Örgütlenmemiş halklar geleceği ele geçiremezler
-İnsanın tüketirken tükendiği, giderek yalnızlaştığı, kitlelere karışmanın da pek derde deva olmadığı zamanlardan geçiyoruz. Bu bir zaman sonra kişinin kendine, kendi yaşanmışlığına hatta çocukluğuna dönmesine de bir gerekçe gibi. Siz o zamanlara döner misiniz sık sık? Oradan bu yakaya bakınca manzara nasıl?
– Yaşamın üzerimize yüklendiği, duygu ve bilinç parçalanmalarına yol açtığı zamanlar vardır. Tüketim dediğimiz ideolojik hız, yahut faşizme varan toplumsal baskı, kişinin en çok yalnızlaştırıldığı zaman dilimleridir. Bütün bunlara karşı bir savunma refleksi geliştirmişizdir. Sözgelimi, 80 faşizminin yoğun günlerinde tüm örgütlenmeler darmadağınık edilmiş, dostlarımız kayıp adreslere gömülmüş; kuşku ve tedirginliğin bakışlara, duruşlara sindiği bir ortam yaratılmıştı. Böylesi anlarda anılar, romanlar, şiirler sığınak olmuştur kimilerimiz için. Doğaya açılmak; dağa, ovaya, ırmağa bakarken, yıllardır doğanın ne güçlü bir öğretmen olduğunu unuttuğumuzu düşünmüşüzdür. İnsanın doğayla uyumunu bozan üretim ilişkilerini ve üretim biçimini iyileştirecek olan sosyalist bilincimiz ışıklanır, kayıp adreslerdeki dostlara ulaşır umuduyla mektuplar, şiirler yazar, türküler söyleriz. O büyük yalnızlık, yaratıcı bir yalnızlığa dönüşür. Sanat insanlığın çocuksuluğudur; en acemi olanında bile bir içtenlik vardır çünkü.
– Telli şiirleri gürültülü değil, daha incelikli şiirler. Şehir, şehirdeki insan, hüzün, hüznün isyanı, yolculuklar, sevda, yorgun insan, ayrılık, acı, Ankara; kitlelerin değil de insana dair, modern insanın hallerine dair sade bir üslup var. İnsan tarafımızı öncelikle, gündelik ilişkilerimizde zaman zaman unutuyoruz galiba, devrim de en çok insanın kendiyle olan mücadelesi gibi. Siz bu konuda neler söylersiniz?
– Şiir yazmaya 70’li yıllarda başladım. Bu nedenle çoğu kişi, 70 Kuşağı olarak adlandırılan küme içinde saydı beni. Hiçbir kuşağa ait olmadığımı defalarca belirtmeme karşın bu niteleme bugüne değin süregeldi. Aidiyet ve aynılaşma duygusunu hep reddettim. Bu konuda neyse ki bana hak verenler de oldu. Sözgelimi Sözcükler Dergisi’nin Kasım 2013 sayısında Ferruh Tunç şöyle diyor: “Ahmet Telli’nin kendini/kuşağını olumlu anlamda inkâr ederek bir şahsiyet şiiri kurabilmiş en önemli 70 toplumcu şairi olduğu görüşünü dile getirmek isterim.” 70’li yıllarda yükselen devrimci dalga nedeniyle şiirinin yelkenini bu rüzgârla şişiren şairler oldu. Unutulan şuydu belki: Şiirle kendi iç yolculuğumuza çıkar, kendimizi gerçekleştirme için onu bir olanak olarak kullanırız. Düşünce düzyazının işidir. Devrimci düşünüş bir yaşam biçimi olarak, tahayyül ettiğimiz o dünyadan yaşamımıza çağırdığımız şeyleri yaşamayı amaçlarız. Bu yükselen devrimci dalgayı 71 ve 80 faşizmi yenilgiye uğrattı. Ama aslolan, yenilgi koşullarında da devrimci kalabilmektir. Şiirimi bu bilinçle kurduğumu, kurmaya çalıştığımı söyleyebilirim. Bu ne demektir? Sizin de vurguladığınız gibi hüznün isyanı, yorgun insan halleri, kent bilinci, insanın içsel yolculuğu gibi izlekler şiirime gürültüsüz sözcükler aracılığıyla girdi. Şiir yaşayan bir organizmadır. Onun da sancıları, sevinçleri, kederleri, çığlıkları olabilir. Beslendiği yaşam nasıl ve nice ise ona göre yoğrulur sözcükler, imgeler aracılığıyla. İnsanın doğayla uyumunu bozan ne varsa şiirin de bünyesinde zaman zaman arızalar belirebilir. Bünyeyi onaran bilinçtir. Bilinç ışımaları aracılığıyla şiirimi de dönüştürmeye çalıştığımı sanıyorum.
-Şiir okumak ve şiir yazmak arasında aşılmaz bir uçurum var. Bunu sözlü kültür ve yazılı kültür ürünleri arasındaki duruma benzetiyorum. Siz şiirlerinizi, öncelikle yazıda mı oluşturursunuz?
– Modern şiir, hiç kuşkusuz yazıya, yazılı kültüre yaslanır. Baudelaire’den bu yana böyledir bu. Böyle olunca da şiir, oral özellikten uzaklaşmış, uzaklaşmaktadır. Aklın gerçekleştirmek istediği ne varsa aklın aracı olan düzyazıya bırakmıştır şiir. Halkların geleneksel şiirleri sözlü kültüre yaslanır ve oral bir özellik gösterir. Bugün Karacaoğlan, Yunus Emre, Pir Sultan şiiri gibi şiir yazılmıyor, yazılsa da bir kıymeti yoktur. Ama bu şairlerin değeri daimdir. Karacaoğlan, Pir Sultan,Yunus Emre hep tazedir. Nart Destanları da epik yapısıyla yeni sanat için bir malzeme kaynağı olarak diri kalacaktır. Şiiri okumak ile kastınız, şiiri seslendirmek ise, aslolan şiiri okumaktır, seslendirmek değil. Belirtilmeli ki şiiri doğru okumak, iyi yahut güzel okumak şiirle kurulacak iç bağ ile açıklanabilir. Yazdıklarımı seslendirdiğim iki şiir albümü var. Bunlar gerekli miydi, bilmiyorum. Belki tamamen okura bırakılmalıydı bu.
-Birçok şairin eserleri bestelendi, bestelenmeye de devam ediyor; Nazım Hikmet, Ahmed Arif, Metin Altıok, Ahmet Telli. Okumak yerine dinlemek, melodide anlamı yakalamak. Siz şiirlerinizin melodik formları ile karşılaştığınızda neler hissediyorsunuz?
– Şiirlerin bestelenmesi üzerine defalarca yazdım, çeşitli yerlerdeki konuşmalarımda düşüncelerimi belirttim. Benim açımdan tartışmalı bir konu bu. Yineleme olacak ama, Fazıl Say’ın Metin Altıok, Nazım Hikmet besteleri gibi örneklerle karşılaşmak iyi geliyor bana. Ama bu türlü besteler çok az. Şiirlerimden yapılan çokça beste(!) var. İçime sinenler ise çok az. Müziği dinlemek estetik bir haz uyandırır, şiirlerden yapılan bestelerse daima tedirgin etmiştir beni. Çünkü müzik bir kitle sanatı olarak, bireysel bir sanat ürünü olan şiirle çoğu kez bütünleşik olamıyor.
-“Ah Deli Tay” üzerine konuşalım. “Muhacir olanın hicrandır ömrünün yarısı”, sürülmüş bir halkın dramını anlatıyorsunuz. Bu şiire dair, “Son Ubıh” şiirinize dair, Kafkasya’ya ve sürgüne dair neler söylersiniz?
– Adını andığınız şiirler üzerine ne söyleyebilirim ki? En doğrusu bu şiirleri okuyucunun algısına bırakmak olacaktır. Atlar, sanatın hiç tüketemeyeceği bir metafor. Hele Çerkesler için daha da önem taşıyor bu. Yazdıkça imge kaynağının anadamarına doğru gidiyorsunuz ve her şiirden sonra hep eksik kalan birşeyler kaldığını seziyorsunuz. İsterseniz Son Ubıh şiirini bu söyleşinin bir parçası yapalım:
Son Ubıh
“Çerkesler bizden nefret ediyor.
Çünkü onları özgür yaylalarından attık,
köylerini yaktık ve kabilelerini toptan yok ettik” Puşkin
Yurdunu yitirmiş bir halkın
Sitemsiz hüznüydü merhamet
Kabuk dökmekte olan ağacın
Göğe, yere, suya ve rüzgâra
Veda etmesi de denebilir
Ah rüzgârın rüzgâr, yağmurun
Yağmur olduğu ve tayların
Gölgesine sığındığı uzak günler
Yahut bulutların el edercesine
Elbruzlar’a süzülüş anları…
Uzak, çok uzak anılar bunlar
Ve şimdi rüyasına giriyor sık sık
Kabuk dökmekte olan bir ağacın
-Sürgün halklar yaşadıkları büyük acıları türlü çeşitli gerekçelerle çok da dillendirmek istemezler. Çerkesler de sürgünün ilk yıllarında başlarına gelen büyük felaketi konuşmadılar ya da konuşamadılar. Yakın denilebilecek bir zamandan başlayarak bugün artık 1864’ün 21 Mayıs’ı soykırım ve sürgün günü olarak anılıyor. Yitirmeye başladığımızda diriliyoruz belki de. Ne dersiniz?
– Sorunuz, benim de söyleyebileceğim tespitlere dayanıyor. Aidiyet duygusunun güçlü olduğu bir halktır Çerkesler. Bu, aile içi olduğu kadar toprağa, ülkeye, kültüre dair de böyledir. İnanç düzeyindeki aidiyet ise Çerkesler’in bugüne kadarki konumlarında onları güçsüzleştiren bir olgudur bana kalırsa. Din faktörünün yoğunluğu benim bilincimi yoruyor doğrusu. Ait oldukları asıl coğrafyaya duydukları özlemin Çerkesler’in halk olma duygusunu, halk olma, ulus olma bilincine götürebilecek başat olgu olduğunu düşünüyorum.
-Çerkeslerin yazılı kültüre dair ürünleri çok da fazla değil, kültürlerinin büyükçe bir kısmı destanlara, mitlere, sürgün hikâyelerine dayanmakta. Doğayla, hayatla, insanla kurulan ilişkileri anlatan bu gelenek neredeyse tükendi. Sizin hatırınızda büyük annenizden kalan bir yaşanmışlık hikâyesi var mı?
– Yazılı kültürden çok sözlü kültüre yaslanan bir düşünüş, duyuş ve yaşam biçimi, sürgün halkların olduğu kadar sindirilmiş halkların da yazgısı olmuş. Ama bir örnek vermek gerekirse Kürtler, sözlü kültür ürünlerinden yazılı kültüre evrilmeye başladılar. Daha 1970’li yıllarda bile Kürtler mitlere, halk hikâyelerine, dengbejlere dayalı bir sözlü kültürün içindeydiler. Bunlardan da yararlanarak güçlü bir yazılı Kürt edebiyatı oluşuyor şu yıllarda. Çerkesler’in zengin bir sözlü kültürü ve özellikle mitolojisi var. Denebilir ki, yazılı kültüre evrilmek için müthiş bir olanaktır bunlar. Bu yüzyılın ilk yarısında yazılı kültürün (edebiyat, sanat, bilim, dil) değerlerini günyüzüne çıkartıp evrensel olana katamazlarsa bu şanslarını kaybedebilirler. Çünkü ulus olgusunun yüzyılları hızla tükenmektedir. Bana öyle geliyor ki son uluslaşma şansına sahip Çerkesler için vakit gittikçe daralmaktadır. Doğayla, hayatla kurulan ilişkiler tükenmez. Böyle olursa insan tükenir çünkü. Benim Çerkesler’e ilişkin şiirlerimin ana izleğinin beslendiği kaynak doğadır, yaşamdır. Bunu nereden mi edindim? Çerkes mitlerine dönüp bakılırsa doğanın ne müthiş etken olduğu görülecektir. Belki oradan beslendim ben de.
-Bildiğiniz, okuduğunuz Çerkes şairler var mı? Çerkesce şiire aşinalığınız var mı ya da sözlü edebiyat içerisinde büyük annenizden kalan Çerkesce bir ağıt ya da şiir anımsıyor musunuz?
– Çerkesce bilmiyorum, bir eksiklik olarak kanayan bir yaradır benim için bu. Öğrenme yaşını da epey geçtim galiba. Benim büyükbüyük ninemden kalan anılara saygı niteliğinde yazdığı bir şiir var: Ahker. Son şiir kitabım Nidâ’da yer aldı. Onun büyük yalnızlığını ömrüm yeterse öyküleştireceğim.
Ahker
II/
Harflerle üstü örtülmüş
Bir ahker olsa gerek şiir
Yine de yanar birinin canı
Kalbiyle açmakta çünkü kitabı
I/
Büyükbüyük nine alacakaranlıkta bir gölge gibi kalkıp
cezvesini, kallavi fincanını sessizce alırdı teldolaptan
Sonra cezvesini sürmek için maşasıyla külleri bir yana
itince, ahkerler belirirdi mangalda. Öyle gözgöz, öyle
kıpkızıl, bütün geceyi ısıtan iri ahkerler. Ve ben çocuk
kalbimle onları mangala düşmüş yıldızlar sanırdım.
Büyükbüyük ninem, her gece yıldızlarda pişirirdi kahvesini.
– Siyaseten halklar nerede durmalı? On yıllar boyu izlenen siyasetle kimliklerine yabancılaştırılan, birbirlerinden uzaklaştırılan halklar ne yapar?
– Halkların siyaseten nerede, nasıl konumlanmaları gerektiği konusunda tek tek görüşler yerine, birlikte düşünme, birlikte şekillendirme anlayışını benimsemeliyiz. Bunun içinse örgütlenmenin altı çizilmelidir. Bilinir ama yineleyelim ki, örgütlenmemiş topluluklar, halklar geleceği ele geçiremezler. Türküler, şarkılar, danslar gibi kültür öğeleri duygu örgütlülüğünü yaratabilen önemli olgulardır. Duygu örgütlülüğünü bilinç düzeyine çıkartıp yaşam pratiğine dönüştürmek gerekiyor diye düşünüyorum.
Bir Coğrafyanın Tetik Boşluğunda
IV / Kabartay
Anlatma külliyesi viran tarih
Yazıcısına, siyaset ve bezirgânlık
İlminin erbâbına ki at değil ateş
Hırsızlığıyla başlar senin hikâyen
Dağın kurdu göyün kanatlısı bilir
Uçurum bu yüzden sessiz, orman
Bunun için uğuldamaktadır hâlâ
Ve sayıklayan bir coğrafyada
Sayrılıklar salgın umutlar yaralı
Hâtıralardan kan sızmaktadır
Kavminin kendine olan zulmü
İtikat, itimât ve itaât idi
Bundandı talan, iskân ve hicran
Oysa gök nasıl gürlerse yağmurda
Şaklamalıydı itiraz ünlemleri de
Hayatın solgun şakağında öylece
Ve büyük çılgınlıklar yaşanmalıydı
Nart körükçüsü küheylanların
Gece gündüz gördüğü düştü bu
Maceraları birer efsanedir şimdi
Oğulların at çalmazsa kız kaçırırdı
Kızlarınsa ezelden utangaç, mahcup
Bir mendil düşürür gibiydi selamları
Düşen her mendil bir tüfek atımı ötede
Bozbulanık eder bir delikanlıyı ve ay
Huzursuz bir taya yoldaş olmak için
Akardı gecenin ürperen alnına o an
Gece yalnız orada, atların göğünde
Çok yıldızlıdır ve yıldızlar Çerkez’in
Uzanıp alacağı kadar yakındır yeryüzüne
Gümüş eyer sahtiyan çizme ve sedef
Kakmalı bir hançerdi payına düşen
Ve zaman küheylanların katlini
Yine bir küheylan olarak gümüş
İpliklerle nakışlamıştır gergefine
Canın yanıyor koca Nart, çılgın tay
Bir rüyan olsun artık, bir rüyan olsun
Yelelerin ter içinde soluğun nemli
Ah çılgın tay
Kabartay!…
Ahmet Telli
1946’da Çankırı’nın Eskipazar ilçesinde doğdu. Hasanoğlan ve Pazarören öğretmen okullarında eğitim gördü. Sonrasında dört yıl ilkokul öğretmenliği, daha sonra da Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirmesinin ardından çeşitli il ve ilçelerde Türkçe-Edebiyat öğretmenliği yaptı. 1981’de sıkıyönetimce tutuklanarak görevine son verildi. Aynı yıl, TCK’nın 141, 142 ve 146. maddelerinden yargılandı. Cigerhun’un şiirleri üstüne yazdığı bir yazısından ötürü 142. maddeden kısa bir süre hüküm giydi. Kitapçılık, yayıncılık yaptı, çeşitli yayınevlerinde yönetici ve editör olarak bulundu. 1993’te mahkeme kararıyla öğretmenliğe döndü ve emekli oldu. İlk şiiri 1961’de yayımlandı. 1972’de yayımlanan ilk yazısına Varlık Dergisi Eleştiri Ödülü ikinciliği verildi. 1980’de Hüznün İsyan Olur kitabına Ömer Faruk Toprak Şiir Ödülü (Metin Altıok’la birlikte); Saklı Kalan adlı kitabına da 1982 Yazko Şiir Özendirme Ödülü verildi. Özellikle 1972’den sonra, birçok edebiyat dergisinde yazıları, şiirleri yayımlandı. Türkiye Yazıları dergisi (Mart 1983, sayı: 72) şiiriyle ilgili bir özel sayı yayımladı. Şiir kitapları; Yangın Yılları (1979), Hüznün İsyan Olur (1979), Dövüşen Anlatsın (1980), Saklı Kalan (1981), Su Çürüdü (1982), Belki Yine Gelirim (1984), Çocuksun Sen (1994), Kalbim Unut Bu Şiiri (1994), Barbar ile Şehla (2003), Nida (2009). Diğer eserleri; Ben Hiçbir Şey Söylemedim (2001), Sulara mı Yazıldı (2001), Buradayım Sözümde (2005).