Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri, laiklik konusunda biraz aşırı “hassas” olan kesimler dönem dönem “şeriat geldi geliyor!” paniği yaşadılar. Daha yakın zamanlarda 28 Şubat sürecinde ve en son olarak AKP hükümet olduğu andan itibaren bu panik gene alevlendi.
O korkulan “şey”in olup olmayacağının garantisi yok… Ya da olacak “şey” nasıl bir şey olurdu, bilmek pek mümkün değil. Ama en azından korkulan “şey”e dair geçmişte çeşitli izler karşımıza çıktığı için, korkuların bir kısmını anlamak mümkün.
Ancak, otoriter laikçi devletin yarattığı travmalardan nasibini alan ortalama geleneksel dindar kesimlerin ruhlarında biriktirdikleri öfke ve intikam duygusunun, muhtemelen dünyanın herhangi bir yerinde olmadığı gibi, Türkiye’de de şeriat getirmesi pek imkan dahilinde görünmüyor.
Ama dünyanın başka yerlerinde de olduğu gibi, devletleriyle öfke ve nefret ilişkisi içinde olan geleneksel-dindar kesimlerin iktidarı veya sokağı tehdit ederhale geldiklerinde ya da iktidarı ele geçirdiklerinde kurdukları “şey”in görüntüsü “İslami” olsa da, işin aslında ise devletin şimdiye kadar yaptıklarını taklit eden, devletçi, çokça milliyetçi, ataerkil idariyapılar ortaya çıktı.
Türkiye’de de geleneksel-dindar kesimlerin zaman zaman görünür olan ve varolan statükoyu, toplumsal ve siyasal düzeni tehdit eder görünen parlamalarını, “rövanş” duygusunu, devlet olma arzusunu “teolojik” bir faaliyet alanı yani “şeriat” ya da bir “asr-ı saadet” ütopyası olarak değil; belki de başlıca “sosyolojik” bir dünyanın tezahürleri olarak görmek daha faydalı olabilir.
Bir proje ve bir savunma olarak
İslami hareket Laik kesimlerin korkularını harekete geçiren bu sosyolojik vakanın sadece toplumsal alanın içindeki güç ilişkilerine göre evrildiğini iddia etmek kuşkusuz çok yetersiz kalır.Tabii ki Kuran’a, Sünnet’e ve 1400 yıllık bir geleneğe verilen referansların “sosyolojik” olan üzerindeki etkilerini de hesaba katmak, dolayısıylaçok çeşitli evrelerden geçen İslami hareketin dinamiklerini kavramak gerekir.
Bu köşe yazısının sınırlarını aşacağı için, uzun uzun ayrıntılara girmeden, şu kadarını belirteyim. İslami hareket –bir çok dinsel hareket gibi- gelecekteki toplum projesini ve kurtuluş ideolojisini her ne kadar dini referanslar üzerine bina etse de, aynı zamanda sınıfsal/toplumsal kesimlerle varolan, o kesimlerin devletsaldırıları ya da alternatif hareketlerin gücü karşısında “savunmacı” kimliğini inşa eden; öte yandan alternatif yeni bir toplum hayal eden, bunun için “hücum eden” bir toplumsal harekettir.
İslami hareket, her ne kadar modern, çağdaş, laik topluma karşı harekete geçmiş olsa da, modern toplumda, modern zamanlarda doğmuş, “modern bir toplumsal harekettir”.
Bu hareket ve çeşitli ülkelerdeki benzerleri ya türevlerinin en büyük şansı ya da şanssızlığı da toplumda varolan farklı memnuniyetsiz kesimlerle girmiş olduğu ilişkiler oldu. Bu ilişkilerle birlikte İslami hareket kendisine çok önemli bir taban buldu… Ancak aynı zamanda hareketin “İslami” boyutu da sulandı; hareketin içine, içeriği “İslami” olmak zorunda olmayan boyutlar girdi. Yeni bir Kuranî düzen hayal eden İslamcıların yanısıra, neo-liberal dilin hegemonyası altında sınıfsal derdini anlatamayanlar da, hayal kırıklıklarıyla kimlik inşa eden lümpen proletarya da, her türlü “yeni”den korkan muhafazakarlar da hareketin siyasal macerasında yerlerini aldılar. Öyle ki, 28 Şubat badiresinden geçen hareket, AKP vasıtasıyla somut ve elle tutulur bir hareket olduğunda hem devletin merkezine yürüyebilen bir aktör hem de her türlü çeşitliliği taşıyan, “sulanmış” bir harekete dönüştü. Sadece toplumun öfkelilerinin, muhafazakarlarının, hayali kırılmışlarının, devletten bıkmışlarının, dindarlarının değil; AKP’yi toplumsal mobilite için bir tür asansör olarak gören, devlete yakınlaşmaya çalışan gayet “monşer” ve “beyaz” Türklerin de partisi haline getirdi.
Demirel gibi “milletten başlayıp devlette bitmek”
Hepimizin gayet iyi gözlemlediği gibi, Süleyman Demirel’in ölümü dolayısıyla, hayatı ve devlet-toplum ilişkileri içindeki yeri sürekli olarak karşımıza Erdoğan’ı çıkarttı. Hangisinin devlete, hangisinin millete daha yakın olduğuna dair sorular, benzetmeler, dindarlık, otoriterlik meseleleri havada uçuştu.
Bu ölüm vesilesiyle, twitter’dan öğrendiğimize göre, gazetecilik yaparken, AKP saflarında hizmet etmek için yanıp tutuşan, Erdoğan’ı haklı çıkarmak için her türlü taklayı atan ve aslında ne diyeceklerini ezberlediğimiz Erdoğancılardan biri bir televizyon programında, Süleyman Demirel’in milletle başlayan serüveninin devletle bittiğini söylemiş.
Aslında çok güzel formüle etmiş… İslami hareketin çok büyük ve karmaşık serencamını tekeline alan, şahsileştiren, hareketi devlete sokan, aynı zamanda da hareketin entelektüel, ideolog kadrolarının –bir zamanlar çok korkulan- “devlette istihdam” edilerek teslim alınmasına öncülük eden Erdoğan’ı anlatmak için ideal bir açıklama bu… Yani siyasi kariyerine milletten başlayıp, devlette bitiren bir Erdoğan!
İşte devlette istihdamı, devletle örtüşmeyi sembolize eden Erdoğan’ın ve sarayına bağlı hizmetlilerin dinle ilişkisine baktığımızda, oldukça ufuk açıcı bir “din-şeriat-korku” okuması yapabiliriz.
Devletin içine ve tepesine yerleşmiş olan, eski İslamcı, yeni AKP’li kesimler ya da eskiden İslamcılıkla alakası olmayan ancak yeni zamanlarda AKP’cileşen kesimler devlet ve toplum ilişkilerinin sosyolojisi bağlamında çok önemli ipuçları veriyorlar.
AKP dairesinin dışındaki birileri deseydi linçe sebep olacak “Bakara-makara” laflarını eden Bağış gibi bakanlar, milletin a…a koyacak olan işadamları, bir zamanlar yüksek binaları gayri İslami bulan, sonra nasıl olduysa gökdelen dikmeden duramayan eski mücahit yeni müteahhitler, bütün bu dünyada çevrilen dolapları “yolsuzluk başka hırsızlık başkadır” diyerek fetvalayan sözüm ona “din alimleri”nin “şeriat” getireceğini düşünmek biraz abesle iştigal etmek anlamına geliyor. Tam tersine bu devlet-toplum ilişkilerinin tepesine oturanları dindarlıklarıyla değil, daha ziyade dinsizlikleriyle, ahlak mahallesine uğramayı beceremeyen kapitalist bir dünyanın ve de devletin aktörleri olarak tanımlamak daha doğru olur.
“Rehberlik” makamından halka imam
Peki ortalıkta dolaşan bu kadar yaygın dini söylem ve retoriklerin anlamı nedir?
Galiba bu sorunun cevabı çok karmaşık değil…
Tepede bir bakıma “dinsizlik” hüküm sürerken, aşağıda mesela okullara “rehber-imam” atamak gibi cin fikir ürünü uygulamaları düşünelim…
İşte Marx’ı değil ama “din bir afyondur!” cümlesine çok sık başvuran “yarım Marx yorumcularını” doğrulayacak cinsten bu ve benzeri uygulamaları düşünelim…
Yani tepedekilerin kendileri için değil; kitleleri yönetebilmek için tepe tepe kullandıkları bir “din” ya da sadece “dinsel görüntü” ,”dinsel söylem” havuzunda yüzüyoruz… İtaat sağlayacak bir dinin tesisi… Patrona, tanrılaşmış lidere itaate çağıran, ona bağlanmayı, onu çok sevmeyi sağlayan, zaten onu tanrının yeryüzündeki gölgesi olduğunu öğreten bir din…
Bireyci çıkarcılığın buz gibi sularındayız artık.Bu buz gibi çıkarlar dünyasından o “korkunç” “şeriat”ın çıkması imkansız; bu buz gibi dünya her türlü değeri arka plana atabilir; dindarlığı, imanı, takvayı…
Bu dünyada bir-iki tane SMS ile dünya Müslümanlarına bağışta bulunur ya da bir iki twitt’le onlarla dayanışmaya girebilirsiniz. Bu dünyada çok “önemli” yatırımlarınızdan fedakarlık yapmadan Arakan’a, Gazze’ye yardım yapabilir, öbür dünyadan parsellerinizi bile iç rahatlığıyla istiflediğinizi düşünebilirsiniz.
Halkın kullanımına sunulmuş o kadar çok dini hamaset, o kadar çok besmele var ki… Tam da bu yüzden, yani lafın bolluğu, sorgulanmasını da beraberinde getiriyor…
Ve o kadar çok haram var ki… Tam da bu yüzden ortaya çıkan ya da daha da çıkacak olan düzen, en fazla İslami sosa bulanmış çıkarların, mafyacıların, eril kaba kuvvetin düzeni olmaya namzet görünüyor.
Ta ki Gezi direnişi, Gezi’den evrilen HDP hareketi, sos olmaktan çıkan ve yeniden erdem, adalet ve ahlakı üstlenen Müslümanların hareketi gibi hareketler sözü tam anlamıyla ele geçirinceye kadar…