12 Eylül zindanlarında Çerkesler

0
729

Yavuz için en ağırı kendi halkının yani Çerkeslerin ailesi üzerinde yarattığı baskı oldu

Darbe mağdurlarından Süleyman Yavuz anlattı
 ‘Türk olduğunu söyle, bırakalım’
Serap Canbek
Süleyman Yavuz, 12 Eylül darbesinin mağdurlarından. O yıllarda siyasi kimliği olmamasına rağmen sadece Çerkes olması nedeniyle, önce ülkücülerin sonra da darbecilerin hedefi oldu. 141-142’den 4 yıl 7 aya mahkum edildi. İşkence gördü, Çerkesliğini inkara zorlandı ve yıllarca hapis yattı. MHP’li olmanın yargıda yarattığı ayrıcalıklara da tanık oldu, Çerkes bir subayın küçük jestlerine de.
Yavuz için en ağırı kendi halkının yani Çerkeslerin ailesi üzerinde yarattığı baskı oldu. Düzceli Çerkes avukatların davasını almayı bile reddetmesini buruklukla anımsayan Yavuz, birkaç Çerkesin desteği dışında tamamen yalnız bırakıldığını söyledi.
Süleyman Yavuz’un anlattıkları, bugüne dek, 12 Eylül darbesinin mağdurları arasında Çerkeslerin olmadığını düşünenlere önemli mesajlar veriyor. Ama bununla da kalmıyor. Devletin; kimliğinin, bu kimlikle doğuştan sahip olduğu hakların farkında olan Çerkesler ile kimliğini hak ve özgürlüklerinden soyutlayarak, soyut bir ‘kültür’ ögesi olarak görenlere yönelik uygulamaları arasındaki farkı da sergiliyor.     
Öncelikle sizi tanıyalım lütfen.
Süleyman Yavuz: Düzce’nin Kiremitocağı köyündenim. Ubıhların Keç’i sülalesindenim. Düzce’de doğdum ve liseyi orada bitirdim. 70’li yıllardan itibaren Türkiye kaynamaya başlamıştı. Bırakın üniversiteye girmeyi sınavlara bile çok zor giriyordunuz. Üniversite sınavı için Ankara’ya gittim ama giremedim. Sırf Çerkes kimliğimden dolayı engellendim. O zamanlar Beşevler MHP’nin elindeydi. Benim siyasi bir kimliğim yoktu, hatta Çerkes kimliğimi de farklı olarak düşünmüyordum. Çünkü Düzce’de böyle bir şeye ihtiyaç duymamıştım. Apolitik bir insandım, futbolla ilgileniyordum. Düğünlere, zeheslere katılan bir gençtim.
1976 senesinde Endüstri Meslek Lisesi’nden mezun olunca Gölcük Tersanesi’nin sınavlarına girdim, kazandım. Hemen işe başladım. Henüz 18 yaşındaydım ve ilk kez büyük bir toplumun karşısına çıkmıştım. Bu durumda büyük bir yalnızlık hissediyorsunuz ve kendinizi savunmak için bir arayış içine giriyorsunuz. Kendime Çerkes arkadaşlar arıyordum. Bu bir güç veriyordu. Önce Düzcelilerle karşılaştım. Düzce’nin kendine has “delikanlı” bir tavrı vardır. Arkadaşlıklarıma da bu tavır yansıyordu. Kahvede okey falan oynuyorduk, serserileşmeye başlamıştık. Bir gün tersanede mesai listelerine bakarken bir gencin ıslıkla wuig çaldığını duydum. Bir anda tüylerim diken diken oldu. Hemen yanına gidip tanıştım. Eskişehir’den gelmişti ve Çerkesti. O arkadaş bana üç-dört tane Kamçı dergisi verdi. İşte benim Çerkes kimliğimle tanışmam o ıslığın sayesinde başladı ve Kamçı dergileriyle pekişti. Sonrasında başka Çerkes arkadaşlarla tanıştık.
Sizi tutuklanmaya götüren süreci anlatır mısınız?
