Metropolden kaçmak

0
438

Türkiye’nin değil dünyanın sayılı metropollerinden olan İstanbul’da yaşamak zor zenaat. Bunu 52 yıldır becerebilmiş vatandaşlardan biri olarak; biraz söz hakkım olduğundan bahisle birkaç kelam edelim önce.
Türkiye’de il sayısına vurduğunda 81’de bir il İstanbul. Ama nüfusa oranladığınızda yaklaşık beşte bir nüfus bu şehirde yaşıyor. Hal böyle olunca da her şeyi bulabildiğiniz bu şehir sizi alabildiğince yoruyor. Yaş kemale ermeye başlayınca da bütün şehir üstünüze üstünüze geliyor adeta. En azından benim için öyle. Elinizi ağız ve burun arasına getirip “burama kadar doydum” denir ya hani; benim ki doymaktan öte ağzımdan/ burnumdan/ kulaklarımdan fışkırıyor adeta.
İş hayatımızdaki zorunlu ve ani bir değişiklik sonucunda Biga’daki Aşağıdemirci köyü limanıma sığındım. Laf aramızda iyi de oldu hani. Çölde vaha bulmuş Bedevi misâli attım köyümün yeşiline/huzuruna kendimi.
Asıl itibarıyla dibine kadar siyasi bir gazete elinizde tuttuğunuz Jıneps. Bir taraftan Çerkes camiasının nabzını tutacak; diğer taraftan da Türkiye kamuoyunun sorunlarına bigâne kalmayacak.
Durum böyle olunca da; özellikle böylesine köşeleri tutmuş bizim gibi kalem erbabının kaleminden kan damlaması gerekecek ki; okuru gıdıklasın biraz… Ağaç/çiçek/ böcek edebiyatına dalıp; üstelik biraz da kendini anlattın mı yandı gülüm keten helva.
Neredeyse üç on paraya çalışma noktasına varan çalışma şartlarına “önce huzur” deyip de prim vermedik epeydir. “Huzur” da mort olunca alıp sazı düştük yollara.
Kaba tabirle eşekler gibi çalışıyorum köyümde aylardır. Hem de bedenen. Beni aylak gören eş dosta yardım etmenin yanı sıra kendime işler icat ediyorum sürekli. Kâh salça için domates toplayıp doğrayıp tuzluyor; kâh ceviz tepelerinde ağaç silkeliyorum. Olmadı ormandan aldığım on ster meşeyi römorka yüklüyorum. Bir başka gün koyun gübresini toplayıp sayadan römorka dolduruyorum. Ya da dayımın harika kara gübresini buram buram koklayarak küreğe sarılıyorum. Bazen koyunları kırkmaya yardım ediyor; bazen de onların çan seslerinin peşinde merada dolaşıyorum. Motorlu testere ile odunları sobalık hale getirmek gibi tehlikeli ve yorucu bir işi kan-ter içerisinde yapar iken tansiyonumu ve şekerimi bile düşünecek halim kalmıyor. (Yok yok her şeyi meccanen yapıyorum. Sadece Çerkes parası karşılığında). Zaten akşam ilaçlarımı kaldırdım kendi kendimin doktoru olarak. Velhasıl yorgunluğumu vücudumun her zerresinde hissettiğim; ama o yorgunlukla deliksiz uyuduğum geceleri anlatmam lazım sizlere. Sabah nasılsa salim kafayla dinlenip kalkacağımın bilinciyle; uykuya dalmak güzel şeymiş be kardeşim diyeyim siz anlayın gerisini.
Bizim mesleğe başladığımız yıllarda mesleğimizin adı Gümrük Komisyonculuğu idi. Daha önce de Gümrük Simsarı imiş. Algısı farklı olduğu için sonradan ismimiz Gümrük Müşaviri oldu. Oldu da ne oldu?.. 31 yıl önce hasbelkader başladığımız meslekte yüzde iki/üç komisyon oranı ile yapılan işler, şimdilerde binde iki bile değil. Yani o zaman on lira kazandığın işte şimdi bir lira bile kazanamıyorsun. Tabii bu durumda herkes birbirinin altını oymaya ve piyasayı olağanüstü bir şekilde düşürmeye başladı. Sektörün büyük oyuncuları bir şekilde semirdikçe semirdi. Tröst oldular açıkçası. Olan da sektörde çalışanlara oldu. İşverenlerin elinde bir kırbaçları eksik anlayacağınız. Ölü eşek fiyatına adam çalıştırıp büyüdükçe büyüdüler. Küçük oyuncular da silinip gitmeye başladı birer birer. Hasılı güneş çarığı; çarık da ayağı sıka sıka çiroza döndü emekçiler.
Zaten sektörün adı netameli. İsmi büyük, cismi küçük ve hala en büyük meslek kuruluşu Gümrük Müşavirleri Derneği olan sektörü kimsenin de kaale aldığı yok zaten. Benim de aldığım yok açıkçası. Dernektir, partidir derken kendimce bir takım sosyal faaliyetlerin içerisinde olan ben; halı hazırda o da ZORUNLU olarak üyesi olduğumuz meslek kuruluşumuz, canımız, kanımız, biricik(!) derneğimizin bir tek genel kuruluna bile katılmadım yıllardır.
Sığındığımız limandan geri dönüş zorunda kalır mıyız bilemem. Allah kalmayı nasip etmez inşallah deyip; sığınağımıza, yani Aşağıdemirci’ye geri dönelim.
Meslek sektörümüzün sorunlarına eğilip, sosyal yaralara şöyle bir değinirken; köylünün daha doğrusu çiftçinin ve hayvancılıkla uğraşanların en büyük sıkıntısına da parmak basalım.
Hem böylece içinden çıktığımız toplumumuzun da sıkıntılarına bir de bu sayfalar eliyle ışık tutalım.
Türkiye’nin en büyük problemlerinden biri malûm. O da işsizlik. Geçen akşam en son verileri görmüştüm televizyonda. Yine arttığından dem vuruyordu. Vaziyet bu iken, köylünün en büyük problemi nasıl oluyor da eleman sıkıntısı oluyor diye şaşmayın sakın. Hiç kimse tarlada çalışmak istemiyor adeta. Tarlada biber toplamak; damda hayvanlara bakmak; koyun sürüsü peşinde merayı gezmek; hayvan gübresini tarlaya atmak gibi işler için adam bulmak Kazdağları’nda altın madeni aramaktan beter. Köyler hızla boşalmakta. Rençberlik ve hayvancılıkla uğraşan insan sayısı süratle düşüyor. Onlar da kendi işlerine yetişemiyor. Genç nüfus neredeyse yok denecek kadar az. Kendi köyümden bir örnek vereyim. Anaokuluna giden öğrenci sayısı bir. İlkokul ve ortaokula giden sayısı de maalesef yine sadece bir. Liseye giden sayısı ise iki. Hal böyle olunca köyün nüfus yapısı ortaya çıkıyor sanırım. Yaş ortalaması elli üzeri olan bir köyde çalışacak eleman nasıl bulabilirsin ki. Kaldı ki onların da önemli bir kısmı emekli. Emekli olmayan insan sayısı çok az. Onlar da eskiler. Böyle bir durumda sağlıklı iş gücü bulma ihtimali sıfır. Azılı Tayyip düşmanı bir arkadaşımın tespiti de enteresan. “Tayyip herkesi emekli etti. Özürlüye ve ona bakana maaş derken çalıştıracak adam bulamıyoruz” diyor.
Ağırlıklı çözüm şimdilik Suriyeli göçmenlerde gibi. Ayrıca kimi Afganistan’dan, kimi Özbekistan vs.den savrulup Türkiye’ye gelmiş adamlarla işçi sorununu çözmeyi becermiş. Devlet de bir şekilde buna göz yumuyor sanıyorum diyor ve başka sayfa açmak istiyorum.
On biri Adige köyü olmak üzere, yirmiye yakın Kafkas kökenlilerin yaşadığı köylerin olduğu Biga’da Kafkas Kültür Derneğimiz de var yıllardır. Belli insanların özverisi ile dernek bugünlere gelmiş. Emek verenlerin her birine teşekkür etmek gerekiyor tek tek. Üstelik son dönemde yardımsever hemşerilerimizin katkıları ile gayet güzel müstakil bir bina da yapılmış kendi malı olarak. En azından kira derdi yok. Ama maalesef içi boş derneğin. Gelen giden neredeyse yok gibi. Birkaç gencin uğradığı bir mekân. Birkaç kez kapısından döndüm çaresiz. İnsan ister istemez üzülüyor… Şöyle gümbür gümbür yönetimlerin sevk ve idaresinde; içi cıvıl cıvıl gençlerin ve çocukların kaynadığı bir dernek özlüyor insan.
Köyümüz kahvesine kadar gelen Jıneps gazetesinin ütüsünün bozulmadan masada duruyor olması çok can sıkıcı. Bir iki kişi şöyle bir karıştırıp koyuyor kenara. Okumuyorlar açıkçası.
Hal böyle olunca da köylüleri Kalekute Enver Sağlam’ın engiiin ve derin (!) yazılarından müstefid olamıyorlar… Yazdıklarımız buza yazılmış yazı misali… Söylediklerimiz de kalabalıktaki davulcu yellenmesi gibi. Uzay boşluğunda yayılıp gidiyor…

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz