İki Türkiye

0
976

Aslında birden çok Türkiye var; seküler, dindar, doğu, batı, Ege, Karadeniz, zengin, fakir, Türk, Kürt, AKP’li, AKP’li olmayan ve birbirinden habersiz, çok ortak noktası olan ama ortak hayalleri zayıflamış bilumum Türkiye… ama ben özellikle iki Türkiye’nin altını çizeceğim. 

  

Savaşın Türkiye’si 

Bunlardan birincisi asık suratlı, sürekli savaş diliyle konuşan, teyakkuz halinde olan bir Türkiye… Bu Türkiye’dekiler bitmez tükenmez bir seferberlik ya da soğuk savaş mantığıyla Türkiye üzerine oynanan oyunlardan, ihanetlerden, büyük komplolardan, stratejilerden bahsedip duruyorlar. Bütün zayıflıklarını, aktör olamama hallerini, güvensizliklerini, saklamak istedikleri çıkarlarını reislerinde (ya da reis benzeri kutsallaşmış anlamlı işaretlerde) inşa ettikleri muhteşem bir sembolik yoğunlaşmayla aşıyorlar.  

Bu “komploların kıskacındaki Türkiye” imajıyla varlıklarını anlamlı kılan birinci Türkiyeliler aslında çok yaratıcılar. Bir yandan ortalıkta hâkim olan yolsuzluk ve hırsızlıklar, taciz ve tecavüzler karşısında dini görünümlü referansları Tolkien’in Elflerini görünmez kılan pelerinler gibi kullanıyorlar. Vaziyete göre, “dini” referanslar yerine “doları falan silah olarak kullanan” (ve yeni keşfettikleri jargon uyarınca) “emperyalistler”e, “dış güçler”e işaret ediyorlar. Her uluslararası ilişkiyi, sonrasında kitabına uygun olarak vazgeçseler de, en azından bir aşamasında, bir tür mevzi savaşı gibi görüp, kısa günün kârlarını elde etmeye çalışıyorlar. Kapitalizmle hemhal olmakta hiçbir beis görmeyen, ama demokrasi ve insan hakları konusunda “kahrolasıca yabancılara, AİHM’ye falan taviz vermeme” kurnazlığına girişiyorlar. 

Sırf retorik ve hamasetten (2. kurtuluş savaşı, ekonomik kurtuluş savaşı, 

15 Temmuz, FETÖ, PKK, Bay Kemal, Soros, teröristler vs.) oluşan bir dille, memleketteki sosyal, sınıfsal ve kültürel sorunlar hakkında dişe dokunur hiçbir şey söylemeden, dünyanın en mühim meselelerinden (“ölüm-kalım”, “beka”, “ben yoksam memleket yok” vs.) bahsediyormuş gibi konuşuyorlar.  

Sigara ve alkolün buzlanıp sansürlendiği ama kan fışkırtmanın serbest olduğu televizyonu en ucuzundan Goebels’in propaganda makinesi gibi kullanıyorlar. Dünya kadar paralar harcanan Amerikanvari yerli-milli dizilerle memlekete ayar veriyorlar. Farazi bir tarihte yarattıkları Amerikanvari yerli-milli kahramanlara bugünün olaylarını ve meselelerini çözdürüyorlar. Zaman makinesiyle bugünden eski zamanlara gönderilen o “kahramanlar”a afili ve ağır abi sözleri söyleterek, birinci Türkiye’nin hayali kurgusunu yeniden üretiyorlar.  

Bu Türkiye’deki ağırlık merkeziyle uyumlu başka ucuz “ulusal, milliyetçi ve seküler” kahramanlar da “en kahraman Rıdvan” kıvamında göçmenlere-mültecilere karşı savaş açıyorlar. Çünkü onlar da, bu mülteciler yüzünden, vatanın elden gitmekte olduğu retoriğini kullanmaktan çok hoşlanıyorlar; günah keçilerine karşı kabararak üretilen ve kimse tarafından cezalandırılmayacağını bildikleri bu kahramanlık dilinin prim yapacağından çok eminler. Ermeniler, Araplar, Kürtlerden başka herkesin sonradan göç ettiği topraklarda Suriyelilere karşı ırkçılık yapan, kendi geçmişini bilmeyi lüks olarak kabul eden ya da işlerine gelmediği için unutmuş olan bu vatan kurtaran ırkçılar da sahip oldukları savaş diliyle birinci Türkiye’nin mütemmim cüzü olarak arz-ı endam ediyorlar. 

