Geçtiğimiz günlerde bir gazetenin muhabiri kamusal alanda, sokaklarda, gündelik hayatta karşımıza çıkan şiddet olaylarına neden “seyirci” kaldığımızı “sosyolojik” olarak da soruşturmak üzere hazırladığı haber için benim de yorumumu istedi. Sokak ortasında sevgililerini, karılarını, nişanlılarını ya da hiçbir şeyi olmasa da sadece göz koyduğu için “malı” olarak gördüğü kadınları döven erkeklere, memurlarını döven faşistlere vs. neden müdahale etmediğimize dair ben de dilim döndüğünce şunları ifade ettim…
İnsanlara yapılan saldırılar karşısında “seyirci” kalmak, sosyal bilimler literatüründe, sosyal psikolojide yeri olan bir olay. Yani sadece bizde değil, az veya çok başka coğrafyalarda da rastlanan, “bystander effect” olarak adlandırılan bir durum. Farklı kültürel, sosyoekonomik şartlarda insanların neden ve hangi durumlarda “seyirci” kaldıklarını herkes anlamaya çalışıyor.
Türkiye’de sık sık rastlanan ve seyirci kalınan olayların kuşkusuz her birinde, “seyirci” kalanların kendilerine özgü sebepleri vardır. Memurunu döven Zabıta müdürüne karşı hiç kimsenin sesini çıkaramamasında hiç kuşkusuz “işini kaybetme” korkusu vardır. Yani müdahale ettiği anda kendi başına da bir dert geleceğini düşündüren gayet hayati bir durum söz konusu olabilir. Nihayetinde evine ekmek götürememe riski var çünkü. Mersin’de minibüsten indirilen genç kız konusunda çok muhtemelen “toplumsal cinsiyet” baskısı söz konusu. Yani erkeklik ve kadınlık arasındaki eşitsizliğin gündelik yansımaları… Apartmanda, üst kattan dayak yiyen bir kadının çığlıkları geliyorsa, “Aile kutsaldır, karışılmaz, aile içi meseledir… kadınlara dayak atmak normaldir” gibi hazırda duran gerekçeler vardır. Minibüste de benzer bir durum olmuştur.
Ancak şiddete seyirci kalınan hiçbir durumda “adalet” duygusunun insanları seyirci kalmaya iten gerekçelerden daha güçlü olmadığı anlaşılıyor.
Bunun neden böyle olduğunu anlamak için ise bence ilk olarak “seyirci kalmanın” sebeplerine bakmadan önce, şiddetin neden bu kadar meşru olduğuna bakmak gerekir…
Uzun yıllardır devletin en tepesinden, en alta kadar şiddetle sosyalize olan bir toplumda güç tapıncı da normaldir. Şiddetin sermaye olduğu bir toplumda, eğer elinizde şiddete şiddetle karşı koyacak gücünüz yoksa baştan mağlupsunuz demektir. Bu yüzden şiddete maruz kalmayacağınız koruma mekanizmalarını geliştirmeniz gerekir. Bunun en önemli yolu çoğunluğun dilinden konuşmaktır. Çünkü çoğunluk olma durumunda başınıza bir şey gelecek olursa sizi koruyacak birileri her zaman bulunur.
“Huzurlu ve güvenli çoğunluklar”
Bu çoğunlukların en garantili alanları ise ideolojik olarak meşruiyeti zor sorgulanabilir alanlardır. Bu durumlarda kitlelerle birlikte olmak “cesaret”, hatta “kahramanlık” duygusu verebiliyor. Herkes kendi ideolojisini, partisini, yani cemaatini koruyacak durumlarda ve ancak kalabalık olduğu zamanlarda kahraman olabiliyor. Mesela, kitleler milliyetçiliği sorgulayan bir adamı ya da grubu konuşurken gördüğü zaman, bırakın müdahale etmeyi; topluca linç bile edebiliyor. Yani ayrıksı düşünene müdahale etmek konusunda “seyirci” kalmıyor.
Ama azınlık olanı, zayıf olanı, ideolojik ya da kültürel olarak zayıf olanı koruyacak, şiddet durumunda seyirci olmaktan çıkaracak ruh hali çok zor dile geliyor. Bir insanın şiddete başvurmayan bir birey olarak, müdahale edebilmesi neredeyse mümkün değil; çünkü onu “birey” olarak koruyabilecek “adalet”, “hukuk” gibi sağlam referanslara dayanan böyle bir varoluş söz konusu değil. Kalbinden müdahale etmek isteyen bir insan yaşadığı ortamda adalet olmadığını, hukuk olmadığını biliyor. Karakoldan korkuyor, güçten korkuyor. Başına bir iş gelmesinden korkuyor.
Dolayısıyla belki de “insanlar neden seyirci kalıyor” diye sormadan önce, “insanlar nasıl oldu da bu kadar korktular ve buna bağlı olarak neden bu kadar güç ve şiddet tapıncını öğrendiler” diye sormak lazım.
Bunları anlattım gazeteci arkadaşa… Ama bu genel sebepler altında belki çok daha ayrıntılara inmek lazım. Çünkü yukarıda bahsettiğim “travmatik korku”nun ürediği somut ve özgül “alt rejimler” var. Sorun ve soruların, “teorik” cevaplarının ötesinde, “pratik” cevapları için de belki ilkokul kitaplarımıza, darbelerimize, askeri eğitimlerimize, hamaset nutuklarına, erkekçilik oynayan siyaset erbabına vb. bakmak gerekiyor.
İktidarın diline dair ayrıntıya girmeye gerek yok… Zaten o dildeki korkan ve korku yaratan “cemaat” unsurlarının her gün onlarcasını görmek hiç zor değil.
Ancak, bu iktidarla mücadele ettiğini, ona muhalefet ettiğini iddia eden muhalefetin liderinin “2019’da 18 adayı Yunanlılardan alacağız!” diyerek milliyetçilik (yani “cemaatçilik”) yarışına girmesine ne demeli?
AKP’ye yaptığı en büyük muhalefeti milliyetçilik eksenine oturtan bu muhalefetten sokakta “seyirci” kalmayıp, adalet için harekete geçecek, elini taşın altına koyacak insanlara cesaret vermesini beklemek mümkün mü?
“İnsanlar öldürülmesin, analar ağlamasın” sözleri yüzünden “terör örgütü propagandası” yapma suçlamasıyla Ayşe Çelik öğretmen, iki aylık kızı Deran ile 1 yıl 3 ay hapse girecek mesela. Anaların ağlamasını dert etmeyen bir milliyetçilik peşinde puan toplamaya çalışanların adaletli düşünmesi mümkün mü?
İçi boş etiket kimlikler
“Allah Allah, böylesine seyirci kalmak bizim kültürümüzde olmaması lazımdı!” diye şaşıran, bu türden seyirci kalmaların ancak Batı’da olabildiğini düşünen bilim adamlarına ve siyaset erbabına cezaevlerinde alınan tek tip elbise kararını Guantanamo ve Ebu Gureyb hapishanelerinde uygulanan tek tip elbise kararlarını hatırlatmak lazım gelir herhalde. Düşmanlarını böylesine işaretleyerek aşağılayan bir ideoloji altında ister Amerika olsun, ister Çin ya da ister Türkiye, sokaktaki insana “empati” öğretemezsiniz. Tersine onlar ancak başlarına bela gelmesinden korkan insanlara dönüşebilir.
O yüzden, korkuyla yatıp kalkan insanlar, acıklı bir şekilde, bırakın yerde yatanı kaldırmayı; ancak kendini kurtarmak için, yere düşene, KHK ile işten atılana “Vay alçak o da mı düşmanmış!” diyerek bir tekme vurmak pratiğini üretebilir kafasından…
O yüzden, Dikili’de özel bir yurtta dokuz erkek öğrenciye cinsel istismarda bulunduğu iddiasıyla tutuklanan adam, 12 yaşındaki bir öğrenciyle “kendi rızasıyla birlikte olduğu” savunmasını yapabilir…
O yüzden, Konya’da, 9 kız öğrencisini öpüp, elle tacizde bulunduğu ve ısırdığı iddiasıyla “çocuğa cinsel istismar” suçundan tutuklanan matematik öğretmeni savunmasında, “Sınıfta konuşanları tahtaya yaz diye görevlendirdiğim öğrencimden bu görevi geri alınca iftira attı” diyebilir.
Afyon’da, karın ağrısı şikâyetiyle götürüldüğü hastanede 2,5 aylık hamile olduğu belirlenen 11 yaşındaki çocuğa kürtaj uygulanır.
Bu zavallı yaratıklar ancak kendilerinden zayıf insanlara saldırabilirler ve kendini kurtarmak için düşene bir tekme daha atarlar. Onlar o kadar çokturlar ki, onların bu yaptıklarını bilen tonla başka yaratık da vardır ve onlar da “neme lazım” diyerek, “olaylara seyirci kalırlar”…
Aslında ortalıkta olup biten tabii ki çok karmaşıktır ama bir yandan da çok basittir.
Herkes süper havalı bir kimliğe sahiptir: Müslüman, Türk, Kürt, milliyetçi, laik, AKP’li, CHP’li falan filan…
Hepsi, bunların hepsi koca bir palavradır: içeriği kocaman bir sıfır olan, saf çerçeveden ve saf performanstan, gösterişten ya da etiketten ibaret kimliklerdir…
Bu kimliklerle vicdanınız sızladığı ya da adalet duygunuz rencide olduğu için harekete geçemezsiniz. İçeriği bomboş olan bu kimliklerle ancak o bomboş kimliklerinize halel geldiği zaman, sınırlarınıza dokunulduğu zaman seyirci olmaktan çıkıp harekete geçebilirsiniz…