Ağacımızın kökleri

0
984

Zorunlu Göç, Sürgün, Soykırım… Yaşananları hangi kavramla ifade edersek edelim, yaşadıklarımızı ve bize kalan mirasını anlayarak işe başlamamız gerektiği kesindir. İnsan, geçmişten aldığı mirasla geleceğini inşa ederse anlamlı bir bütünlük çıkar ortaya. En iyi deneyimlerimizi, bir sonraki en iyi işimiz için depolamaz mıyız? Hepimiz kökü geçmişe dönük ancak yaprak ve dalları geleceğe uzanan ağaçlarız. Doğa, yapraklarımızın rüzgârdaki hışırtısına, dallarımızın fraktal heybetine hayran olurken, gökyüzüne uzanan o ellerin, toprağın altında yatan tarihimizden can suyu aldığının farkında mıyız?

Atalarımız, vatanlarını korumak için büyük mücadeleler verdiler. Birlik olmanın farkına her şey için çok geç olduğu anlaşıldıktan sonra varmış olmalarına rağmen, son ana kadar gerek Doğu Kafkasya’da gerekse Orta ve Batı Kafkasya’da yiğitçe çarpışmalarını defalarca sürdürdüler. Köylerin yakılmasına, kadınların düşman eline geçmemek için kendilerini ve çocuklarını uçurumdan atmalarına şahit olan Kafkas dağları ve ovaları yıllar boyu kanlı gözyaşıyla yıkandı. Çarlık, kanlı işgalleri tüm hızıyla sürerken Osmanlı’yla anlaştıklarını söylüyor (1829) ve Çerkes beylerine artık bu toprakların Osmanlı’ya değil, Çarlık Rusya’sına ait olduğunu tebliğ ediyordu. Bunu dillendiren General Rayevski’ye bir Şapsığ beyi şöyle demişti: “Sultan ne olursa olsun bir şey ödemeyi kabul etmeyen bizleri hangi hakla Rusya’ya veriyor?” Daha sonra uzaktaki bir dalda tünemiş olan kuşu göstererek şöyle devam etti: “General, şu kuşu sana veriyorum. Git kendin al!1

Savaşları yaşayan ve tanık olan insanların anlatıları da yiğit dağlıların mücadelelerine çok sayıda örnek vermektedir. Kafkasya’ya seyahatlerde bulunan meşhur denizci James Bell, “Çeçenlerin kadınları, kızları ve çocukları da dahil olmak üzere Ruslara karşı yeniden savaşmaya hazırlandıklarını” söylerken, bir doğabilimci olan Wagner ise kendisine bir Rus subayının naklettiği ilginç bir savaş anısını şöyle anlatıyordu: “Çok ilginç başka bir gerçek de, sıra halinde dizilerek savaşan Rus askerinin, ölümü büyük bir cesaretle karşılamasına karşın Kafkasya’da bu kadar yüreksizleşmesi ve kendini bekleyen korkunç cezaları göze alarak gözetleme yerlerinden ve kalelerden kaçmalarıdır. Ben bizzat bir keresinde İçkeriya’daki kanlı savaşlar sırasında (Temmuz 1842) büyük bir tehlike atlattım. Çünkü bir Çeçenle çarpışan bir avcı askerinin yardımına koştuğumda, asker tabanları yağladı ve beni Dağlı ile tek başıma bıraktı.2

İşte bu noktada ikincil bir kavram karmaşası yaşanıyor. Geçmişi aramak mı? Geçmişle yüzleşmek mi? Hepimizin bu hususta farklı bir öyküsü olduğu açık. Anadolu’daki Kafkas kökenli insanların bu öykülerinin birleştiği nokta ise 1864 senesi. Tüm Kafkasyalılar için sembolik bir tarih. Çarlık Rusya’sının Kafkasya istilasının “zaferle” bittiğini ilan ettiği sene. Bizlerin ise “yok oluşla” defalarca yüzleşmek zorunda olduğumuz yıllardan sadece biri. Esasen tarihsel açıdan Kırım Savaşı’ndan sonra başlayan Kafkasya dışına göçler, 1860’lar sonrasında kitlesellik kazandı. Daha da ötesi şartların gerektirdiğinin üzerinde bir zorunluluk halini aldı. 1864 ve öncesinde başlayan bu sürgün, 1865 ve sonrasında da devam etti. Çoğunluğu Adige, Çeçen-İnguş, Abaza, Oset ve Dağıstan halklarından oluşan 1.7 milyondan fazla insan yıllar boyu katar katar Osmanlı memleketlerinin farklı köşelerine gittiler.

Anadolu’ya gelenler çoğunlukla denizyolunu kullandı. Bir kısmı da Gürcistan üzerinden Erzurum’a, oradan da Anadolu’nun çeşitli yerlerine geldiler. Çarlık Rusya’sı, bu sürgünle ilgili olarak Osmanlı İmparatorluğu ile bir anlaşma yapmıştı. Osmanlı, pek çok savaşla kaybettiği Müslüman nüfusu yeniden üretimde ve orduda kullanmak ve böylece Rusya başta olmak üzere yenilgilerini telafi etmek hesabındaydı. Rusya ise Kafkasya’nın istilasında kendilerine sürekli “sorun çıkarmış” bu halklardan sonsuza dek kurtulmak istiyordu. Bu sebeple örneğin Çeçenya’da özellikle bağımsızlık ve özgür yaşam fikrine önderlik edecek hoca, molla, medrese talebesi gibi belli kanaat önderlerinin yurttan uzaklaştırılmasını öncelik haline getirmişti. Kafkasyalılar hem Batı Kafkasya’da yenilmişler hem de Doğu Kafkasya’da Şamil’in direnişi yok edilmişti. İster denizden ister karadan olsun, zorunlu ve seçeneksiz bırakılarak sürgüne gönderildiler.

Çeçenlerin sürgünü projesini ortaya ilk koyan kişi Ermeni asıllı General Loris Melikof’tu. Projeye göre Çeçenler dağıtılarak Terek Nehri’nin ötesine sürülecek ve vatanlarından koparılacaklardı.3 Çeçenler üzerinde özellikle dinlerinden uzaklaştırılma korkusunun etkisi güçlüydü. Oset asıllı Albay Musa Kundukhov’un çabaları sonucu bu insanlar Osmanlı devletine göç ettirildiler. İlk olarak yaklaşık 1861 tarihinde Osmanlı’ya göç ettiğinden haberdar olduğumuz Çeçen-İnguşlar4, 5.000 aile olarak 1865’te Anadolu’ya büyük bir grup halinde sevk edildiler. Bunlar Diyarbakır, Muş gibi geçim sıkıntısının ve toprağın verimliliğinin kısıtlı olduğu yerlere gönderildiler. Pek çoğu açlıktan yaşamını yitirirken, bir kısmı kendi istekleriyle başka yerlere gitmeye, bir kısmı da geri dönmeye çalıştılar. Ancak Osmanlı devleti buna çoğunlukla engel olma yoluna gitti. Zira Çarlık Rusya’sının bu konuda Osmanlı’dan kesin bir isteği vardı. Bu Çeçen aileler Rus sınırına uzak yerlere yerleştirilecekti. Rusya, bu insanların olası bir savaşta en önde yer alacaklarına emin olduğundan intikam almalarından endişe ediyordu. Bu sebeple Osmanlı devletine 21 Mart 1865 tarihinde Rus Sefareti eliyle şu notayı verdiler: “…hiçbir özür veya bahaneyle hem-civar olan eyalatta iskân edilmeyerek derhal Erzincan ve Diyarbekir taraflarına sevk ve izam olunmalarını havi evamir-i lazimenin isdar olunması…5

Anadolu’ya yapılan göç esnasında yalnızca 1865 yılında gelen 5.000 hane (yaklaşık 30.000 kişi) Çeçenin nispeten düzenli bir şekilde geldiği, yanlarında tarım aletleri ve hayvanlarını da getirdikleri görülmektedir. Bu göçün muntazam seyretmesinde Kundukhov’un kurduğu bağlantıların ve Osmanlı’nın nispeten hazırlıklı olmasının etkisi büyüktür. Ancak bu insanlar geldikten sonra, yalnızca küçük bir bölümü verimli topraklara sahip olabilmiştir. İlk gelen 5.000 ailenin peyderpey yerleştirildiği yerlere baktığımızda Diyarbakır, Siirt, Harput, Sivas, Muş, Erzincan, Bayburt gibi illeri görmek mümkündür.6 Devlet muhacir meselesinin bittiğini düşünürken, takip eden süreçte 4.000 hane de Abaza göç yollarına düşmüştür.

Anadolu’ya denizyoluyla gelmeye çalışan insanlar çoğunlukla Karadeniz’de yolcu taşıyan gemi ve kayık sahiplerinin insafına terk edildi. Bir tekneye alabileceğinden çok daha fazla insan biniyor, insanlar ellerindeki her şeylerini bu tekne sahiplerine veriyor, her gün Samsun ve Trabzon sahillerine onlarca insan bedeni vuruyordu. Samsun, Sinop ve Trabzon gibi limanlara ulaşmayı başaranları salgın hastalıklar kırıyor ya da günlerce tek lokma yiyemeden barınmaya çalışıyorlardı. İnsanlığın asla tasavvur edemeyeceği trajediler yaşanıyor; mısır ve buğday karşılığında, bazı çaresiz insanlar çocuklarını satıyor, bazıları kendilerine askere alınmama garantisi verilmesine rağmen ailesini kurtarmak için orduya katılmak zorunda kalıyor, bazıları da dramatik asayiş olaylarına sebep oluyordu. Rus subayı Ivan Drozdov kaleme aldığı notlarda göç etmekte olan insanlar için şunları yazmıştı: “Yolda önümüze şaşılacak kadar korkunç bir manzara serildi. Çocukların, kadınların, ihtiyarların yere düşmüş hali, yırtılmış, köpeklerce yarım yamalak yenmiş cesetlerini görüyorduk. Açlık ve hastalıktan sıkıştırılmış göçmenler, zayıfladıkları için zar zor yürürlerdi. Güçsüz olup yere düşenlerden hâlâ sağ olanlar ise köpeklerin lokması olurdu. Göç edenlerin ancak yarısı Osmanlı’ya kadar ulaşabildi. İnsanoğlunun başına bu ölçüde ve böyle felaket nadir gelmiştir.7 Yaşananları Rus ordusu içinden dahi böyle üzüntüyle gözleyenler olduğu gibi, İstanbul’daki Rus elçisi İgnatiyef, İstanbul ve Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki insanların trajedisini gördükten sonra St. Petersburg’a yolladığı raporda Çarlık Rusya’sının emellerini şu şekilde ifade etmekten geri durmamıştı: “Düşmanlarımız mahvoluyor.8 Felaketin Samsun, Trabzon, Sinop ve İstanbul gibi limanlarda pek çok tanığı vardı. Bunlardan biri de Samsun’daki göçmenler hakkında bir rapor hazırlayan İtalyan hekim Dr. Barozzi’ydi. Barozzi, insanların hayatta kalmak için bitki ve bitki kökleri yediğini söylüyordu. Leh Albay Lapinski ise, Nisan 1864’te Anadolu’nun tek bir liman kentinde bir gün içinde ölen insan sayısını 500 civarında hesaplamaktaydı.9

Kafkasyalıların yaşadığı sorunlar ne barınma, ne iaşe ne de salgın hastalıklarla sınırlı kaldı elbette. Atalarımız, burada devlet aygıtının çıkarlarına hizmet etmek amacıyla defalarca kurban edildiler. Bazen Kafkas boylarındaki Rus harplerinde savaştırıldılar. Yeri geldi, “itaatsiz” azınlıkların isyanlarının bastırılmasında buldular kendilerini. Bazen de Uzunyayla’da olduğu gibi, bölgede devletle geleneksel olarak çatışma halinde bulunan Türkmen topluluklarının topraklarında konumlandırıldılar. Aşiretler arasında bitmeyen çatışmalar, yepyeni trajedileri getirdi…

Kafkasyalı muhacirlerin önemli bir kısmı da geri dönmek istedi. Bunun için Osmanlı devletine başvurmak ya da gizlice kaçmak gibi pek çok çare aradılar. Bir belgede “Çeçen ve Çerkes taifesinden malum’ul esami kabail yüz elli miktar hane ahalileri Rusya tarafına avdet…” şeklinde geçen ifadelerde de görüldüğü gibi10, toplu olarak çoğu kez geri dönmeye çalıştılar. Ancak bunlar hem Osmanlı devleti hem de Rus Çarlığı tarafından güç kullanılması suretiyle büyük oranda engellenmeye çalışılmıştır. Trajediler devam etmiş, insanlar açlık ve salgın hastalıklardan kırılmıştır.

Ali Bolat’ın çevirdiği, Aydemirov’un “Uzun Geceler”inde anlatılan ve Anadolu’nun dört bir yanındaki Kafkasyalının yabancısı olmadığı bir öykü vardır. Öykü kısa, sarsıcı ve basittir: Her gün açlık yüzünden insanlar ölmekte ve insanları kefenleyecek bez bile bulunamamaktadır. Bu gibi sebeplerle birçok Kafkasyalı ülkesine geri dönmek istemiş, diğer birçoğu da kendilerine verilen ufak toprak parçalarına sıkı sıkıya sarılıp yoğu var etmeye çalışmışlardır. Çünkü seçenekleri yoktur. Kendilerine sunulan kısıtlı imkânlara mecburdurlar. İstanbul gibi büyük şehirlere gidenler, nalıncılık ya da odunculuk gibi işlerle uğraşmaya başlamışlardır. Ancak sıkıntılar burada da yakalarını bırakmaz. Zira normalde yerli halkın 3 Kuruş’a yaptıkları işi, 20 Para’ya ya da 1 Kuruş’a yapmak zorunda kalmakta, emek sömürüsüne maruz bırakılmaktadırlar.11 Binlerce insan da resmi olarak yasaklanmış olmasına karşın, aleni olarak alınıp satılmaktadır. Hatta durum öyle ayyuka çıkmıştır ki, Osmanlı yönetimi meseleye bir çözüm bulamayınca “…şu bey’ u şirânın hâneler derununda bir mestûriyet halinde cereyan etmesi tedbirinin dahi hakîmâne istihsâl ettirilmesi”ni düşünmüş, yani “hiç olmazsa gizlice yapılmasını” sağlamak istemiştir…12

Kafkasyalı atalarımız, annelerimiz, bu zorlu yıllar boyunca hayatta kalmaya, bir yaşam inşa etmeye ve dillerini, geleneklerini koruyup yaşatmaya çalıştılar. Belki ilk gidenler, “elbet döneriz” diyerek çok çivi çakmadılar yaptıkları evlere. Ancak onların çocukları daha çok sahiplendi bu toprakları gözyaşı dökerek. “Vatan kaybetmenin” ne demek olduğunu, hafızalarına mıh gibi çakılı bir biçimde bildiklerinden, en önde atıldılar “İstiklal Mücadelesi”ne vakti gelince. Kimi unuttu nereden geldiğini, kimi unutmamak için ölümüne bir mücadeleye girişti bu yeni memlekette.

Bizler, elleri bir ağacın dal ve yaprakları gibi gökyüzüne uzanmış ve yüzü geleceğe dönük olanlar, eğilmeliyiz toprağın altında yatan aksakallı, kartal burunlu köklerimize. Onurlu ve biz gibi yaşayabilmek için…

 

DİPNOTLAR

  1. Alexandre Grigoriantz, Kafkasya Halkları Tarihi ve Etnografik Bir Sentez, Çev: Doğan Yurdakul, Yeni Binyıl Yayınları, İstanbul, s. 29.
  2. Sedat Özden, “21 Mayıs Sürgünü’nün 135. Yılı”, Çerkeslerin Sürgünü 21 Mayıs 1864, Editör: Muhittin Ünal, Kafkas Derneği Yayınları, 1. Baskı, Ankara, 2001, s. 52 – 77.
  3. Abdullah Saydam, Kırım ve Kafkas Göçleri (1856-1876), TTK Yay., 2. Baskı, Ankara, 2010, s. 76-77.
  4. Osmanlı Belgelerinde Kafkas Göçleri II, Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, İstanbul, 2012, s. 239.
  5. A.g.e., s. 101.
  6. A.g.e., s. 147.
  7. Çerkezler; Kafkaslar: Özgürlük İçin Mücadele, Litera Yayınları, 2011, s. 108.
  8. İbrahim Serbestoğlu, “Kırım Savaşı Sonrasında Samsun’da Göç ve Göçmen Sorunu”, Geçmişten Geleceğe Samsun, Samsun Büyükşehir Belediyesi Yay., Samsun, 2006, s. 85.
  9. Theophil Lapinski, “Çerkeslerin Kafkasya’dan Göçü” (1874), Kafdağı Dergisi, Sayı 43/46, Ankara, (Ağustos 1990 – Ocak 1991), s. 23; TUTUM, Cahit, “1864 Göçü ile İlgili Bazı Belgeler”, Çerkeslerin Sürgünü, 1. Baskı, Kafkas Derneği Yayınları, Ankara, 1991, s. 19.
  10. Ali Bolat, Osmanlı Arşiv Belgelerinde Çeçen Göçü, IQ Kültür Sanat Yayınları, İstanbul, 2015, s. 38.
  11. Ceride-i Havadis, Sayı: 972 (10 Receb 1276/2 Şubat 1860)’den aktaran; Abdullah Saydam, a.g.e., s. 190.
  12. Saydam, a.g.e., s. 196.
Önceki İçerikŞair değilim
Sonraki İçerikOubykh Mektupları Mayıs 2021
Mert Kalkan
Dokuz Eylül Üniversitesi, Tarih Eğitimi Ana Bilim Dalı’nı bitirdikten sonra lisansüstü eğitimine devam etti ve Kafkasya’dan Anadolu’ya göçler üzerine hazırladığı iki sempozyum bildirisi yayınlandı. Ethem ve Milli Mücadele üzerine yaptığı akademik çalışmalarını sürdürüyor. İzmir’de ikamet etmekte ve 2013 yılından beri özel öğretim sektöründe tarih öğretmenliği yapmaktadır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz