Mehmet Fırat ÖKSÜZ
Anlattığım bir yolculuktur. Yaşam yolculuğu… Yurtlarında gördükleri zulmün, zorbalığın onlara mecbur kıldığı yolculuk. Göç mü? Sürgün mü? Buna göç dense de yaşanılan sürgündür. Toroslara doğru çıkınca keskin bir soğuk işler bedeninize. Bu sürgün Çerkeslerin zihinlerine öyle keskin işlemiştir, öyle keskin işlemiştir ki onlara nerede olurlarsa olsunlar kim olduklarını unutturmaz.
Bağları da güçlüdür. Çünkü insanlar en çok acılarda birleşir. Size anlatacağım öyküde; 1864’te Çarlık Rusya eliyle gerçekleşen kıyımdan sağ kurtulan Çerkeslerin Toroslara uzanan bir buçuk asırlık öyküsü saklı. İçinde hikayesini dinleyeceğimiz Mafık amcanın dedelerinin de olduğu paslı bir gemi dolusu Çerkes, Suriye’ye doğru bilinmez bir yolculukta iken, Mersin’de gemileri bozulunca, temelli demir atıyorlar kente. O gün Suriye’ye gitmiş olsalardı, kimbilir belki, bugün iç savaş yüzünden kapılarını çalacak olan yine bir yıkım, yine bir sürgün olurdu. Şimdi en azından, “Çok şükür der gibi” yaşıyorlar Türkiye’de.
‘Göçmen kuşlar erken mi gelmiş?’
Gri asfaltın hırıltısıyla sürerken yolculuk, kafamızı kaldırıp sol yanımızı sarmış yeşilli sarılı kayalıkların üstüne bakınca sormuştuk bu soruyu. Erken gelmişti göçmen kuşlar. Baharmışçasına erken gelmişti. Ama aşağıda “sözde” bir kış yaşanırken, yukarılarında kış gibi bir kışı vardı Mersin’in. Atlılar (Sadiye) köyünde varmıştık o kış gibi kışın tadına. Dağlar beyaz beyaz parıldıyordu köyden bakınca. Eski ahşap evlerin arasından şöyle hafifçe kafanızı kaldırınca “Şu dağ tırmanılır mı acaba?” diye içinizden geçirmeden edemiyordunuz. Köyde hiç sezdirmeden yok olan karın yerini, çamur ve gübre almaya başlıyor. Mersinliler yıllardır hasret bu kara. Ancak bu kar, Mersinlinin hasretiyse, Çerkes’in çayırıydı. Devletin onlara ilk gösterdiği yerlerde bunun için kalamamışlardı. Şimdiki devlet hastanesinin olduğu yeri ve Yoğurt Pazarı’nın olduğu yerleri teklif etmiş devlet. Ancak o zaman bataklık olan bölgede hastalıklar ve sıcak yakalarını bırakmayınca, kendilerine benzeyen bir yer istemişler: Toros Dağlarını.
Yolculuğu asıl dinleyeceğimiz kişi olan Mafık amca, Atlılar köyünün sakinlerinden biri. Teknolojinin, yolların gelişimiyle ahşap evler terk edilip artık bir anı olarak kalınca şimdi bilindik bir hal alan ve köylerde “gelişmişliği” yansıtan; betondan, alt katında ahırı olan, bahçesinde yem kovasının tıngırtısını duyunca oradan oraya koşuşturan tavuklarıyla mütevazı evinde karşılıyor bizi Mafık amca. 1941’de kıtlığın ve sefaletin içine doğmuş. İlkokuldan sonra köyde liseye gidebilen ilk kişi de kendisi olmuş. Daha sonra malcılık, odunculuk ve bahçecilik gibi işlerle uğraşmış. Bugün zamanını ya evinde ya da köy kıraathanesinde geçiriyor. Torunu Uğurcan, arkadaşlarını onun evinde misafir ettiğinde, hiç sızısı dinmeyen bir yarasından şikayet edercesine başlıyor anlatmaya hikayeyi. Bana da kısmet oluyor dinlemek…
“İlk gelenler 1886’da yerleşmişler. 1903’te de bizimkiler iskan ettiler buraya” diyor Mafık amca. “Bizimkiler tutmuş, yukarıda höyük alanı var. Büyük bir düzlük. Orayı istemişler. Odun yok bir şey yok sırf at koşturmak için. Demişler “Yav burada ölürsünüz siz”. Sonra da bu köye indirdiler. Ağaçtan evler yaptılar. Yukarıda olsa hepsi ölürdü.” Yukarıda kalmayıp bugün Mersin’e sessiz sedasız yaşayan bir kültür bırakanlar bir yana, taa Suriye’ye, Çarlık tarafından sürgün edilen Çerkeslerin bir kısmı da, dolduruldukları paslı gemiler batınca hayatını kaybetmiş. Kiminin kızı, kiminin babası, kimin eşi kalmış geriye. Kaçabilen de kaçmış. “Göçmensin ya, dolduruyorlar gemilere. Ölmüş mü kalmış mı kimin umurunda? Yüklüyorlar insanları, gemi yolda alabora oluyor, hepsi ölüyor.” Yaşamak da ayrı bir dert oluyor ya insanlara…“Sürgünsün, göçmensin, burada istemezlerse başka bir yere gitsen… Türkçe bilmezler. Çay alacak, şeker alacak, bilmiyor Türkçe. Sürgün edilenler elbiselerine altınlar dikmişler, gizli gizli kaçırmışlar altınlarını. O altınla alıyor ne alacaksa. Bir şey alacağı zaman keseyi açıyor, bakkal içinden istediği kadarını alıyor, onun vicdanına kalmış. Beriki bilmiyor ki…”
Mafık amca 1940’ların sonlarındaki kıtlığa yetişmiş. Bir süre ekin ekmişler ama o yılların vahşi ve acımasız rüzgarını taşıyan soğuklar izin vermemiş ekinlere. Kar ekinlere müsaade etmeyince, yalnızlığın, sürgünlüğün yanına bir de açlık çökmesin diye odun satmaya çalışmışlar. Gece vakti kaçak yollardan aşağıya, Bekirde’ye Esenli’ye büyükçe odunlar götürürlermiş. 4 tane ağaç 11 liraya. 11 lirayla bir sefer buğday, ikinci sefer de hayvanlar ve ekmek için arpa getirilirmiş. Çok sefalet çekmişler. Bir bazlama bulamadıkları günlerin yanında, bugün köydeki yaşamın değerinin bilinmediğini söylüyor. “Paşa gibi, padişah gibi yaşıyoruz. Allah’ın bir lambası bile yoktu evde. Şimdi öyle değil. Şimdi telefon var. Arıyorsun aşağıdaki bakkalı getiriyor şekerini, çayını. Açıyorsun telefonu ambulans geliyor, alıyor götürüyor seni. Hasta adamı sala bağlayıp tee aşağılara götürdüğümüz günler çok eskide değil.”
Eskiden at yetiştiriciliği yapılırmış köyde. Bu yüzden devlet Atlılar adını vermiş. Bugün daha çok hayvancılıkla uğraşılıyor. Önceleri buğday ekmişler. Kar yüzünden ekinler bitmemiş. Daha sonra bahçeciliğe dökmüşler işi. Elma, şeftali ağaçları ekmişler. Ancak mahsulü topladıktan sonra bir yol işkencesidir başlıyormuş. Eski bir araba ve dağların arasında kıvranan çok bozuk yolları düşünürken kafanızın içinde bile o zaman geçmez oluyor. İşte durumlar böyleyken, hale varana kadar Konya’daki araç varırmış. Şeftali, hem de ekistıra şeftali götürüyorlarmış hale. Ama bu ekistıra şeftalinin ederi en kabadayı iki buçuk lira. Birazını kamyoncuya veriyorlar tabii… Şimdi de bir heves ve umut içinde kirazla uğraşıyorlar.” Uzun sürmez” diyor ama Mafık amca. “Bu kiraz işinin de boku çıkar.” Kış şartları geçimlerini çok etkiliyor. Dolu yağışı yüzünden meyveler zarar görünce, köylü de zarar görüyor. 5 liraya gidecek mal 3 liraya gidiyor. Doludan kurtardın mı tamam diyor Mafık amca. File yapabilirsen kurtarıyorsun mahsulü. Doludan kurtarmak da yetmeyebiliyor tabi. “Çiftçinin ortağı çok.” Dolu yağmasa kurdu kuşu yiyor.
Bu coğrafyadaki yalnızlıkları Çerkeslerin içine kapanmasına sebep oluyor haliyle. Mesela köyün dışından birine arsa ya da ev satılmıyor. ‘Kendileri olmayı’ sürdürmek için böyle olması gerektiğini düşünüyorlar. Birbirleriyle hiç büyük sorunlar yaşamıyorlar. Mafık amca övünçle: “ Bak sana şunu net söyleyeyim. Geldiğimizden bu yana karakolda bir tek kaydımız dahi yoktur” diyor. Elbette ufak tefek şeyler oluyordur ya, aralarında hallediyorlar. Mafık amca kendilerinin eski halinin de kalmadığını düşünüyor. Gençliğin, eskiden saygısızlık olarak görülen şeylere artık aldırış etmediğini, “Yüzlerine bakmadan önlerinden basıp geçtiğini” söylüyor. “Bizim ev aşağıdaydı. Cami vardı yanında. Aşağıdan çıktım. Tam deli zamanımız diyelim. Çıkıverdim hiç sağıma soluma bakmadan yolu geçtim. Arkamdan Yakup emmi “Öhö” dedi bir öksürdü. Bir şey diyecek, belli oldu. Geldi doğru yanıma. Kolumdan tuttu yolun kenarına beni bıraktı. Kendi camiye doğru gitti ‘Hadi git şimdi nereye gidiyorsan’ dedi. Sen bir daha büyüğünün önünden geçen mi? İşte bunlar, kültürü, saygıyı zayıflatan şeyler. Bunlar bana hep ders oldu. Bizde bir atasözü vardır: “Düşün öyle konuş, bakın öyle otur”.
İşte böyle bir hikayesi vardı Çerkeslerin yolculuğunun. Katliamcıları, açgözlüleri bir türlü son bulmayan dünyanın, sayısız kez fısıltıyla bağırdığı zulümlerden biriyle geldikleri Mersin’de, bir de sürgün oldukları için ötekileştirilmiş, aç kalmış, çile çekmişler. Bugün köyde rahat bir yaşam sürdüklerini söyleseler de, 150 yıl öncesi, hiç görmemiş olanları için bile akıllarından çıkmayan bir yara olmuş. Ben de bu yaraları görmüş, gözümün önüne getirmiş, bir de size anlatmış oldum. Fazla anlatmaya mecali kalmayınca Mafık amcanın, yeter anlattığım dercesine suskunlaştı. KOAH ile boğuştuğundan yormayayım dedim ben de. Mafık amcanın torunu Uğurcan tekrar Mersin’e dönmek için kontağı çeviriyor. Vakit geç olmadan, karanlıkta Torosların dostluğunu yitirmeden, ardımızda Mafık amcanın anılarını, İnayet teyzenin o lezzetli sıkma ve böreklerini, kış gibi bir kışı bırakarak dönüyoruz şehre. (www.evrensel.net)