Atlarını yılkıya bırakmış bir Çerkes kadar kim bilebilir yalnızlığı? Bu gaflet çukurundan kim çıkarabilir? Ve zaman ayağı kırık bir at gibi tökezlerken söz kâr etmez artık Çerkes’e; boğuncun çölüne atar kendini ya da ormanın koyu karanlığına. Sahtiyan eyeri, gümüş özengiyi, ince kırbacı okşaya okşaya gün akşam olur. Akşam ki, kasvet ne kelime! Hâtıralar da dolduramaz gittikçe koyulaşan bu boşluğu. Önce bir ağıt, bir inleyiş. Günler efkâr uçurumu olur, kendisiyle konuşur aralıksız. Deliye çıkar adı, garip diyenler de olur. Kasabaya inse meczup derler, peşine haşarı çocuklar takılır, teneke bağlarlar çapraz yeleğine. Yeleğin altında gümüş saplı kama parlar ki, ayın ışıltısına, suların şavkımasına benzer. Çocuklar korkup çağırtıyla kaçışırlarken zaptiyeler basar sokağı.
Derler ki, hapisanenin karşısındaki tepelerde zaman zaman hayaletimsi gölgeler gibi beliren mastengler, aya karşı şahlanıp Çerkeslerini isterler zaptiyelerden.
Ağustos ‘15
Ahmet Telli
Nar kırdım elma soydum su içtim, sabahtı
Akşam olur sanmayın zamanı durdurmuşlar
Roma yakılalı ne kadar oldu şunun şurası
Tepelere yolladığım haberciler gelmedi
Albatroslar yorulmaz anne, uçarak ölürler
Nasıl desem de. Bursa’ya nasıl gitsem…
Kara bir karıncanın rüyasında uyandım
Ilık olsa da yeter içten olsun bakışın
Lapa lapa kan yağıyor Suruç ki, ahhh! Suruç
Irak yıldızlara gidemem anne, daha çok gencim
Çatlayan yaralı kalbinde uyut sen beni…
Mansur Balcı