-Gölcük politize bir yerdi. Beş bin işçi vardı. Sağcısı, solcusu ile. Biz onların içine girmiyorduk. Bir sohbet esnasında dernek kurma fikri oluştu. 1977 yılında 8 kişi bir araya gelerek Gölcük Kuzey Kafkasya Kültür ve Dayanışma Derneği’ni kurduk. Folklor ve wored çalışmaları yapıyorduk. Kocaeli Derneği ile iletişim halindeydik. O dönem Düzce, Karamürsel, Kocaeli, Sakarya ve Yalova dernekleriyle bir araya gelerek “Musa Kundukhov’un Anıları” kitabını Türkçeye çevirip bastırdık.
1978 yılında MHP baskıları başladı. Bir gece çok kalabalık bir grupla bizi çevirdiler ve iyice hırpaladılar. 3 kişiydik. Zihni Abrekoğlu, ben ve Düzce’den Muhsin ağabey. Hiç sebep yoktu. Sadece bir dernek kurduğumuz içindi bunlar. Rahatsız olmaya başlamıştım, 50 kişinin 3 kişiye saldırması bize ait bir kültür değildi, gurur kırıcıydı. Düzce’ye geldim, Askerlik Şubesinde bir tanıdık vardı, O’nun yardımıyla askere yazdırdım kendimi. Amacım Gölcük’teki kargaşadan kurtulmaktı, MHP baskısı çok yoğundu. 1978’de askere gittim.
1979 Nisan ayında askerliğimi bitirerek Düzce’ye döndüm. Düzce Meslek Yüksekokulu açılmış, teknisyenlik sınavına 30 kişi başvurmuştu. Sınavı kazanarak işe başladım. İşbaşı yaptığım günlerde 12 Eylül ihtilali oldu. Sağcı ya da solcu değildim, sadece Çerkestim. Dolayısıyla bana bir şey olur kaygısı taşımıyordum. 7.Kasım.1979 Cuma günü Endüstri Meslek Lisesi’nin mobilya atölyesinde yüksekokul çizim masalarının tesviyesini yaptırıyordum. Bir arkadaş beni dışarı çağırdı. Çıktığımda karşımda tüfeklerini bana doğrultmuş 7-8 askerle karşılaştım. “Ne oluyor, ben ne yaptım ki?” dedim kendi kendime. Kelepçelediler ve cipe bindirdiler. O arada Zihnileri de almışlar. Bizi Düzce’de hiç tutmadan Gölcük’ten gelen bahriye cipine bindirdiler. Gölcük’e götürüldük. İnzibat karakolunda bodruma kapattılar. Aç, susuz, sefil orada kaldık. İlk gün böyle geçti, devamlı birilerini getiriyorlardı. Kim olduklarını bilmiyorduk.
Neden götürüldüğünüzü ya da neyle suçlandığınızı hala öğrenememiş miydiniz?
Hiçbir şey bilmiyorduk. Kemerlerimiz, paralarımız, ayakkabı bağcıklarımız alındı. İkinci gün bir grubu yukarı aldılar. Komalık halde geri getirdiler. 7 kişiydiler, korkudan neyle suçlandıklarını da soramıyorduk. Ailelerimizin haberi yoktu, kimseyi arayamıyorduk. Sonrasında sıra bana geldi, beni yukarı aldılar. Orası anlatılabilecek gibi bir yer değil. Bir insanın başka bir insana öyle şeyleri nasıl yapabildiğini asla anlamadım, ne anlamak ne de hatırlamak istiyorum.
Bu rezillik günlerce devam etti. Sorular saçma sapandı. “Mahmut Özden’i siz mi vurdunuz?” gibi mantıksız sorular soruyorlardı. Gölcük’te işlenen bazı cinayetleri de soruyorlardı. Ezmek, korkutmak, yıldırmak ve baskı oluşturmak.. aslında zevk için yaptıkları inanılmaz işkenceler gördük. İfadeler alıyorlardı, alıyorlardı derken onların yazdıklarına imza atıyorduk. Gözlerimiz bağlı, ellerimiz arkadan parmak kelepçede. Araba lastiği geçirdikleri için kollarımızı hareket bile ettiremiyorduk. O binayı askerlik yaptığım dönemden biliyordum. İki katlıydı. Ama bize devamlı merdiven indirip çıkartıyorlardı. Aslında hep birinci kattaydık. Bizi cama götürüp atmakla tehdit ediyorlardı. Ama ben zaten birinci katta olduğumuzu tahmin edebiliyordum.
Oradan Konca Askeri Tutukevi’ne götürdüler. Yemek yok, konuşmak yasak, tuvalet izne tabii. Biriyle merhabalaşsanız bile askerler copla saldırıyorlardı. Komutan “vur” dediğinde asker emre itaat eder ama öylesine şiddetle vurmaz diye düşünürsünüz. Ama ne yazık ki askerler Allah ne verdiyse vuruyorlardı. Bu işkenceler aylarca sürdü, bir ya da iki gün değil. İlginçtir, zamanla bu kötü koşullara bile alışıyor insan. Zamanla onların açıklarını ve zayıf noktalarını buluyorsunuz ve siz de güçleniyorsunuz.
Saatimiz bile yok. Zamandan haberimiz yok, ailelerimiz bizden habersiz. Artık sesimizi yükseltmeye başlamıştık. Kabotaj Bayramı’nda bahriyeliler et yer, meşhurdur askeriyede. Bize kemik getirdiler. Saatsizliği, işkenceyi ya da ailelerle görüşmemeyi kabullenmemiş olsak ta dayanabiliyorduk belki ama bir insana kemik getirilmesi insanlığın çok daha dışında bir davranıştı. İzmitli bir arkadaşla göz göze geldik ve aynı anda kazana tekmeyi patlattık. Koğuşun ortasına yuvarladık. Sonrasında bize yapılanları anlatmama gerek yok tabii.
Böylece bir başkaldırı başlamıştı. Sonra başka konularda sesimizi yükseltmeye başladık. Gazete istedik, görüş talep ettik. Bu arada mevcut artıyordu. İkinci koğuş dolmuştu. Koğuşlar iki üç günde doluyordu. Gelen herkes pestil gibiydi. Doktora çıksanız, o kadar yara bere varken dahi sağlam raporu veriyordu. Herkes yaralı olduğu için görüş özellikle yaptırılmıyordu. Tutukevindeki işkenceyle ilk işkenceler farklı tabii. İlkinde sistematik, tutukevinde ise sadece cop dayağı. Zamanla yaralar iyileşti, koğuşlar karışık hale getirildi. MHP’liler, Akıncılar, solcular bir araya konuyordu. Bu kez onların arasında karışıklıklar başladı. Toplu kavgalar askeriyeyi göçertti, ordu baş edemez oldu. Beş koğuşta birden kavga başlıyordu. 500 kişinin birden kavgaya tutuşması askeriyeyi zayıflatmaya başlamıştı.
İlk olarak görüş problemini çözdük. Sonra kantin hizmeti almayı başardık. Derken gazete, dergi, sağlık hizmeti de başladı. Bu sürece 6 ay kadar sonra varmıştık. Bu süre içinde ifade de alınmadı. Sadece Sorgu Hakimliğinde gıyabi tutuklamayı vicahiye çevirdiler. Sonra mahkemeler başladı. Buz gibi insanların fısıltıyla konuştuğu, avukatlara söz hakkı verilmeyen, ifade veremediğiniz bir mahkemeden söz ediyorum. Öncesinde avukat aracılığıyla “Türk olduğunuzu söyleyip, bir yanlış anlaşılma olduğunu belirtirseniz çıkarsınız” mesajını ulaştırmışlardı. Garanti verilmişti. Ama mahkeme ilamına “Ben Türküm” dediğiniz de yazılacaktı. Avukata beni idam etseler de böyle bir ifade vermeyeceğimi söyledim. Biz toplam 8 kişiydik. Zihni ile ben içerideydik, diğerleri tutuksuz yargılanıyordu.
Koğuşlardaki kavgalar sürüyordu. Binbaşı bir koğuşu boşalttı ve azılı, ele avuca gelmez MHP’lileri oraya doldurdu. O zamana kadar koğuşlarda solcu sayısı fazlaydı. Bu kez MHP’liler bir koğuşta toplanmış oluyordu. 18 solcuyla beraber hiç kavgalara karışmadığımız halde Zihni ile beni de o koğuşa aldılar. Aylardır dayak yiyen 80 MHP’linin arasında her an öldürülebilirdik. Ama korktuğumuz olmadı. Solcular sayıca azdı ama eğitimliydiler, bu işleri biliyorlardı. Açıkçası MHP’lilerin gözü kesmedi.
Koğuş mümessilliği önemliydi. Düdük Hasan denilen binbaşı ne olursa olsun önce koğuş mümessiline sorardı, onun dediği doğru olurdu. Astsubayların odasına çağırıp koğuş mümessilliğini bana önerdiler. Ama onların sisteminin adamı olmadığımı söyleyip reddettim. Koğuşa dönüp anlatınca Dev-Yol’lu arkadaşlar kızdılar. “Nasıl kabul etmezsin, sen bizi öldürtecek misin?” dediler. Halkın Kurtuluşu’ndan Çerkes bir arkadaşım vardı, onlarla komün yaşıyordum, maddi olarak başka türlü yaşamanız zordu. Mümessilliği kabul etmediğim için beni komünden attılar. Yalnız kaldım. Dev-Sol’dan Varujan Çam adlı bir Ermeni genç vardı, müthiş bir delikanlıydı. Beni çağırdı ve “Dev-Yol ile Halkın Kurtuluşu seni her an şişleyerek öldürebilir, ben arkanda olacağım, onlara da bu tavrımı belirttim, benimle kalacaksın” dedi. Gözlemlediğimde söylediklerinin gerçek olduğunu anladım. Enteresan olan mümessilliği kabul etmedim diye hedef olmuştum. Zaten hiç kavgaya karışmadığımız halde iki Çerkes neden o koğuşa konulmuştuk? O koğuşa atıldıktan sonra neden mümessillik teklif edilmişti? Açıkçası yok edilmek istendiğimizi düşündüm. Bu olay sonrasında Dev-Sol’a sığındım. Dev-Sol cezaevinde güçlüydü.
Sonrasında mahkemeniz vardı. İddianame ve karar ne yönde oldu?
Üçüncü duruşmada hakim 141 ve 142’den toplam 4 yıl 7 ay 15 gün hapis cezası verdi. Bir de Urfa’da 8 ay sürgün. Bu karar o dönem için bu maddelerden verilen cezaların en üst limitiydi. 22 yaşındaki biri için çok acı bir durumdu. Diğer Çerkes ağabeylerim de ceza almıştı. İzmit Cezaevi’ne gönderildik. Orada Dev-Sol komününde kalmaya başladım. Aradan bir hafta geçmemişti ki Zihni, ben, Hacı Osman Ayas hariç diğer 5 Çerkes giyinip gittiler. Nasıl çıktıklarını anlamadım ama sevindim.
Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından 8 kişinin yargılandığı ve karar verilmiş bir davada 5 kişi nasıl çıktı, hangi güç bunu yaptı? Diğer 3 kişi neden kaldı? Bu bir muamma olarak durmaktadır.
Sanıklardan Muzaffer Çalışkan MHP’li idi. Dava sırasında bir şekilde MHP ile bağını ispat etti ve 2 yıl ceza aldı. Yani onu MHP’li oluşu kurtardı, gerçi kurtardı mı yoksa bu da başka bir utanç mıdır tartışılır. Biz 3 kişi kaldık. Ben ve Zihni zaten 6 aydır yatıyorduk, Hacı Osman yeni tutuklanmış oldu. O ara mahkemelerden ceza alanlar cezaevlerine düştükçe cezaevleri siyasallaşmaya başladı. Direnişler arttı. Ben de Dev-Sol içinde siyasallaşmaya başlamıştım. Ama bu değişim çok da hoşuma gitmiyordu. Zihni ve kendi adıma dilekçe yazdım, küçük bir cezaevine geçmek için. Zihni dilekçeyi vermedi. Ben Akçakoca cezaevine geçmek istediğimi belirttim ve geçtim. Küçücük, ev gibi bir yerdi. Kandıra F tipi cezaevi açılmıştı. İzmit’te ne kadar siyasi tutuklu varsa Zihni dahil Kandıra’ya götürüldü. İşte o zaman Zihni dilekçe vermediğine çok pişman oldu, daha girişte dayak yemeye başlamışlar. İnanılmaz işkencelerle tamamladılar cezalarını.
Akçakoca’da günleriniz daha mı kolay geçti? Mesela Çerkes olduğunuz için bir avantaj ya da dezavantaj yaşadınız mı?
Çerkes olduğum için içeri atılmıştım, o halde dezavantajım buydu.
Akçakoca’ya gitmeden savcıyla haberim gitmiş. Dev-Sol nedeniyle antrenmanlı ve güçlüydüm. Şubat ayıydı. Kimse soğuktan dışarı çıkamazken koşu yapıp soğuk suyla duş alıyordum. Bana şeytanmışım gibi bakıyorlardı. Kimse benimle konuşmuyordu. Siyasi suçluyum ya? Nasıl oluyorsa? 7 kişiydik. Zamanla ufak ufak sohbetler başladı. Hapishane küçüktü ama sistem rezaletti. Başgardiyan her ay gidip çürümüş yiyecekler, kurtlu makarnalar getiriyordu. Yemeğimizi kendimiz yapıyorduk.
Dev-Sol’un verdiği kültürle topladım arkadaşları. “Arkadaşlar, diyelim ki aylık kişi başına yüz bin lira gelirimiz var, 50 kişiyiz, bu da beş milyar eder. Bu kurtlu şeyleri yiyeceğimize beş milyarlık toptan liste yapalım, istediklerimiz gelsin” dedim. Tek önerim buydu. Savcının kulağına gitmiş. Çerkes bir yüzbaşı vardı ve Çerkes olduğumdan haberdardı. Savcı geldiğinde badana, gazete, dergi de isteyecektik. Savcı geldi, yüzbaşı ve askerlerle birlikte. Öne çıktım ve tüm taleplerimizi belirttim. Savcı “Sen bunları herkes için istiyorsan senden başka dillendirecek var mı?” diye sordu. Arkama döndüğümde kimse yoktu. Herkes koğuşlara gitmişti. Yapayalnız kalmıştım. Bana ifade etmese de savcı taleplerimi insani bulmuştu. Bunu şuradan anlıyorum, falakaya yatırılmadım. Yine de beni F tipi cezaevine yollamak istemiş. Çerkes yüzbaşı buna karşı çıkmış, ikna etmiş. Bu da Çerkes olmanın bir avantajı sayılabilir belki.
Sonrasında cezaevine HT geldi. Bu insanlar bir şekilde mafya. Onlarla sohbete giriyorsunuz ve kişilik erozyonları başlıyor. Yani bu kez Dev-Sol bitti ve deformasyon başladı. Kısa bir süre sonra Adana’dan Ferda Seven geldi. 18 ayı Ferda abi ile geçirince “delikanlılık” kültürünün yansıması oluştu bende. Çerkeslik, Dev-Sol ve peşinden mafya kültürü.
Tahliye olduktan sonra adaptasyon zorlukları yaşadınız mı? Urfa’da sürgün günleri nasıl geçti?
Hapishaneden çıktığımda çok zorlandım. Evden çıkamıyordum. Çok gelen giden de olmuyordu. Haşim Altan geldi ve beni dışarı çıkardı. 15 gün sonra Urfa’ya gittim ve otele yerleştim ama zengin çocuğu değilim. Masraf çok. Halkımız desen her anlamda ortadan kayıp. Her akşam karakola gidip imza atmak zorundaydım. İmza atmadığınızda 8 aylık cezayı içeride tamamlamanız gerekiyordu. Bir ay geçmeden param bitti, iş de bulamıyordum. Sıkıntıdaydım. Savcıdan kavga dövüşle 3 gün izin alıp Düzce’ye geldim.
Sağ olsun, Cankat Devrim hediyelik eşyalar verdi bana. Ferda Seven bir üreticiden kolonya almamı sağladı. Urfa’ya dönüp bir dükkan açtım. Kira ve masraflar yüzünden kapatmak zorunda kaldım. Hayatımda ilk defa pazara çıktım ve hepsini satıp paraya çevirdim. Artık temkinli olmaya karar vermiştim. Sanat okulu mezunuydum, sanayide dükkan dükkan dolaşarak iş aramaya başladım. Durumumu öğrenen kimse iş vermiyordu. Sonunda yaşlı bir tornacının yanında haftalık 4 bin liraya işe başladım. Masraflarım çıkacaktı en azından. Böylece 8 ayı tamamlayıp Düzce’ye döndüm.
Cezanız bittiğinde hayata nasıl tutundunuz?
Düzce’ye gelince bir boşluk yaşadım. Araba aldım ve toptan baharat satmak üzere Türkiye’yi gezmeye başladım. Yakıt ve otel masrafları çıkınca pek bir şey kalmıyordu. F. Seven haber gönderdi ve beni İstanbul Şişli’deki ofisine aldı. Hayatımın en rahat ve güzel günlerini orada yaşadım. F. Seven tutuklanınca yine ortada kaldım. Baharat işine döndüm. Yıllarca devam ettim. Erzurum, Kars, Ağrı, Bingöl, Sivas… Bir Murat 124 ile yaptım bu işi. Para da kazanıyordum artık.
Düzce’ye dönüp madenciliğe başladım. Kapalı kömür ocağı işletiyorduk. Göçük oldu ve bir işçi öldü. Bu olay beni üzdü ve orayı satarak Soma’da açık bir işletmeye geçtim. Ama verilen bütün raporlar sahte çıktı ve bir darbe daha yedim. Yine Düzce’ye döndüm. Düzce’de Gençlerbirliği Spor’un lokalini işletmeye başladım. Çay parasıyla geçinmek mümkün değildi. Bira satmaya başladım. Beşinci gün Siyasi Şube Dernekler Masası bastı. Ruhsat almamı istediler. Aldım ve para kazanmaya başladım.
“Türkiye sana göre değil Süleyman” deyip Kafkasya’ya gittim. Ama şanssızlık orada da devam etti. Abhazya savaşı başladı. Elimdeki para eriyordu, belimden de sakatlanmıştım. Tedavi görüyordum. Bu sefer de “Sen buraya yük olmaya gelmedin” diyerek Düzce’ye döndüm. 21 gün tedavi gördüm. Kız kardeşim, daha önce yaptırdığım hayat sigortasını devam ettirmiş, biriken parayı çektim, beni oldukça rahatlattı. Son kez tekrar baharat işine döndüm.
O ara 141, 142 ve 173 kalktı. Ben de hakkımı aramak için dilekçe trafiği başlattım. Başsavcı “Derdin nedir?” dedi. “Bu maddelerden bölücüler yargılanıyor. Ben Çerkesim ve bölücü değilim, görevime iademi istiyorum” dedim. Savcı benim adıma mükemmel bir dilekçe yazdı. 15 gün sonra İzzet Baysal Üniversitesi’nden çağırdılar. Beş yıllık özlük hakkımın ve maaşlarımın iadesi şerhiyle göreve başlattılar. Göreve başladım ve o yıla ait bütün maaşları aldım. Derecem 9/1’e düştü. Ama geriye dönük haklarımı alamadım ve memuriyetten kazandığım para da yetersizdi. Düzce’de bir ganyan bayii aldım ve istifa ettim. O günden sonra hep ticarete devam ettim ve bugünlere geldim.
Tüm bu süreçte Çerkes camiasının yaklaşımı nasıldı?
İlk aşamada Hikmet Neğuç’tan destek gördüm. Avukatımızı da o tutmuştu. Düzce’deki Çerkes avukatlar davamızı almak istemediler. Destek değil köstek olunduğunu söyleyebilirim. Cezam kesinleştiğinde babam sevinmiş, çünkü idam kararı bekliyormuş. Bir aile bu kadar yıpratılabilir mi? Tutuklandığım gün evimizin bahçesinde rubleler bulunmuş. Ben rubleyi ilk kez 1990’da gördüm. Bahçeye rubleleri kim atmış olabilir? Bir yerlere Çerkes bayrağı dikmişim. Babam erken yaşta kalp krizinden öldü. Başıma gelenler yüzünden. Yani Çerkesler dedikodularıyla çok daha büyük bir baskı oluşturmuştu. H. Neğuç’un yanı sıra C. Devrim ve F. Seven’in katkılarından bahsetmiştim.
Çerkeslerin kimlik sorunu yaşadığını düşünüyor musunuz?
Kesinlikle evet. Çünkü Çerkesler burada Türkleşirken, Arabistan’da Araplaşıyorlar, Rusya’da Ruslaşıyorlar.
Çerkeslerin devletçi ve statükocu olduğu konusundaki yorumunuz nedir?
Böyle olduğuna ama olmaması gerektiğine inanıyorum. Mesela Kürtler gibi ortaya çıkıp “Benim bir dilim var” diyemiyor Çerkesler. Bu da çok üzücü bir durum.
Var olan dernekler Çerkes halkını gerektiği gibi temsil ediyor mu? Çerkes halkının taleplerini dillendirebiliyor mu?
Asla. Bırakın dillendirmeyi taleplerin farkında bile değiller bence. Mesela açılım döneminde Kaffed ne kadar öne çıkabildi? Ne talep edebildi? Bunu yıpratma anlamında değil eleştiri anlamında söylüyorum. Çok şey yapılabilirdi. Ama bu sadece Kaffed’e yüklenmemeli. Arkasında durabilecek bir halk var mı? Mesela şu anda FK 1864 yöneticisiyim. Star Makine dışında destek olan çıkmadığı gibi maçlarımıza bile gelmediler. Böyle bir halk olabilir mi?
Sizce tabi olmaya çok yatkın bir halk mıyız?
Bence bizim tarihsel bir sorunumuz var. Geçmişte birbirini kandıran bir halkız. Sürgünde birbirimizi kandırdığımızı düşünüyorum. İnsanlar yola çıkınca kandırıldıklarını anladılar ve galiba birbirlerine olan güvenlerini yitirdiler. Kalanlar da oldu. O halde birileri kandırıldı.
O halde gönüllü bir asimilasyon olduğunu düşünüyorsunuz?
Evet. Sıkıntıları yaşlılarımız çekti. Sonrasında ekonomik anlamda güçlendikçe “Biz zaten buranın asiliyiz” gibi bir kendini beğenmişlik duygusu başladı. Yani Çerkes kültürü aristokratlaştı. Bu da asimilasyonu hızlandırdı.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir katkısı var mı asimilasyonda sizce?
Bu devlet kurulduğu günden itibaren Kürtlere de, Ermenilere de, bize de asimilasyonu uyguladı. Baskılar oldu. “Vatandaş Türkçe Konuş” telkinleri oldu. Çerkesçe konuştuğu için dayak yiyen ya da cezalandırılan arkadaşlarım da oldu.
TC Donanma ve Sıkıyönetim
Komutanlığı Askeri Mahkemesi
Gölcük/Kocaeli
Evrak no: 1981/306
Esas no: 1981/98
Karar no: 1981/175
..
Sanıklar
1- Süleyman Yavuz/Nihat oğlu 01.08.1958 doğumlu.. Düzce Kiremitocağı nüfusuna kayıtlı olup..
2-Zihni Abrekoğlu ..
..
Gölcük Donanma ve Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcılığının 25.2.1981 tarih ve 1980/183 evrak 1981/68 karar sayılı iddianamesiyle yukarıda açık hüviyetleri yazılı sanıklar; Zihni Abrekoğlu, Süleyman Yavuz, Ziya Sebat, Hacı Osman Ayaz, Ayhan Savur, İrfan Büyü, Nizamettin Tekcan ile Muzaffer Çalışkan’ın 1977 yılında paravan olarak Gölcük Kuzey Kafkasya Kültür ve Dayanışma Derneği adlı derneği kurarak, Anayasa’nın tanıdığı kamu haklarını ırk mülahazası ile kaldırmayı hedef tutan ve milli duyguları yok etmeye matuf gizli cemiyet haline soktukları ve aynı gaye ile propaganda yaptıklarından, müsnet suçlarından fiili ve hallerine uyan TCK.nun 141/4-6,142/3-5 173/son, 1630 SK.nun 4.35, 64/1 maddeleri uyarınca cezalandırılmalarına karar verilmesi talebiyle mahkememize açılan kamu davasının, mahkememizce yapılan duruşma ve incelemesi sonunda;
Gereği Düşünüldü:
..
2).. sanıkların kendilerini Türk olarak kabul etmeyerek, ayrı bir Çerkez ırkına mensup olduklarını, asıl anavatanlarının Türkiye olmayıp Kuzey Kafkasya bulunduğunu müstakil devlet kurarak Kuzey Kafkasya’daki soydaşlarıyla birleşmek amacında paravan olarak anlaşarak Gölcük Kuzey Kafkasya Kültür ve Dayanışma adlı derneği ..
(Dünden bugüne) başlıklı 10.2.1979 tarihli sanık Süleyman Yavuz tarafından kaleme alınan altı sahifelik bildiride ..
‘Türkiye’de bir Türk dil kurumu varken, dil tarih edebiyat fakülteleri varken bir Çerkes, Kürt vs. dili ve edebiyatı, kürsüsü, okulu, kitabı hiçbir şeyi yok, din ayrımı yok deniyor.
Camilerde, okullarda, Diyanet İşleri Müdürlüğü’nde Hanefi mezhebi incelenip araştırılırken bir Şafi, Şii, Alevi vs. mezheplerin aynı Çerkes, Kürt, Laz vesaire dili gibi ölüme terk ediliyor…
Ne yazık ki, oranın esir olduğunu söyleyen dedelerimiz, babalarımız haftanın belirli günlerindeki Çerkesce yayınlarını Sovyet radyosundan canı gönülden dinler gözyaşları yanaklarından parıldayarak hem de kan parıldayarak akar dinlerlerdi, ama özümleme sonu artık onların gözü görüyordu. Çünkü oradakileri esir derken oranın radyosunu dinliyordu, bunu da özgürüz diyen büyük ve arkadaşlarımızın özgür olduklarını söyleyen kendi dili yasaklanmış; kalmış radyoda Çerkesce yayın yapacak bu nasıl esirliktir? Bu nasıl özgürlüktür?
.. Bu dönemlerde kurulan ve halen devam eden derneklerimiz yakın zamana kadar hiçbir şey vermedi ancak folklor gösterileriyle yetinmişler… Fakat bugün bu derneklerimiz mücadeleci gençlerin elinde yeni boyutlara ulaşmış, demokratik anlayışı ilke kabul etmişlerdir. Bunun en son, en güzel örneklerinden olan Düzce’de gösterilen bir filimden sonra patlak veren olaylarda görmek mümkündür…’
.. Bundan başka kardeş İzmit Kuzey Kafkasya Kültür Derneği Yönetim Başkanlığı başlığını taşıyan ve üç sahifeden oluşan Guşan Hatko isimli ve imzasını taşıyan bildirinin de Gölcük Kuzey Kafkasya Kültür ve Dayanışma Derneğine gönderildiği, burada da .. ‘Bütün uluslar ve milliyetler okullarda, mahkemelerde ve her yerde kendi dillerini özgürce kullanabileceklerdir demokratik halk iktidarı bütün ulusal kültürel ve iller üstündeki her türlü baskıya son verecek onların gelişip açılmalarının şartlarını sağlayacaklardır…’ tarzında yıkıcı faaliyetlerde bulundukları ..
.. Kendi deyimleriyle Türk olmayan ve üstün bir ırka mensup Çerkes vatandaşları derneğe toplayarak onlara okuyarak ve örneklerini de dağıtarak provokasyonlarını sürdürdükleri bu şekilde Anayasa’nın tanıdığı kamu haklarını ırk mülahazasıyla kısmen veya tamamen kaldırmayı hedef tutan milli duyguları yok etmeye ve zayıflatmaya matuf kurulan paravan cemiyeti kurdukları ..

Sayı : 2010 10

Yayınlanma Tarihi: 2010-10-01 00:00:00