuzda onlara aynı soruları sorarak sizin sorunuzun cevabını araştırmaya çalıştık: Sorunlarında, sorunlarına çözüm bulmalarında ve mutluluklarında ne gibi ortak yönleri var? Çapraz okumaya müsait betimler üretmeye çalıştık. Görüştüğümüz 10 dergiyle konuştuklarımızdan yola çıkarak şunu söyleyebilirim: Yaşadıkları, ortaklaştıkları, paylaştıkları sorunların bir tanesi herkesin tahmin edebileceği gibi ‘rejim’le ilgili. Sadece devlet anlamında değil, çoğunluğu oluşturanların diğer topluluklara bakışları anlamında kültürel rejimle yaşanan en büyük sorun: Tüm farklılıklarıyla zenginlik olarak görülerek desteklenmesi gereken öteki medya, ya marjinalize ediliyor, işte kıyıda köşede bir kitabevinde merdivenlerde görülebiliyor. Bazen kriminalize ediyor, tehlikeli olmadığını, risk oluşturmadığını, tehdit olmadığını sürekli kanıtlama zorunluluğu hissediyor bunu çıkaranlar. Bu yaşadığımız coğrafyada birçok topluluk için geçerli bir şey…
İkinci ortak mesele: Her bir dergi aslında çoğunlukla, onun rejimiyle, hakimiyetiyle uğraştığı kadar, sürekli meşruiyetini kendi toplumuna kanıtlama çabası içerisine giriyor. Yani o çoğunluğun ektiği dışlayıcı, ayrımcı zihniyet o kadar içselleştirilmiş ki bizzat bir Alevinin bir Aleviye, Hemşinlinin Hemşinlilere, bir Çerkesin Çerkeslere bu topluluğa yönelik veya ait yayının aslında tehlikeli, kötü olmadığını kanıtlamaya çalışması gerekebiliyor… Bir Laz dergisi çıkarıldığında, çoğunluktan önce ve daha çok önce Lazlar buna tepki koyuyor, bir sayı çıkıyor öteki sayı çıkamıyor… Çünkü zararsız olduklarını, vs. çoğunluğa sürekli kanıtlama zorunluğuna ek olarak, bir de bunu kendi topluluğuna kanıtlama zorunluluğu ortaya çıkıyor… Zaten çoğunluk terörize ediyor azınlık topluluklarını… Aynı şey medya için de söz konusu oluyor… Çoğunluğun devleti, kurumları, sokağı, kitapevi, bayisinin vs. yaşattığı aslında tam bir terör, çünkü sürekli iyi niyetinizi kanıtlamak zorundasınız. Süreli yayınlar, aynı sorunu kendi toplumuna karşı da yaşıyorlar ve bölücülük dertleri olmadığını, ayrılıkçılık dertleri olmadığını bir kere kanıtlamaları yetmiyor, sürekli kanıtlamaları gerekiyor… Bu yüzden, İstanbul’un kültürel çeşitliliğine tekabül eden çeşitlilikte kültürel grup yayınının olmadığını görüyoruz. Birçok dergi ve gazete kendi sorunlarının en başında mali sorunu sayarlar mesela. Oysa bu benim az önce söylediğim meselelerle ilgilidir: Kendi grubu nezdinde dahi meşruiyet oluşturamadığı için kendi burjuvası reklam vermiyor, potansiyel okuyucusu almıyor, vs.
Başka bir ortak dert daha var: Dağıtım. Yayın matbaadan alındıktan sonra onu potansiyel okuyucuya ulaştırmak Türkiye’deki en büyük sorunlardan biridir zaten. Öteki basın için bu, katmerli yaşanan bir sorundur.
Bir ortak sorun da aslında yazar bulma konusunda yaşanan zorlukla ilgili… Eğer az bilinen Türkçe-dışı bir dilde gazete veya dergi yayınlıyorsanız, okuyucu bulmak zaten zor, ama yazar bulmak daha zordur. Üstelik Hemşince, Lazca ve Zazaca gibi, sözlü kültürden yazılı kültüre geçiş sürecini 1990’lardan itibaren yaşayan süreli yayınlar için bu akut bir sorun haline gelir, çünkü söz konusu dillerde düzenli yazanların sayısı zaten 5-10 kişiyle sınırlıdır. Aslında bu dilleri konuşabilen ve anlayabilen kişiler çok olabilir, ama yazılı kültür geleneği ve anadilde eğitim olmadığı için nerdeyse kimse doğal ve rahat bir şekilde o dilde yayınları takip edemiyor. Bu da bizi eğitime götürür, anadilde eğitimin olmayışının sonucu yaşanan kalıcı sorunlara…

“Odaklanılan bu 10 derginin her biri ayrı bir kültürel topluluğa ait. Kafkas kültürlerinden, Balkan kültürlerinden, Anadolu’nun değişik kültürlerinden topluluklara hitap eden veya onlara ait olduğu düşünülen yayınları seçmeye çalıştık”

-Bir sonraki projenin tarihi ve içeriğiyle ilgili ipuçları verebilir misiniz?
-Büyük oranda önceki projenin geliştirilmiş versiyonu olacak. Sergimizin ana teması çoğul medyaydı, ama projenin tamamı onunla ilgili değildi. Bir sonraki projenin ana teması çoğul medya olacak. Verilecek olan hem sınıf içi, hem de uygulamalı saha eğitiminde bu konuya odaklanılacak. Araştırmacılar sahada danışmalar eşliğinde birikim yapıyorlar, ürünler ortaya koyuyorlar. Bu sefer bunların hepsi artık çoğul medya ile ilgili olacak. Son olarak şunu anladık ki çok büyük işleri kısa süre içerisinde yapmaya kalkışmışız! Bir dahaki proje, daha uzun vadeli olacak: Eğitim ve araştırma en az bir akademik yıl sürecek… Bunun sonucunda, biraz önce cevap veremediğim konularda da cevap verebilecek konuma gelebilmek için gerekli derinleşme mümkün olacaktır belki.

“Projenin devamında zaten medyaya odaklanılacak, yani süreli yayınların ötesine geçerek, radyo, televizyon ve internetin da dahil olacağı bir kapsam söz konusu olacak”

-Akademik çevreden Çerkesler ve Jıneps gazetesi nasıl görünüyor?
-Samimiyetle söylemek gerekirse, görünmüyor! Akademi görmüyor… İddia ediyorum, anket yapsak Jıneps’i bilen yüzde bir olmaz. Çerkeslerle ilgili doğru bilgi verebilecek insan sayısı da yüzde beşi geçmez. Daha önce duymuş olanların sayısı daha çok olur, ama sizi çok şaşırtan garip şeyler; yalan yanlış şeyler anlatılır… Bu ülkede doğup büyümüş bir insan olarak ben, Çerkesleri ancak 30’lu yaşlarımda, o da Çerkes Ethem ‘ihaneti’ üzerine araştırma yaparken öğrendim ve devasa bir dünyanın söz konusu olduğunu gördüm. Hem nüfusları hem de kendi içlerindeki çeşitlilik anlamında gerçekten çok zengin bir dünya…

*Heteroseksüel olmayan ve azınlıkta kalan cinsiyet ve cinsel yönelimlerin hepsini içine alan bir şemsiye terim.


Bülent Bilmez

2005 yılından beri Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü’nde öğretim görevlisi olan Prof. Dr. Bülent Bilmez, doktorasını Almanya Berlin’de bulunan Humboldt Üniversitesi Modern Yakın Doğu Çalışmaları Enstitüsü’nde tamamlamış (1998) ve doktora tezi “Demiryolundan Petrole: Chester Projesi (1908-1923)” başlığıyla Tarih Vakfı Yurt Yayınları’ndan 2000 yılında basılmıştır. 1995-1998 yılları arasında Berlin’de Freie Universitaet, 1998-2001 arası Elbasan’da (Arnavutluk) Alexander Xhuvani Universitesi, 2000-2004 arasında Yeditepe Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev yapan Bilmez’in çalışma alanları arasında tarih teorisi ve metodolojisi, sözlü tarih, kolektif hafıza ve tarihle yüzleşme/hesaplaşma, modern Osmanlı ve özellikle Balkan tarihi, Türkiye Cumhuriyeti tarihi, ulus inşası ve ulusçuluk tarihi, modernizm ve küreselleşme teorileri bulunmaktadır.
Bilmez’in yayınlarından bazıları şunlardır: “Dersim 38’i Anlamak ve Anlamlandırmak için Öneriler”, Toplumsal Tarih, Sayı 218 (Şubat 2012); “Toplumsal Bellek, Kuşaklararası Aktarım ve Algı: Dersim 38’i Hatırlamak”, Toplumsal Tarih, Sayı 217 (Ocak 2012), s. 48-53; Toplumsal Bellek, Kuşaklararası Aktarım ve Algı: Dersim ’38, İstanbul: Tarih Vakfı, 2011 (ortak yazarlar: Gülay Kayacan & Şükrü Aslan).

Çurmit Sebahattin
Çurmit Sebahattin
Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesine bağlı Çerkes Kuşçular Köyü’nde 1973 yılında doğdu. İlkokulu köyünde okudu. Lise 1’den sonra okul hayatını bitirip inşaatlarda çalışmaya başladı. 1990 yılında İstanbul’a gitti. Orada İstanbul Kafkas Kültür Derneği’nin gençlik kollarında ve sosyal faaliyet kollarında yer aldı. 2005 yılında yayınlanmaya başlayan Jıneps gazetesinin yakınında, okuru olarak başladığı yayın serüvenine yayın kurulu üyesi olarak devam ediyor. Şimdilerde ise köyünde organik tarım yapma gayretinde.

Yazarın Diğer Yazıları

Uzunyayla’nın üzerindeki hayalet…

Endüstriyel patates üretimi son yıllarda aldı başını gidiyor. Daha çok verim alabilmek için toprağın kaldırabileceği yükten çok daha fazla gübre, ilaç kullanımı yeraltı sularının...

Ve masal bitti…

“Anadilimizdeki her sözcük okulda yaramazlıktı” Eski bir mızıkanın tuşlarında başlamış, ağır aksak arşınlarken yalnızlığını Uzunyayla, o eski ihtişamından kırıntılar barındıran bir bozkırdı artık. Her şey...

“Ubıhça trajedisinden ders almalıyız”

Son yıllarda anadile ilginin artırılması ve unutulmaması için dernek ve kurumlar 14 Mart Adige Dil Günü’nü kutluyor. Dünyanın pek çok ülkesinde yaygınlaşarak kutlanması, çalıştayların...

Sosyal Medyalarımız

4,890BeğenenlerBeğen
1,353TakipçilerTakip Et
4,000TakipçilerTakip Et

Son Yazılar

- Advertisement -spot_img