Kemalist R.T. Erdoğan

0
1885

Benzemek, taklit etmek çocuklukta başlayan ve yaşamımızın sonuna kadar devam edebilen bir eylem sanırım. Ben lise yıllarında saçlarımın üstünü düzleştirir, sinema aktörü Kuzey Vargın gibi tarardım. Yaşadığım küçük taşra kentinde tek saç biçimi olduğundan, bana farklılık kazandırdığından olacak, hoşuma giderdi. Hepimizin benzemeye çalıştığımız ya da hayran olduğumuz için yaşamımızda önemli olan kimseler hep olmuştur. Kurtlar Vadisi’nden fırlamış gibi bire bir benzerlerini, Bir Demet Tiyatro oyunundaki Mükremin Çıtır’n benzerleriyle sokakta sık karşılaşırdık bir zamanlar… Bazen benzeşmemizin farkında olmayız. Bize hatırlatan olursa, hatta, ima etseler tepki gösterdiğimiz bile olmuştur. İlk hayranlık duyduğumuz, benzeşmek istediğimiz ya da bazı davranışlarını taklit ettiğimiz kişi, ilkokul öğretmenimiz olmuştur. Zamanla bu ilgi zayıflayarak kaybolurken, yerini bir başkası alır. Bazen farkında olmayız; bazen de bilerek taklit ederiz. Bazı davranışlarını taklit ettiklerimiz kimseler olduğu gibi, mimiklerine kadar bire bir taklit etmeye çalıştığımız kahramanlarımız olmuş olabilir yaşamımızda. Öte yandan birine benzemeye çalışırken belki de o kimsenin de bir başkasına benzemeye çalıştığı da düşünülebilir. Her benzeşme sonuçları açısından seçilen kahramana bağlı olarak önem taşır. Hepsi bir saç stilini taklit etmek kadar masumane olmasa gerek…

Bazen gözümüzün önünde olup biten, hayatımızın derinliklerine işleyen olayları ve gelişmeleri yaşayıp geçerken; ” neden” sorusunu merak etmeyiz. En azından çoğumuz sormayız. Olayları ve olaylara bağlı gelişmeleri, olayın kendisi olarak düşünür geçeriz. Oysa nedenleri ve olası sonuçları hakkında düşünmeye başladığımızda, politikleşmeye başlamış oluruz bir anlamda. Gözümüze çarpan ve gülümseten bir benzeşme olamayan, hayli vahim ve hemen hemen herkesi etkileyen bir benzeşme-taklit etme olarak, Örneğin, yönetimde tek adam olarak Recep Tayyip Erdoğan için notlar düşmek istersek neler görürüz acaba…

Kurtuluş savaşı yılları ve hemen sonrası ile, 1930’lu yılların M. Kemali aynı mıdır? Ulusal kahraman olarak selamlanan başarılı bir asker iken, sivil yönetici olarak tek belirleyici, tek karar verici ”milli şefe” dönüşmesi için çok uzun zamanın geçmesi gerekmedi desek yanılmayız sanırım. Gerekçe ne olursa olsun, yukarıdan aşağıya topluma şekil vermek diktatörlüğün bir türüdür. Toplumların değişmesi ve gelişmesi, önündeki engellerin temizlenmesiyle olmalı. Devlet yönetiminin görevi de bu engelleri temizlemek olmalı. Kafamızdaki toplum biçimini ve bu biçimin gerektirdiği sosyal yaşama biçimini dayatmak ve toplumu bu doğrultuda değişime zorlamak faşizmdir. Zorlayana da diktatör denir. Toplum yararına demek durumu kurtarmaz. Başa sarılan sarık ya da püsküllü fes yerine, şapka giydirmek, çağdaş batılı bir görünüm kazandırmış olsa da, zorbalıktır. Toplum bu zorbalığı aklının bir yerinde mutlaka diri tutuyor. Hatta şapka, şalvar ve aba üzerinde şık durmayacağına göre, ceket pantolon gömlek, üzerine takılan şapkayla biçimsel olarak çağdaş olunsa bile, ruhen asyatik kalınmıştır. Üstelik kullanılan ”zorba” yöntem de kin ve öfke olarak içeride büyümeye devam eder. Kemalizm ya da Atatürkçülük denilen şey; ilke ve devrimleri değil sadece. İlkelerin benimsetilmesi ve devrimleri topluma kabul ettirmek için kullanılan yukarıdan aşağıya devlet zor’u da var. Korporatist bir anlayışla sadece sosyal yaşamın biçimlendirilmesi ya da düzenlenmesi değil; aynı zamanda ekonominin de yeniden biçimlendirilmesidir. Hilafetin kaldırılması, yönetim biçimine karar vermek ve cumhuriyetin ilanı, kılık kıyafetteki değişim, İzmir iktisat kongresiyle liberalizmin temeli olacak kararlar ve gerekli olacak sermayenin oluşması için bankacılığın geliştirilmesi için düzenlemeler değil kemalizm. Aynı zamanda, hangi ilden kimin milletvekili olacağına. Kimin bakan olacağına, kimin yeni sermaye sınıfının öznelerinden olacağına bizzat M. Kemal’in kendisi belirleyip şartsız-itirazsız belirleyici olmasıdır da. Devledin örgütlenmesi de tek ”şefe” uygun olarak, şeften başlayarak aşağıya doğru dikey hiyerarşik olarak örgütlenmiştir. Yatay örgütlenme amaca hiç uygun olmadığı için hiç izin verilmemiştir. Onu kopya eden İnönü dönemi de bundan farksızdı. ”Korporatizmin hedefi bireyin ya da sınıfın değil “kamusal çıkar”ın korunmasıdır.” Kamusal yarar gibi düşünülse de, kamunun çıkarlarını kamu adına ”şef” tanımlarsa ; kamusal çıkar denilen şey sadece sözde kalır. Çok partili döneme kadar sınıf ya da bireyler le ilgili her konuda son sözü devlet adına şef söylemiştir. Bir tür devlet korporatizmi. Çok partili dönemde değil de 1961 anayasası görece özgürlükler getirmiş, dikey devlet aygıtı yanında yatay sivil örgütler ortaya çıkmıştır. Sendikalar, meslek örgütleri sivil dernekler vs. 1982 anayasası bu kurum ve kazanımları tekrar dümdüz etmiş, 90’lı yıllardan başlayarak yeniden yeni partiler ve yatay örgütlenmeler ortaya çıkmışsa da, asla eski güçlerine yeniden ulaşamadılar. Bu yıllar, tek kutuplu dünya düzeninin şekillenme dönemidir. Siyasetin dünya düzleminde konsolide olması tamamlanmamış, farklı güç odakları arasında dönüp durduğu yıllardır. Türkiye’deki yönetimler de bu sürece uygun olarak, yükselen siyasi değerler bir süre sonra aniden düşerken, 11 eylül ikiz kulelerin uçurulmasıyla siyaset; siyasi silahlı islam ile batı arasında hızla konsolide olmaya başladı. Yeni dönemin yeni siyaset aktörleri ortaya çıkmaya başlarken, eski siyasetin yıldızları tek tek kaydılar ve kayboldular. Türkiye’de en son kayan yıldız, D. Baykal. Bunun özel nedeni vardı. R.T. Erdoğan’ın ve partisinin ortaya çıkması tam da bu durumu anlatır. Eskiye ait eski hataları ” ak başlar” dedikleri Erbakan ve ekibinin üzerine yıkarak,” biz yeniyiz” diyerek ortaya çıkmışlar ve Toplumun önemli bir kesimini inandırmışlardır. Üç yıllık bir partinin yüksek oy alması, başka alternatif yeni’nin olmaması açıklar sanırım. Üstelik bütün eskiler, görünmez oluncaya kadar küçülerek silinmişlerdir. Kürtlerle yürütülen iç savaşın beslediği ve kendi içinde değişen yeni siyasi aktör olan D. Bahçeli’nin milliyetçi partisi ile, o dönemde parlamento dışında kalmış D. Baykal’ın partisinin temsil ettiği siyasi mağduriyet duygusu oy toplamış ve ayakta kalmayı başarmışlardır.

RTE’ın iktidara geldiği yıllarla bu gününü karşılaştırırsanız ne görürsünüz. AKP’nin gerek tüzüğü gerekse söylemleri, herkesi şaşırtacak kadar yumuşak ve kapsayıcı idi. Bu söylemin zirve yaptığı zamanlar RTE’ nin ünlü balkon konuşmalarıydı. Meşruiyet arayışı, kabul görme dönemi denecek bu sürecin ardından partisi hızla dikey olarak hiyerarşik baskıcı, belirleyici öteki ve farklı yaşam biçimlerini sınırlandıran bir yapıya dönüşürken; RTE da tartışmasız ve belirleyici tek kişi, yani, ”şef” hatta ”diktatör” haline dönüştü desem artık kimse yadırgamaz sanırım. Ülke ekonomisi yeniden biçimlendirilirken, toplumsal yaşam da yukardan aşağıya yeniden dizayn edilmeye başlandı ve bu süreç devam etmektedir. Ekmeğin nasıl olacağından, kadın erkek ilişkilerine, kaç çocuk yapılacağından, taksimdeki parka nelerin yapılacağına, ne giyiecek, ne kadar yemek yiyeceğimize kadar her şey bizzat şef tarafından topluma yukarıdan aşağıya dayatılmaktadır ve sosyal hayat yeniden dizayn edilmeye çalışılmaktadır. Sendikaların bir kısmı çalışma bakanıyla birlikte karar alırken, muhalif olanlar yetkisizleştirilmiş, TMMOB gibi hep muhalif olan meslek örgütlerinin gelir kaynakları kesilmiş küçülmeye zorlanarak ve etkisizleştirilirken, sıranın Baro’ya geldiğini saklamıyor iktidar. Her tür muhalif duruş ve eylem çok sert ezilerek, özgürlük alanları daraltılırken, giyim-kuşamdan başlanarak hukuk, özgürlükler ve siyaset etme alanları açısından topluma yeni bir dizayn vermeye çalışıldığı çok açık. Toplumun sosyal, ekonomik ve siyasal yapısı yeniden biçimlendirilmektedir. Bütün bunlar demokratik yöntemlerle değil, hatta, bir kolektifin kararı ya dayatması değil, bizzat Başbakanın kendisi, ”şef” tarafından yapılmaktadır.

Dikkatle izleyenler fark edebilirler. RTE’nin ilk yıllarından bu günü ile M. Kemal’in siyaset etme sürecine olan benzerliği. İlginç olabilecek şey ise, RTE’nin en çok eleştirdiği ”tek adam” yani ”milli şef” dönemi olması. Hatta ”iki alkolik” gibi sıfatlar kullanarak kişilikleri de doğrudan aşağıladığı ve itibarsızlaştırmaya çalıştığı görüldü. Yazının başında değinmiştim. Kemalizm sadece M. Kemal’in ilkeleri ve devrimleri değil, uygulamada izlenen yöntemler daha da önemlidir diye. İlke ve devrimleri bilinmeyen yeni şeyler de değildi. ”İlke ve inkilapların” ana hatları Fransız ve Rus Bolşevik devrimlerinin programlarında bulmak mümkün. Asıl önemli olan uygulama yöntemi idi demek haksızlık olmaz. Bu benzeştirmeden yola çıkarak RTE’nin M. Kemal’i açıkça taklit ettiğini söylemek mümkün. Verdiğim benzerlik örneklerini herkes hafızasını  yoklarsa onlarca çoğaltabilir. Bu anlamda ne Kılıçdaroğlu ya da herhangi bir CHP’li, ne de herhangi bir ulusalcı aydın ya da birey RTE kadar Kemalist değildir desem hiç de yanıldığımı düşünmüyorum… Bir düşünelim…