Mizahın Türkiye’si 

Ama bu birinci Türkiye’nin dışında bir başka Türkiye daha var… Mizahın Türkiye’si… 

Bu Türkiye’nin yaratıcısı da aslında yukarıda sözünü ettiğim birinci Türkiye… Çünkü birinci Türkiye’nin borazanları otoriter-totaliter-hamaset-komplo zincirleme ideoloji tamlamasında o kadar çok abarttılar ki, ciddi ciddi, argümanlar eşliğinde tartışmak neredeyse imkânsız hale geldi. 

Bu ciddi tartışmanın imkânsızlığı da özellikle AKP ve onun alta ya da yukarı doğru türevleri hakkında eşsiz bir mizah patlamasına sebep oldu. Kuşkusuz bu yeni bir durum değil; 1980 öncesi ve sonrası dönemlerde, özellikle 12 Eylül darbesi döneminde şiddet dolu siyaset ve devlet pratikleri karşısında mizah, insanların varoluşuna nispeten nefes alma imkânı yaratan bir alternatif olmuştu. Türkiye’de mizahın en önemli kurumlarından biri olan Gırgır dergisinin satış rakamları 1981-1983 döneminde 500 binlere ulaşmıştı.  

Gırgır gibi karikatüre dayanan mizahın yanı sıra Türkiye, Aziz Nesin gibi büyük bir mizah ustasını ve onun hikâyelerini de tanıdı. Mizah, Aziz Nesin’in klasik olan hikâyeleri sayesinde, devlet ve siyaset dairelerinin komiklik derecesindeki abeslikleriyle mesafe alıp, umutla yaşamayı başardı. 

Kaldı ki, mizahın alternatif bir ses olması, sadece Türkiye’ye özgü bir şey olmadı. Her ülkede mizah toplumsal hayatta önemli bir yer tutmasına rağmen, özellikle totaliter ülkelerde mizah, en önemli nefes alma kanallarından biri oldu.  

Mesela 1980 sonrasında Polonya’da Sovyet desteğindeki General Jaruzelski, Solidarnosc (Dayanışma) sendikasının başlattığı toplumsal hareketin yükselişine karşı darbe yaptığında ülkede mizah patlaması yaşanmıştı. Polonyalılar, her akşam, devletin tek kanal televizyonundaki haber saatinde, televizyonlarının ekranlarını sokağa çeviriyorlar, yani devleti camdan dışarı sepetliyorlar, kendileri içeride sıradan hayatlarını yaşıyorlardı. İnsanlar transistörlü radyolarından söktükleri bir elektrik aksamı olan “direnç”leri yakalarına rozet olarak takıyorlar ve sokaklarda “direnişi” ve dayanışmayı yaşatıyorlardı.  

Sovyetler Birliği totalitarizminin de eski kuşaklar arasında bir mizah cenneti olduğunu bilmeyen yoktur. Kontrol altında olsa da “efsanevi” mizah dergisi Krokodil, Sovyet totalitarizminin ürünüydü ve bu dergi insanların açıkça konuşamadığı mevzuların mizah vasıtasıyla anlatıldığı bir tür rahatlama mecrasıydı. Komünist Parti’nin, KGB’nin yapıp ettikleriyle, Sibirya’ya sürülen insanlarıyla nefes alınamayan bir toplumda kulaktan kulağa yayılan fıkralar da benzer bir toplumsal üretimdi. Ekşi Sözlük’ten bir tane şuraya koyalım mesela: Sovyetler Birliği döneminde bir muhalif elindeki bir tomar kâğıdı Kızıl Meydan’da dağıtmaya başlamış. Biraz sonra KGB ajanları gelip adamı yakalamışlar, ama bakmışlar ki dağıtılan kâğıtlar boş. Gene de adamı götürüp mahkemeye çıkarmışlar. Boş kâğıtları dağıtan adama, ilk celsede, “Rejime muhalefet, Parti’yi eleştirmek vs.” bir sürü suçtan uzunca bir hapis cezası verilince, adam itiraz edecek olmuş: “İyi ama kâğıtlarda hiçbir şey yazmıyordu ki…” Hâkim cevap vermiş: “Bu ülkede yaşayan herkes neler yazması gerektiğini biliyor.” 

Şimdi Türkiye’de AKP dönemine ilişkin, özellikle Gezi’yle birlikte tam bir mizah patlaması var. 

Rasgele bir tarama ve hatırlama eşliğinde bakalım… Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın, “günaydın” sözüyle yapılan selamlaşmayı cahiliye dönemi adeti olarak yorumladığı sözlerine karşı, sosyal medyada başlayan “günaydın” mesajlaşmaları; Cumhurbaşkanı’nın sel felaketi yaşanan Rize’de çay dağıtması; termik santralların filtresiz çalışmasına olanak sağlayan yasayı Meclis’te onaylayan AKP’li vekillerin, gene AKP’li Cumhurbaşkanı’nın veto kararını sevinçle karşılaması; aynı kişinin Rize’deki açılışta kurdeleyi erken kesen küçük çocuğun kafasına mikrofonla vurması; damat Berat Albayrak’ın bir anda ortadan kaybolması; karmaşık meselelerin anlatılması gerektiğinde “Bilal’e anlatır gibi anlatmak” deyiminin, “gemiciklerin” ya da bir bakanın “Bakara makara” paylaşımlarının gündelik dile yerleşmesi; “Cübbeli” lakaplı hocanın bir şarkıcının şarkı sözlerinde kullandığı “manyakça” laflardan bahsettiği vaazdan üretilen müzikal klipler; kokain koklayan adamın pudra şekeri içtim diyerek kendisini savunması; “itibardan taviz verilmez” ya da fakirlere bol bol önerilen tasarruf tedbirleri, Venezuela’ya götürülen maskeler gibi daha nice örnek artık siyasete ilişkin muhabbetlerin orta yerine yerleşiyor.  

Totaliter uygulamalara, siyaset yasaklarına, gazeteci tutuklamalarına, haber alma ve ifade özgürlüğündeki kısıtlamalara karşı dolaylı yoldan cevap vermek, absürt bir dünyaya absürtlük üzerinden cevap vermek, acıklı durumları kara mizahla anlatmak, akıl sağlığını korumak için adeta bir savunma mekanizması olarak mizah yapmak… Mizah ikinci Türkiye’nin en önemli direniş araçlarından biri olma niteliğini taşıyor. Bu mizah hem absürt ve soğuk savaş artığı savaş dilini boşluğa düşürüyor hem de hayatı yaşanabilir kılıyor, umudu canlı tutuyor.  

Mizah, Oğuz Aral’ın Gırgır dergisi için hazırlananlardan yıllar sonra, başka bir konjonktürde tam bir araştırma ve tez konusu niteliği taşıyor. 

  

Not: Bu arada Şili’de Pinochetci adaya karşı, solun ortak adayı 35 yaşındaki Gabriel Boric seçimleri kazanıp cumhurbaşkanı oldu! 35 yaşında… Rüya gibi! 

Önceki İçerikTBB’de Feyzioğlu dönemi bitti
Sonraki İçerikUnutarak kaçan bir insanın, geçmişine sürüklenmesinin hikâyesi
Ferhat Kentel
Son olarak, kapatılan İstanbul Şehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi olan Ferhat Kentel 1981’de ODTÜ’de işletmecilik lisans eğitimini tamamladıktan sonra 1983’te Ankara Üniversitesi SBF’den yüksek lisans ve 1989’da Paris, Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’den sosyoloji doktora derecesi aldı. 1990-1999 arasında Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi Bölümü’nde, 2001-2010 arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Fransa’da Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’de ve Université de Paris I’de çeşitli dönemlerde misafir öğretim üyesi ve araştırmacı olarak bulundu. Türkiye’de ve yurtdışında çeşitli kitap ve dergilerde modernite, gündelik hayat, yeni sosyal hareketler, din, İslâmi hareketler, aydınlar, etnik cemaatler üzerine makaleleri yayımlandı. Yayınlanmış araştırma ve kitapları şunlardır: Ermenistan ve Türkiye Vatandaşları. Karşılıklı Algılama ve Diyalog Projesi (Gevorg Poghosyan ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2005; Euro-Türkler: Türkiye ile Avrupa Birliği Arasında Köprü mü Engel mi? (Ayhan Kaya ile birlikte) İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2005; Milletin bölünmez bütünlüğü: Demokratikleşme sürecinde parçalayan milliyetçilik(ler) (Meltem Ahıska ve Fırat Genç ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2007; Belgian-Turks: A Bridge, or a Breach, between Turkey and the European Union? (Ayhan Kaya ile birlikte), King Baudoin Foundation, Brüksel, 2007; Ehlileşmemek, düzleşmemek, direnmek, (Söyleşi: Esra Elmas), Hayykitap, İstanbul, 2008, Türkiye’de Ermeniler. Cemaat-Birey-Yurttaş (Füsun Üstel, Günay Göksu Özdoğan, Karin Karakaşlı ile birlikte), İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2009; Yeni Bir Dil - Yeni bir Toplum, (Söyleşi: M.Talha Çiçek, Gülçin Tunalı Koç), Bilsam yay., Malatya, 2012; “Kır Mekânının Sosyo-Ekonomik ve Kültürel Dönüşümü: Modernleşen ve Kaybolan Geleneksel Mekânlar ve Anlamlar” (Murat Öztürk ile birlikte), TÜBİTAK araştırması, 2017.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz