Hamdi Lhaş hikâyeleri

1
1381

Değerli okurlarım, 2014 Ocak ayından beri yedi yıldır daimî olarak, evveliyatında da 2010 yılından beri Jıneps gazetesinde yazı yazıyorum. Yayın hayatına başladığı ilk sayısından beri de fiilen takip ediyorum. Bana ayrılan köşeme fikri anlamda kimsenin karışmadığını görmek takdire şayan. Ben de köşemin hakkını vermeye çalışıyorum. Aylık yazımı yetiştiremediğim zamanlarda sıradan bir şeyler yazmak yerine yazmamayı tercih ediyorum. Bu konuda Serap Canbek Hanım’ın yazımı göndermemi beklediğini biliyorum. Hakkını helal etsin. Bunca zamandır yazdığım köşemde 2021 yılının bu ilk ayında, çocukluğumda şahit olduğum bir anımı hikâye etmek istiyorum. Okuyacağınız bu yazının onlarca benzerine çocukluğumda şahit oldum, ancak bunları bugüne kadar yazmayı hep erteledim. Bazı şeylerin yazılıp yazılmaması konusunda tereddütler yaşamadı değilim. Ne var ki yazmadığımız zaman geçmişi aktarmamış ve vefa göstermemiş oluyoruz. Bu konuları yazmakta tereddüt etmemin önemli nedeni kendimizi anlatıyor olmamdı. Ayrıca bu konulara şahit olanların içerisinde yazabilecek olan da bir ben vardım. Ömrümün ilk 12 yılını dizinin dibinde geçirdiğim rahmetli dedem namı diğer Hamdi Lhaş (Topal Hamdi) her daim benim idolüm olmuşumdur. Adaletin, merhametin, paylaşımın, birlikteliğin, komşuluğun, misafirperverliğin, önderliğin, haysiyetin, öğrenmenin, cesaretin ve daha nice erdemlerin onda tecessüs ettiğine bizzat şahit oldum. Onu kısa kısa anlatılarla anacağımı umuyorum. Romanını yazmak isterdim. Seferberlikte geçen 12 yılın, Suriye cephesindeyken İngilizlerin eline esir olarak geçişi vb. her biri anlatmaya değer onlarca konu olsa gerek. Ancak bazı bilgilerin de eksik olduğu bir gerçek ve onları tamamlamam gerekiyor. Mekânı cennet olsun.
Bu arada herkesin yeni yılının hayırla, bereketle, sağlıkla, mutluluk ve barışla dolmasını isterim.

Komşu vâris gibidir
(Wuneğur ahılım fed)
Bir sonbahar akşamıydı. Karanlık ortalığa epeyce çökmüştü. Odanın kalın taş duvarına gömülü, 50-60 cm kadar yüksekliği, 40-50 cm kadar da genişliği olan küçük bir dolabın önüne monte edilmiş, yarım ay şeklindeki ahşap rafın üzerinde duran gaz lambasının fitili yakılmıştı. Lambanın gölgesi her daim dibine düşer ve odaya mistik bir hava katardı. Loş ışığın sarmaladığı yer minderi, dedemin kardeşi Rıfat Amca’ya tahsisli gibiydi. Rıfat Amca’mızın haç’eşe1 her gelişinde oturduğu tek yer orasıydı. Rıfat amca beş erkek kardeşin dördüncüsüydü. Her akşam olmasa bile çoğu kez ağabeyi, dedem Hamdi Lhaş’ın (Topal Hamdi) yanına gelirdi ancak o akşam minder henüz boştu. İki kardeş bir araya geldiği kimi akşamlar iki kelam bile etmeden gece geç saatlere kadar otururlardı. İki kardeş yatsı namazlarını kılarlar ve bir süre daha sessizce otururlardı. Başkalarının olmadığı akşamlarda uyuklamak alışılmış bir durumdu.

Haç’eşin üst köşesindeki yer minderi rahmetli dedemin kadim tahtı gibiydi. Onu kimseyle paylaşmaz, o varken kimse de oraya oturmazdı. Arkasında kar gibi bembeyaz uzun tüylü keçi postu, duvara çakılı çiviye asılı olurdu. Namazlarını onun üzerinde kılardı.
Haç’eşin müdavimleri sadece Rıfat Amca değildi elbet. Her kim haç’eş meclisine katılmak isterse kapısı herkese açık olurdu. Hele uzun kış geceleri Nart Destanları’ndan (Adige Pşısej) anlatılırdı. Katsıwkho Bahri, Nart Destanları’nın güçlü anlatıcısıydı. Kimi akşamlar onun için özel olarak halıjuj yaptırılır ve dört saati bulan destanlar anlattırılırdı. Bundan dolayı meclisin boş kaldığı pek olmazdı. Meclis diyorum çünkü orada her daim zexes2 yapılırdı. Katılımcıların çok olduğu zamanlarda yandaki daha büyük haç’eşe geçilir ve gündeme dair ne varsa orada tartışılırdı. Bütün konuşmalar edebe uygun olurdu. Aynı anda sadece ve sadece bir kişi konuşurdu. Birisinin konuşması bitmeden diğeri konuşmazdı. Gençler hasbelkader odanın giriş kısımlarında yer bulabildikleri durumlarda asla söze karışmazlar ve sadece dinleyici olurlar ya da büyüklerin hizmet işlerine bakarlardı.
Dedemin bütün günü haç’eşlerde geçerdi. Çünkü Adıge Xabze’de (Çerkes kültürü) erkeklerin kadınların olduğu ev ya da odada uzun süreli oturma âdetleri yoktu. Hatta yemekler ayrı ayrı sofralar kurularak yenirdi. Önce tamamen dış işlerle uğraşan erkekler yemeklerini bir sofrada yerdi. Sonra varsa yaşlı dedeye ayrı sofra kurulurdu. Yaşlı nene için de ayrı bir sofa hazırlanırdı. Ailede birkaç çocuk varsa onlara da ayrı bir sofra kurulurdu. Kadınlar, kızlar, aileden olan ve erkeklerin sofrasına oturamayan yetişkin çocuklar için de ayrı bir sofra kurulurdu. Ev adeta lokantadan farksız olurdu. Helali hoş olsun, bunların dışında soframızda ailenin dışında birilerinin olmadığı bir an pek almazdı. Sabah, öğlen ya da akşam bu durum hiç değişmiyordu. Zaman zaman aileye dahil olanlardan dolayı yemeğin yetmeyeceği anlaşıldığı durumlarda ilave yemekler hazırlanırdı.

O akşam odadaki gaz lambasının loş ışıklarına rahmetli babam Şükrü ve rahmetli ortanca amcam Xhusen (Hüseyin) kısa aralıklarla odaya girerek dahil oldular. On yaş civarında olan ben, bir kedi sessizliği içerisinde, sırtımı haç’eşdeki ahşaptan yapılma sedire vermiş oturuyordum. Bizde büyükler içeri girdiğinde ayağa kalmamak olmazdı, ben de öyle yaptım; kalktım ve tekrar yerime oturdum. Belli ki akşam sofrası gelecekti. Yemek vakti, olabildiğince herkes kendi sofrasında hazır olurdu. Çok geçmeden -halam olsa gerek- sofra bezini serdi ve üzerine dört ayaklı sofra ayağını (ane lhakho) açıp koydu. Ardından dedemin akşam yemeği küçük metal sini üzerinde geldi. İkincisini bizim için hazırlanmıştı. O da geldi ve odanın ortasına kuruldu. O akşam sofrada haşlama vardı. Yanında yoğurt ve ekmek. Çoğu kez sofrada tek çeşit yemek olurdu. O akşam da öyle oldu. Ne var ki küçük amcam Lalıxhu, odanın loş ışıkları altındaki sofraya henüz iştirak etmemişti. Çoğu zaman da en son gelirdi.

Babamlar yemeğe başlamak için adeta dedemin komutunu bekliyordu ama o bir müddet daha beklemeyi yeğledi. Belli ki sofranın tamamlanması için diğer oğlunun da gelmesini istiyordu, olmadı.

-Ade pçıhe khes tede khetıra seo mır. Yiğo khızısıce wunem khıç’emqojıre. Şufej, şxıner şumğewçu’uj. ( Peki her akşam nerede kalıyor bu. Zamanı gelince neden eve gelmiyor. Başlayın, yemeği soğutmayın, dedi.

Babam ve amcam yemeğe başladılar. Aynı sofrada büyüklerden önce yemeğe başlamak olmazdı, ardından ben de yemeğe başladım. Biz ikişer üçer kaşık et suyundan almıştık ve yemeğe başlamıştık. Dedem bir süre daha bekledi ama sonunda o da yemeğe başladı. İki üç kaşık aldı almadı, odanın kapısı ‘pat’ diye alışık olmadığımız bir tarzda aniden açıldı. Gelen, küçük amcam Lhalıxhu idi. Adımını içeri atar atmaz ani bir şekilde durmasıyla dedemin sesinin yükselmesi bir oldu.

-Ze şxeğum wunem wukheqojıme xhureba? Çıle we khıwaje şısıx (Yemek zamanı evine gelsen olmuyor mu? Herkes seni bekleyip oturuyor), dedi.

Lalıxhu Amca’m ikinci adımını atmadı. Kapının eşiğini geçtiği haliyle, gözlerini sofradaki yemeğe dikmiş öylece bekledi.

-Filancalardaydım (adını vermeyeceğim). Küçük çocukları hasta, ateşi var, susturamıyorlar. Çocuk ‘et’ diye tutturmuş, ağlıyor. Et nereden bulacaksın, bulamadılar, dedi.

Dedem, et suyu doldurduğu kaşığı elleri titreye titreye tabağın içine bıraktı ve kaşığı da tabağın içine koydu. Haşlama tabağını olduğu gibi kaldırdı, Lalıxhu Amcam’a uzattı.

-Al bunu eve götür, tabağı doldurt ve götür, verip gel. Yemeğini gelince yersin, dedi.

Amcam emri yerine getirmeye çoktan hazırdı. Ağzındaki lokmayı herkesle paylaşırdı. Halel ve eli açıktı. Geldiğinden daha hızlı çıkıp gitti.

Dedem o akşam ağzına bir lokma daha almadı. Gözyaşları akmış, bembeyaz sakalından süzülüyordu. Herkes komşu hakkının ne olduğunu biliyordu. Böylesi bir durumda ezilmemek mümkün müydü? Hepimiz şok içerisindeydik. Dedem ağlamaklı, titrek dudaklarıyla mırıldandı.

-Bizler burada et yiyoruz ve bir sabi ‘et’ diye ağlıyor, komşumuzdan haberimiz yok, dedi. Bana döndü; “Eve git, söyle; eti bol koysunlar” dedi.

Haç’eş ile evin arasındaki yolu iki adımda aldım. Eve girdiğimde kadınlar sofrası adeta dağılmış, kimi daha büyük bir tabak arıyor, kimi kapak peşinde, kimi eti yeniden ısıtıyor; herkes bir şeylerin peşinde koşuşturuyordu. “Eti bol koyacakmışsınız” dedim. Beni duyan bile olmadı. Herkes yapılması gerekeni çok iyi biliyor ve koşuşturup duruyordu.

Öyle ya; 1960’lı yıllarda, Anadolu’nun ücra Malak Köyü… Kasap yok, bakkal yok, doktor yok, telefon yoktu. Evinde bir şeyler varsa ne âlâ ne güzel. Aslında herkeste komşuluk ilişkileri çok çok iyiydi. Acından ölen, başkasına el açan kimse de yoktu. Zaten Çerkeslerde dilenmek asla olmazdı. Ne var ki zaman geceydi. O saatte kimseden de bir şey istenmez ki… Gerçi yakın komşulara sormuşlardı. Olsa vermezler miydi? Olmadı mı olmuyor işte. Amcamın geç gelmesinin nedeni sabiye çare olmaktı, bir derde deva bulmaktı. Bulduğunu sanıyorum.

Amcam beze sarılı tabağı kaptığı gibi bir solukta dışarı fırladı. Telaşesi vardı. Karanlığın içine daldı, kaybolup gitti.

1- Haç’eş: Adıgelerde (Çerkeslerde) ailenin yaşadığı binanın dışında çatısı ayrı olarak yapılmış misafir odası. Misafir ailenin mahremiyetinden haberdar olmadığı gibi misafir de ayrı bir çatı altında olması nedeniyle daha rahat ederdi. Misafirin kimi zaman aylarca kaldığı da olurdu.
2- Zexes: herhangi bir amaçla yapılan özel toplantı. Gençlerin kızlı erkekli yaptığı toplantılara da verilen ad.

1 Yorum

  1. Güzel ve anlam yüklü bir anı, hatıralarda kalacak cinsten imiş şimdilerde kimse kimseden haberdar değil maalesef.
    yazılarınızı takipteyim sizden olmasam da sizin kaleminiz den olması benim için değerli.
    saygılar.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz