Kitap: Pirina

0
408

Yazar: Ahmet Eraydın

Yayınevi: İkinci Adam Yayınları

İstanbul 2012

Ahmet Eraydın eski şefim. İTÜ Mimarlık Fakültesi mezunu, iş yaşamımda “adam gibi adam” kategorisine aldığım nadir insanlardan. 12 Eylül öncesi karmaşayı bire bir yaşamış bir ağabeyim. Pirina ilk romanı, kapaktaki fotoğraf da inanmadığı şeylere uyum göstermeyip akademik yaşamına son veren sevgili sınıf arkadaşım Ahmet Bulut’a ait. Pirina, tanınmamış yazar olmanın dezavantajı ile reklamı bol, çoksatar kitaplar basan bir yayınevi tarafından basılmamış, ama iyi bir roman.

Bir solukta okuduğum zaman benim de içinde olduğum dönemlere geri döndüm ve ilk hislerim bir kez daha şükretmek oldu, kendimi çakallarla kullandırmadığım için.

Artık derin devletin “ucundan accık” göründüğü günlerde bile bizim ve öncemizdeki neslin iyi niyetlerinin ne kadar kötü kullanıldığını ve tüm ideallerinin nasıl beyhude çabalara dönüştürüldüğünü bir grup üniversiteli üzerinden anlatan bir eser. O zamanlar tıfıl bir delikanlı olan bendeniz bir türlü herhangi bir örgütün üyesi olamadığım için nasıl kendimi suçlu hissetti isem, geçen zamanlar içinde ortaya dökülen kirli ilişkiler nedeniyle birazcık da olsa teselli bulmuş olmaktan gizli bir haz aldığımı da burada itiraf etmem gerekir.

“Ölenlerin anısına, hayatta kalanlara” ithaf edilen roman Yunus, Hüseyin, Lale, Kirkor ve Deli Mine üzerinden kurgulanmış. O zamanlar saf bir Uzunyayla çocuğu olsam da, anlatılanlara çok da yabancı olmadığımı fark ettim bir süre sonra. Sonra da bu kadar yalın ama güçlü bir kalemin neden daha önce ortaya çıkmadığına üzüldüm; kendisini tebrik etmek için aradığımda, yazarın kalem oynatmaya devam edeceği müjdesiyle rahatladım.

Kitaptan alıntılarla yapayım istiyorum bu kısa tanıtımı.

“…Gemlik’te zeytinyağı fabrikasını gezerken; her hasat mevsiminde ağaçları süsleyen zeytin tanelerinin sırıkla dövülmesi ve taze sürgünleri ile yere serilip toplanması, ezilmek için fabrikaya taşınması bana, her dönem işkencelerden geçirilen devrimcileri anımsattı. Zeytinlerin yağa dönüştürülmesi işlemi sırasında arta kalan pirina ne kadar değersizleştirilmiş olsa da yağından sabun elde edilmesi ve kuru pirinanın, sızma yağı yakmak için kaynatma kazanlarının altında yakılması, küle dönüşen büyük hayaller gibiydi. Sistemin damak tadına uygun; renksiz, kokusuz ve asit değeri düşürülmüş bireyler yaratılmasına benzer bir üretim şekli” “ ..Düzene karşı direnenlerin posası bir çuvala konur ve beşinci katın penceresinden…”

Evet, ancak asıl ironik olan, o zamanların gerçek devrimcileri işkencelerden geçer ve ölürken, bazı sözde devrimcilerin ortama çabucak ayak uydurmaları ve önemli bir kesimin “sol” adını sahiplenerek tutucu bir dünyanın savunuculuğunu yapmalarıdır. “ Küçük burjuva çocukları özlerine geri dönmüşlerdi”

12 Eylül İhtilali

“Herkesin özlemle beklediği bir gemiydi sanki ihtilal… Halkın büyük bir kesimi , gemiden inenleri sevgiyle kucaklayacaktı. Hakları olan refah ve mutluluk için bedel ödemesi gerekenleri teslim etmeye hazırdılar”

Böylece idamlık gençlere kahvehanelerden yuh çeken oportunist halkın tavrını anlasam da, 12 Eylül’den bir iki gün sonra bazı devrimci kardeşlerimizin en kestirme yoldan, solun öncelikle hesaplaşması gereken bir ideoloji haline getirilen Kemalizm’e nasıl da geçiş yaptıklarını; Kürtlerin bir kesiminin de mağdur edildikleri ideolojiye çabucak saparak aynı yöntemle hak aramaya başladıklarını kıt aklımla kolay anlayamamışımdır. Ben yazarın yerinde olsam yukarıdaki cümle yerine belki, “Küçük burjuva çocukları ‘Kemalist’ özlerine geri dönmüşlerdi” derdim.

Bu ülkede bir başka anlayamadığım şey ise, mevcut düzeni değiştireceğini söyleyen iktidardaki yeni yönetimin, düşmanlık yaptığı Kemalizm’in yeşil versiyonuna nasıl da çabucak kucak açtığı. Düşündüğümde aslında oldukça anlaşılır ama kabul etmesi zor geliyor bana.

“İşini bilen, yani siyaseti her koşulda nemalanma aracı olarak kullanma konusunda maharetli olan birçok işadamı, bürokrat, gazeteci de yeni yönetimi destekliyor ve askerin her kademesi ile her zeminde yan yana, kol kola olmayı başarıyordu.”

İşte bu durumu sanırım anlamayanımız yoktur; ben bile hemen anlıyorum.

“ Bir ülkede insanlar; hayattan çok ölümden söz eder hale gelmişlerse, toplumsal paranoyadan kurtulmaları birkaç kuşak sürecek demektir.”

Siyasetleri şiddet ve ölüm yönlendiriyor, şiddet kullanmayanların talepleri yok sayılıyor ve ülkenin tüm sorunları aynı meseleyle bağlanarak düğüm haline getiriliyor; birileri de bundan kazanç sağlıyorlar ise, bize düşen beklemek midir?

Küçücük noktalarda, bazı yorumlarında yazarla aynı görüşte olmasam da keyifle okuduğum, başka gözlerin de gördüğü o günleri anlatan bu içten romanı herkese tavsiye ediyor, Ahmet Eraydın ağabeyimin ve tabii ki Ahmet Bulut kardeşimin yeni çalışmalarının geleceği günleri iple çekiyorum. Elleri dert görmesin!

Yalçın Karadaş (K’eref)

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz