Tarihimizle yüzleşmek

0
876

Söylemesi ne havalı öyle değil mi? 

İnsan, doğası gereği gerçekleriyle yüzleşmekte zaman zaman zorluk yaşayabilen bir canlıdır. Bu sebeple, çoğunlukla kendisinin bile inanma eğiliminde olduğu soyut gerçeklikler yaratır, bahanelerin arkasına sığınır ya da söz konusu gerçekliklerden kaçmaya çalışır. Bir yalan söyler ve derhal o yalana inanır. Sonra başkalarını da inandırır. Bizzat inandığınız ve gerçek kabul ettiğiniz bir savı, başkalarına inandırmak çok daha kolaydır. İnsanın gerçeklerle ara sıra yaşadığı sorunlara dair yarattığı bu dahiyane çözümü Leon Festinger, “Bilişsel Uyumsuzluk” (A Theory of Cognitive Dissonance – 1957) adlı kuramında daha detaylı bir biçimde açıklıyor.  

Toplumların tarihleriyle yüzleşmesi de tıpkı bireyin gündelik yaşamındaki gerçekliklerle yüzleşmesi gibi zaman zaman sorunlu olabiliyor. Hepimiz çağımızın değer yargılarını hasbelkader taşıyoruz. Ahlak, merhamet, vicdan, doğruluk gibi evrensel değerlerin yüceliğine inanıyoruz. Öyle ya, yalan söylememeli, hırsızlık yapmamalı, haksızlık ve zulme meyletmemeli. Peki ama hep bu değerlere uygun yaşayabiliyor muyuz? Ya da bu değerlerin yaşatılmasında öncü olan insanlık, her zaman bunları düstur edinerek yaşayabildi mi? Aslında sanıyorum ki yanıtını hepimiz biliyoruz.  

Toplumlar büyük yükseliş ve çöküşler yaşayabilir. Tarih bunların parlak ve trajik öyküleriyle doludur. Bu yükseliş ve çöküşler, kendi zamanlarının ruhunu yansıtır ve kendi figürlerini yaratırlar. Bu tarihsel figürler bazen “kahraman”, bazen “zalim” ya da “mazlum”, bazen de “hain” olarak anılırlar. Bu isimlendirmeleri yapmamız da çoğunlukla tarihi meselelere baktığımız noktayla ilintilidir. Kendimizi bu öykülerde konumlandırdığımız yer, bu figürlere olan yaklaşımımızı doğrudan belirler. Toplumlar da insanlar gibi, yaşadıkları çelişkileri soyut gerçeklikler yaratıp buna inanarak kapatırlar. Kendi tarihsel gerçekliklerinden bu şekilde kaçar, çoğunlukla “ama”nın arkasına sığınırlar. Bu, biz insanlığın bir defosu. Kötüyü kendimize yakıştıramıyoruz. Ortada bir kötülük varsa ve bu sarihse, mutlaka altında başka bir şey arıyoruz. Kahramanlarımıza toz kondurmuyor, zorbalarımızı ise amalar ve fakatlarla süslüyoruz. 

Dedik ya, söylemesi çok havalı: “Tarihimizle yüzleşmek.” Ancak yapması hiç de kolay değil. Bu yüzden insanın bu durumlarda bir öz-sorgulama durumuna girmesi işten bile olmuyor. Karşınızda başkalarından önce dikilmiş olarak kendinizi bulabiliyorsunuz. 

Abrek Zelimkhan bir kahraman mıydı? Yoksa bir eşkıya mı? Herhangi bir Çeçenin buna vereceği yanıtı kestirmek çok da zor olmasa gerek. XX. yüzyılın başına gidip bunu Kafkasya’da kendisiyle bir şekilde karşılaşmış bir insana sorduğumuzda alacağımız yanıt daha farklı olabilir. Çünkü aslında o kişi tek bir şey değildir. Hatta bir insan çoğunlukla, aynı anda birden farklı şeydir. Bugün Zelimkhan dendiğinde, bu satırların yazarı dahil olmak üzere göğsü kabarmayacak bir Çeçen gösterin, kendisine hemen gılnış ısmarlayacağım. 

Gelgelelim tarih dediğimiz hayalet, bilimsel bir disiplin olarak gerçeğe ulaşmaya çalışırken bu türden sübjektif kaygıları bir tarafa bırakır. Göğsü kabaranlarla, onlara karşı yumruğunu sıkanları kenara oturtup, tarihçilik süzgecinden meseleyi ele almak zorundadır. 

Son zamanlarda Türkiye’de gündemden asla düşmeyen ve Çerkes diasporasının her seferinde sesini daha da yükselterek dile getirdiği “Çerkes Ethem” meselesi tam da konumuza uygun düşmüyor mu? Adeta dokunanın yandığı, konuşanın on kez konuştuğunu tarttığı bir kara delikten söz ediyoruz. Çünkü evvela resmi anlatı tarafından aforoz edilmiş bir figür. İkinci olarak Ethem aynı anda birden fazla cenaha ait. Aynı anda birden fazla cenah tarafından sahipleniliyor ya da reddediliyor. Bu sebeple herkes kendine göre meseleyi eğip bükmeye, kafasında kendi Ethem’ini yaratmaya çalışıyor. Festinger’in bilişsel uyumsuzluğu ortaya çıkar çıkmaz da bahanelerle, ‘ama’larla, uydurmalarla Ethem’i kendisine göre şekillendirmek için uğraşıyor. Ethem’i “haklamak” ya da “aklamak” için sıraya girenler, tarihin yol göstericiliğine sığınmanın ötesine geçip, belge ve gerçeklerle uyuşmayan yaratılara sarılıyor.  

Ethem’i kendi perspektifinden ele alan kimi akımları şöyle ele alabiliriz: 

Ethem’i havada, karada, denizde, batakta ve çatakta savunan Çerkesler, Ethem’i haklamak isteyen Kemalistler, Ethem’i aklamak isteyen Kemalistler, Ethem’i aklamak isteyen muhafazakârlar, Ethem’in Türk halkına ihanet ettiğini savunanlar, Ethem’in Çerkes halkına ihanet ettiğini savunan Çerkesler. 

Sözün özü Ethem’in kolundan çekeni çok! Peki Ethem bunlardan hangisinin tarif ettiği Ethem? Aslında yanıtı çok basit: Hepsinin. Aynı zamanda da hiçbirinin. Çünkü bizim temel sorunlarımızdan birisi de siyah ve beyaz arasındaki tonlara alerji duymamızdan ileri geliyor. “Ne mozaiği efendim, mermer!” sözü aklıma geliverdi. Sonuç itibariyle bir insandan söz ettiğimiz ve onun da kırılganlıkları, çelişkileri, hayal kırıklıkları ve hataları olabileceğini anlayamıyoruz. Bu da bizi siyah ve beyazdan birisini tercih etmeye zorluyor. Esasında Ethem’i örnek olarak seçmemin nedeni sadece popüler bir konu olmasından değil. Çerkes Ethem’in Milli Mücadele’deki rolüne ilişkin araştırmam, umuyorum ki yakın zamanda kitap olarak yayımlanmış olacak. Yani dolaştığım ve gece yarısı bağırarak türkü söylediğim bu mahalle benim mahallem. Ondan böyle rahatım. Yoksa malumunuz, yürek falan yemedik ya? Hafazanallah. 

Tarihi gerçekler açığa çıkarılırken döneme ilişkin kaynak incelemesi, yani evvela tahlil sonra da tenkit, zorunludur. Birincil arşiv kaynakları okunur. Bunlar dönemin tanıklarının yazdığı anılarla karşılaştırılır. Birincil kaynaklardan yararlanılarak yapılan akademik eserler okunur. Dönemin basınında gün gün olayların takibi yapılır. Olayla ilgili yabancıların tanıklıkları araştırılır. Mekân keşifleri ve etütleri yapılır. Yani sözün özü, çokça çapraz okumaya ihtiyaç vardır. Ancak bu şekilde gerçeğe ulaşırsınız. Ya da en azından “yaklaşırsınız.” Maalesef “Dedem anlatırdı”yla tarihsel gerçeğe ulaşılmaz. Ancak yatmadan önce torunlarınıza anlatabileceğiniz çok güzel hikâyeler derleyebilirsiniz tabii. Kime ne zararı var? 

Maalesef insanlarımız, atalarına halel getirmek noktasında her zaman muhafazakâr davranmış. Günümüzde de öyle davranmaya devam ediyorlar. Öyle ya, atalarımız hain olamaz. Zalim, yolsuz, hırsız olamaz. Kötüye dair ne varsa, hepsinden münezzehtirler. Hâşâ! Onlar ancak iyiye, güzele, harikaya, muhteşeme layıktırlar. Hayır, varsa bir terslik, elbet makul bir açıklaması vardır. Öyle değil mi? 

Bizi biz yapan her şeye sahip çıkalım elbette. Ancak önce anlayalım. Fanatik bir tutkuyla tarihi figürleri ilahlaştırmayalım. Hataları ve doğrularıyla kabul edelim. Yoksa seveceksek yine severiz, kime neymiş kardeşim! 

Önceki İçerikGeleneksel Abaza dansı: Apsua Koşara
Sonraki İçerikEylül Yangısı
Mert Kalkan
Dokuz Eylül Üniversitesi, Tarih Eğitimi Ana Bilim Dalı’nı bitirdikten sonra lisansüstü eğitimine devam etti ve Kafkasya’dan Anadolu’ya göçler üzerine hazırladığı iki sempozyum bildirisi yayınlandı. Ethem ve Milli Mücadele üzerine yaptığı akademik çalışmalarını sürdürüyor. İzmir’de ikamet etmekte ve 2013 yılından beri özel öğretim sektöründe tarih öğretmenliği yapmaktadır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz