‘Bu çığlık benim yaşam biçimim oldu’

0
1720

‘Bir gün size hain çocuğu olmadığımı kanıtlayacağım’

Bu ayki söyleşimizi Güner Kuban’la yaptık. Reşit Bey’in kızı. Ethem Bey’in yeğeni. Kendisini Bodrum’daki evinde ziyaret etmek çok güzel bir deneyimdi.

Sıradışı bir yaşanmışlık ve sıradışı bir akıl karşıladı bizi. Aile tarihinin, haksızlıkların peşine düşmüş, adalet arayışında bir hanımefendi tarafından ağırlandık. Çerkes kimliğinin geleceği için kaygı duyan gencecik kalbini ve evini bize açtığı için teşekkür ederiz.


-Öncelikle; röportaj talebimizi kabul ettiğiniz için mutlu olduk. Daha önce de çeşitli mecralarda röportaj vermişsiniz. Tarihsel olaylarla ilgili bir romanınız da var, dolayısıyla belki bazı konularda tekrara düşeceğiz. Zaten daha önce çeşitli yerlerde söylediğiniz şeyleri soruyor olacağız ama bir Çerkes gazetesi olarak Jineps tarafından kayda alınmasında da yarar olduğunu düşünüyoruz. Jineps gazetesi birçok STK’nın, üniversitenin kütüphanesinde var. Öğrenciler tez hazırlarken yararlanıyorlar. Biraz arşiv niteliği de taşıyor. Araştırdık aslında nerede neler söylediğinizi. Yakalamaya çalıştık tekrara düşmeyelim diye ama yukarıdaki nedenlerle bilerek de sorduklarımız var içlerinde.

-Çok güzel, teşekkür ederim, memnun oldum.

 

-O zaman ilk soruyla başlayalım isterseniz. Sürgünde doğup uzun yıllar yurtdışında yaşamışsınız. Yunanistan, Almanya, Hollanda, Amerika… Buralardaki izlenimleriniz nasıl oldu? Sizde nasıl bir iz bıraktı?

-Evet, dediğiniz gibi ben bir sürgün çocuğuyum. Ailemin yaşamak zorunda bırakıldığı haksız sürgünde Atina’da doğdum. Küçük bir bebekken bırakıldığım Saint Joseph’te babam, annem, memleketim bile yoktu. Okulun bahçesindeki tahta sırada oturup bahçenin demir kapısına bakarak annemi beklerken, yerde bulduğum tahta parçalarıyla olmayan evimi yapmaya çalışırdım. Türkiye’ye nihayet gelebildiğimiz zaman önce İstanbul’a, sonra Bandırma’ya gittik. Orada “Hain çocuğu” çığlıklarıyla o kadar kovalanırdım ki, evimizin tahta kapısını kapatabilip sürgüsünü çekerken bir yandan yumruklayıp, “Bir gün size ‘hain çocuğu’ olmadığımı kanıtlayacağım” diye bağırırdım. Bu çığlık benim yaşam biçimim oldu.

Farklı ülkelerde yaşamış olmanın bendeki etkilerini merak ediyorsunuz sanırım. Benim bir yere uyum sağlamam gerekmiyordu. Ben Güner Kuban kaldım. Bulunduğum yerdekileri bana uydurdum. Her gittiğim ülkede kendi kişiliğimle var oldum.

 

-Uzun süredir Bodrum’dasınız, kendinizi bütün bu ülkelerden en çok hangisine ait hissediyorsunuz ya da bir yere ait hissediyor musunuz?

-Hiçbirine çok da ait hissetmedim. Şu an Bodrum’da yaşıyorum. Ege Denizi bana çok ilham verdi ama Kafkasya’ya gitmedim daha, gitmeliyim ölmeden önce. Orada çok farklı hissedebileceğimi düşünüyorum. Kafkasya’ya gidersem, atalarımın ruhunun beni bambaşka bir duyguyla oraya bağlayabileceğine inanıyorum.


“Kafkasya’ya gidersem, atalarımın ruhunun beni bambaşka bir duyguyla oraya bağlayabileceğine inanıyorum”


-Ethem Bey’le ilgili olarak bir iadei itibar talebiniz oldu, değil mi?

-Evet, doğru. TBMM’ye gönderilen dilekçeye verilen cevap önemli bir belgedir. TBMM arşivlerinin Milli Savunma Bakanlığı dosyaları dahil didik didik arandığı, buna rağmen Ethem Bey’in itibarını zedeleyecek, onun ihanet ettiğine dair hiçbir cümleye rastlanmadığı tespit edildi. Bu belgeyi çıkarabilen Meclis’in ailemin şahsında bütün Çerkeslere vurulan ihanet damgasını kaldırmak için girişimde bulunması gerekiyor. Bu yüzden Cumhurbaşkanlığı’na da bir mektup yazdım. Bu mektupta kendilerinin hiç suçu olmadığı halde, Adnan Menderes’e yapılan haksızlık için ailesinden özür dilendiğini, maddi ve manevi tazminatlar verildiğini hatırlattım. “TBMM’nin kurulmasında en önemli çabayı gösteren Ethem Bey’in neden hâlâ itibarı iade edilmiyor” diye sordum. İlgilenileceği söylendiği halde yanıtsız kaldı. Bu konuda kişisel çabalarım yetersiz kaldığından, Çerkes kurumları tarafından desteklenmesinin çok gerekli olduğuna inanıyorum.

Kişisel olarak ben ve ailem bu haksızlıktan dolayı çok büyük bedeller ödedik. Dedem Ali Bey yaşadığı ikinci sürgünde Atina’da oğullarından uzak, hasret ve gözyaşlarıyla dolu olarak son nefesini verdi. Annem, abim ve ablalarım sayısız sürgünler yaşadılar ve zorbalığa maruz bırakıldılar. Ben defalarca isim değiştirmek zorunda kaldım. Yunanistan’da ismim Maria Josefin’di. İstanbul’a gittiğimizde Sabiha. Sonra Güner. Kuban soyadını da ben aldım. Kuban Nehri’ni her zaman gözümün önünde canlandırdığım için büyüyünce mahkemeye giderek soyadımı Kuban olarak değiştirdim.

 

-Bir de Mezago adınız var, babanızın verdiği…

-Evet, Mezago, ay ışığı anlamına geliyor. Babam geldiği zaman ben 16 yaşındaydım, ilk defa babamı gördüm, elimi tuttu, bir daha da hiç bırakmadı. “Hepinizi toplayıp Kafkasya’ya götüreceğim” diyordu. Düşünebiliyor musunuz? 16 yıl baba hasretiyle yaşadım. Yıllar sonra görüştüğümüzde babam işte bu ismi bana yakıştırdı. Bana bir gün “En akıllı çocuğumsun, sana ne yapman gerektiğini söylemeyeceğim, yalnız senden bir şey isteyeceğim. İstediğimi yapmaya söz veriyor musun?” dedi. “Veriyorum” diye cevapladım. O zaman şunu söyledi: “Türkiye’de politikaya karışmayacaksın kızım. Çünkü Türkiye’de kolayca arkadan tepilebilirsin. Sen bilimle, sanatla ilgilen.”

Halbuki ben talebe olduğum halde Sabiha Şay ismiyle, Barış dergisinin mesul müdürüydüm. Benden başka buna cesaret eden olmamıştı. Bütün arkadaşlarım gibi komünizme inanıyordum. Behice Boranlar Türkiye’den ayrılmak durumunda kalmışlar, Paris’teler. O günkü sosyalist düşüncelerden geriye bende ne kaldığını sorarsan aslında çok fazla değişiklik yok. Bugün de dünyadaki her insanın küçücük bir odası olacağını garanti etseler bu evi bırakıp orada otururum ve daha rahat uyurum. Halen dünyanın adaletsizliği, Afrika’da her yıl 1,5 milyon çocuğun gözlerini açlığa açtığı aklımdan çıkmaz. Paraya hiç değer vermedim hayatımda, kâğıt parçasıdır. Para hırsına kapılan insanlarla dostluk kurmadım. Nihayetinde Alman Lisesi’ni bitirince Stuttgart şehrine mimarlık öğrenimi almaya gittim.


“Ethem Bey’in kazandığı zaferlerin üzerinde oturmak için onu ekarte etmeleri gerekiyordu”


-Mezago isminin sizdeki karşılığını merak ediyorum, isimlerinizden hangisini en çok seviyorsunuz? Ve Çerkes olmak size ne anlam ifade ediyor?

-Mezago bana en güzel gelen ismim. Çerkesliğimi gayet tabii çok iyi biliyorum ve onur duyuyorum. 300 yıl Ruslara direndikten sonra sürgünle geldikleri Anadolu’yu yani ikinci vatanlarını emperyalistlere karşı koruyan bir milletin ardılı olmaktan iftihar etmemek mümkün mü? İstanbul’da karma eğitim veren Çerkes okulunu açtığımızı, İstanbul’daki ilk kadın mitinginin düzenleyicileri içinde yer alan feminist Çerkes kadınlarını düşündüğümde milletimizin ne kadar devrimci ve kahraman bir karakteri olduğunu hep hissederim.

Yakın zamanda Oğuz Berk’in yönettiği bir ödül töreninde bana “Yaşam Boyu Onur Ödülü” verildi, ödülü alırken tek bir cümle kurdum. “Birleşerek güçlenin, sesinizi yükseltin” dedim.

Niye Çerkeslerin birleşemediklerini bir türlü çözemiyorum. Birleşip seslerini yükseltecekler. Asaletin ve nezaketin timsalleri olmak yetiyor mu? Yetmiyor. Gücün ve cesaretin de timsali olmaları lazım.

 

-Şimdi 2016’da yayımlanan “Bir Vatan Aşkına: Çerkes Ethem ve Ailesinin Gerçek Öyküsü” adlı kitabınıza dönersek… Tarihsel gerçeklere mi dayanıyor?

-Kitap sansürlü. Malum, hakkında konuşulması yasak olan insanlarla ilgili olan her şey çıkarıldı. “Yoksa basmayız” dediler. Ben de basılmasını istiyordum. Çıkarılmasını kabul etmek zorunda kaldım.

 

-Anlatmadıklarınız neler? Kitabın sansürlü olduğunu anlayabiliyoruz…

-Orada anlatamadıklarımı burada da anlatamam ki. Amcamın hikâyesini yazacaktım, başına gelenleri, ama sadece savaşı yazsaydım üçüncü baskıya ulaşamazdı, bu nedenle annemle babamın gerçek aşkının içerisine oturttum hikâyeyi. Çerkesler dışındakilerin verdiğim duyguları, mesajları almayacaklarını düşünmüştüm ama kitap okumayı seven birçok insanın okumuş olmasına, üçüncü baskısını yapmasına çok sevindim.

 

Çerkes Ethem

-Ethem Bey’in Anadolu’dan ayrıldıktan sonra Yunanistan’da durmadan geçtiğini biliyoruz. Hatta bir grup arkadaşımızla İsrail’e gittiğimizde onun Kfar Kama’da kaldığı evi gördük. Küçük bir de müze var. Şunu merak ediyoruz; Ürdün’e gittiğinde Reşit Bey de oradaymış, Tevfik Bey de… Onlarla görüştüğünü biliyoruz. Onların dışında aile fertleriyle bir temas oldu mu, hep orada mı kaldı sizdeki bilgiye göre? Gönderdiği bir belge ya da fotoğraf var mı? Kendi yazdığı söylenen bir hatırat var ortada, biliyorsunuz, doğru mudur o?

-Babamın en büyük oğlu Aslan onlarla gitmişti, bu nedenle sonraki yıllarda torunlarıyla yaşıyordu orada.

Babam Amman’da Kral Abdullah’ın misafiri olarak yaşadı. Ethem Bey ise sarayda misafir olmayı gururuna yediremediği için orada küçük bir evde, son derece mütevazı koşullarda hayatını sürdürdü. Başına gelenlerin şaşkınlığı içinde, tek başına “Gri” adındaki köpeğiyle yaşamayı tercih etti.

Mustafa Kemal’in 150’likler affından sonra yaptığı davete Ethem Bey’in cevabı kesindi. “Ancak tarafsız bir mahkeme tarafından yargılanacaksam gelirim” dedi.

Tevfik Amcam 150’likler affından sonra Türkiye’ye döndü. O zaman ben Ankara’da oturuyordum, ilkokuldaydım. “Amcan geldi” dediler, çok heyecanlandım. O sırada cam kırıldı, bir taş düştü yere. Koştum aldım. Taşın altında bir kâğıt vardı. “İhanet ettiğiniz vatana nasıl döndünüz?” yazıyordu.


“En büyük problemimiz asimilasyon


-Romanda da var bu olay, kurgu olarak mı koydunuz, gerçekten oldu mu diye soracaktık.

-Tabii tabii, ben oradaydım, gözümün önünde yere düştü taş. Amcam döndükten sonra çok zorluk çekti. Maddi zorluk hep vardı, devlet mallarımıza el koymuştu. Bütün 150’liklerinkine de… Ablalarım ve ağabeyimin devlet dairelerinde çalışmasına izin verilmiyordu. Hatta bizim evi gözleyen, izleyen, evimizde kalan casuslar vardı.

Ethem’in hatıratına gelince; annem bana ölmeden evvel eski harflerle yazılmış kâğıtlar verdi. “Ethem Bey’in hatıratı mı?” dedim. “Hayır, içeriğini bilmiyorum ama onun olmadığını biliyorum” dedi. Ben Berlin’de yaşayan ablamın kızına verdim ve bu evrakı teslim ederken “Benim zamanım yok, bunları tercüme ettirin ve ben okumadan sakın bastırmayın” dedim. Tercüme ettirmiş, oğlu kapmış elinden ve yayımlamış. Ben yayınevine telefon ettim, “Bu Ethem’in hatıratı değil ve bunu toplatacağım” dedim. “Çok okunmuyor, eğer toplatmaya kalkarsanız reklamını yaparsınız, bırakın böyle” diye cevap verdiler. Ben de bıraktım.

 

-Daha evvel de bir kitap çıkmıştı. Ethem Bey’in hatıratı olduğu iddia ediliyor, o neydi?

-O da değildi, uydurma. Yani zaten anlaşılıyordu.

 

-Neden böyle bir kitap çıktı, resmi tarihi pekiştirmek için mi?

Reşit Bey

-Ethem Bey hakkında o kadar çok kitaplar ve anlatılar var ki, sayısız… İşin gerçeği, amcam bir savaşçıydı, yüzyılın en büyük gerilla savaşçılarından biriydi. Siyasetle pek alakası yoktu. Kendini ifade edebildiğini düşünmüyorum ve buna da kızıyorum. Çünkü o boşluğu başka sesler doldurdu, her kafadan bir ses çıktı. Amcam tarihin en anlaşılamamış karakterlerinden biri haline geldi.

Babam Atina’da dahi cumhuriyeti savunmuştur. Muhtemelen şöyle düşünüyordu: “Cumhuriyet bizim sayemizde kuruldu, onun aleyhine hiçbir şey yapmayız.” Maddi açıdan çok zorda oldukları zamanlardı. Venizelos’un sarayından çıkıp bir muhacir evinde oturuyorlar. Orada da en zor zamanlarında İngilizler getirip torbayla altınlar bırakıyorlar. Babam bunları iade ediyor, diyor ki: “Cumhuriyet’i biz kurduk, aleyhine bir şey yapamayız.” Onlara teklif edilen, Rusya’yla Türkiye arasında yani Doğu Karadeniz kıyısında bir Çerkes devleti kurmak ve Çerkes Ethem kardeşlerin yönetiminde bırakmak. Ben olsam düşünürdüm belki de.

 

-Buna ilişkin belge var mı? Aileniz mi anlattı size?

-Evet bu gerçekleri annemden ve babamdan dinledim. Babam “İngilizlerin komutasında olacaktık, onun için yapmadık” dedi. Ben sorgulayacak yaşta değildim. Parayı her zaman İngilizlerle Museviler yönetiyor biliyorsunuz.

Siz olsaydınız kurar mıydınız o devleti?

 

-Devlet kurulması genel olarak riskli bir süreç, arkandakine mahkûm olabiliyorsun.

-Ben mahkûm olma durumunun içerisinden kurulduktan sonra sıyrılabilirdim.

Babam ve amcam çok sadıktılar kurdukları Cumhuriyet’e. Zaten biliyorsunuz Çerkeslerin dağıldıkları 10’dan fazla ülkede en bilindik özellikleridir sadakat. Ama ben sadakat suiistimal edildiğinde tepki verilmesi gerektiğini düşünürüm.

Halen demokrasiden bahsediyorlar. Hiç demokrasi gelmedi ki Türkiye’ye!

Devrim halktan gelir.

 

-Kitapta Mustafa Kemal’i tabir yerindeyse; epeyce kayırmışsınız, dokunmamışsınız ona. Eleştirileriniz daha çok İsmet İnönü’ye gibi…

-Evet, bir kısmı hukuki ancak şöyle bir durum da var: “Adınız İstiklal Savaşı’na altın harflerle yazılacaktır.” Bu telgrafı Mustafa Kemal, Ethem Bey’e göndermiştir. Ankara’ya geldiği zaman Ethem Bey Büyük Millet Meclisi’ne davet edilmiş ve bütün milletvekilleri ayağa kalkarak “Cud-i vatan (vatan kurtaran)” diye bağırarak karşılamışlardır. Nasıl oluyor da birkaç ay sonra Ethem Bey birdenbire Çerkes Ethem oluyor ve vatan haini ilan edilerek o ve kardeşleri idama mahkûm ediliyorlar? Bunları yapanın tek başına İsmet İnönü olamayacağını bu söyleşiyi okuyan herkes anlayabilir. Mustafa Kemal’in sabaha karşı çektiği telgrafta “Teftiş amaçlı giden heyet ya aldatılmış ya da kandırılmıştır, bu durumda hiç beklemeden müdahale etmemiz gerekiyor, şimdi, sabaha karşı Ethem’in kumandasındaki Kuvayı Seyyare’ye hücum edilmesini emrediyorum” dediğini biliyoruz. Ben bu olayın Ethem’in ve ailemin şahsında Çerkeslere yapılmasının nedenini şöyle özetliyorum; Ethem Bey’in kazandığı zaferlerin üzerinde oturmak için onu ekarte etmeleri gerekiyordu.

İnönü’nün de hiç tereddüt etmediğini tahmin edersiniz. Babam, İsmet’in Ethem’e olan kininin başladığı olayı şöyle anlatırdı: Mustafa Kemal’le TBMM’nin merdivenlerinden inerlerken (onlar okuldan sınıf arkadaşları) “Reşit senin kardeşin Yunanların karşısında çok büyük kahramanlıklar yapıyor” demiş Mustafa Kemal. “Ha, öyledir…” demiş babam da. İnönü arkadan yetişmiş, kimi methettiklerini sormuş. Mustafa Kemal “Reşit’in kardeşi Ethem” demiş. İnönü de “Ben biliyorum onu, işittim. Ama biraz asiymiş” demiş. İnönü rahatsız edici bulmuş Ethem’den övgüyle bahsedilmesini.

Mustafa Kemal “Saçmalama” demiş. Sonra da “İsmet sana bir tavsiyem var, sakın Ethem’in yanında fotoğraf çektirme” demiş. Babam diyor ki: “O zaman adamın gözündeki kini görecektiniz.”

 

-Berzeglerden neden özür dilediniz?

-Amcamın Düzce’de sevilmediğini ve bazı insanlara haksızlıklar yaptığını biliyorum. Hatta bazı ailelerde bu üzüntü hâlâ devam ediyor. Düzce olayını resmi tarihten bambaşka anlattığım için oraya gidip kitabımı dağıtmayı istemiştim. Ne olacaksa olsun diye düşünmüştüm.

Berzeg ailesine bir mektup yazarak özür diledim. Çünkü Ethem Bey’in orada insanları astığını biliyorum ama şunu da biliyorum; evvela Meclis’ten emir geldi “Şunları as” diye. Emri yerine getirmek zorunda kalıp acıyla kıvranırken bir telgraf daha geldi “Biz onlarla anlaştık, asma” diye. Tam olarak; Çerkesleri birbirine düşürmek için kurulmuş bir tuzak. Zaten ben Düzce isyanının da öyle olduğunu düşünüyorum. O zaman kumandanların çoğunluğu Çerkesler, kuvvetli adamlar, isteseler bir dakikada harekete geçerler. Onları birbirlerine düşürmek istediler.

O konunun aslını bildiğim için benim içimde böyle yara gibi duruyordu. Dedim ki ben direkt o aileden özür dileyeyim. Böylece aramızdaki köprünün demirleri açılsın ve mektubu yazdım. Ses getirdi mi?

-Evet duyduk. Peki, görüşebildiniz mi aileyle?

-Görüştüm. Mektup yazdım. Sonra şahsen konuştum birkaç kere. O da bana teşekkür için CD göndermiş içinde Çerkes dansları olan. Aslında gitmek istiyorum ama sağlığım seyahat için çok uygun değil.

Gerçekleri ortaya çıkarmamız gerek.

Asimilasyonla ilgili çalışmamız gerek. Çünkü en büyük problemimiz asimilasyon. Mesela gençlerden ümitliyim. Onlarla konuştuğum zaman “Kültürünüzün özelliklerini korumak istiyor musunuz?” diyorum, “Evet” diyorlar. Şöyle devam ediyorum: “Sizin büyükbabalarınız kahramandı. Babalarınız o kadar değildi. Sessiz kalmayı tercih ettiler ama sizden ümitliyim.”

 

-Yeşil Ordu’yu sormak istiyoruz size. Romanda geçmeyen, bize söylemek istediğiniz bir şey var mı? Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

-Daha önce de söyledim; Ruslar altınlar göndererek Meclis’in kurulmasını sağlamışlarsa dürüst bir insan olarak Ethem Bey de onlara karşı bir borç hissetmiş olabilir. Yeşil Ordu’ya olumlu baktı evet, ama amcam politikacı değil. Bana göre; Çerkeslik için değil ama Anadolu için savaşmış. Başka bir amacı yok. Haksızlık edilmemeli.


“Şimdi Meclis’te Çerkes milletvekilleri var ama Çerkes kimlikleri ile orada değiller”


-Bir Anadolu kahramanı gibi görüyorsunuz Ethem’i ama biraz daha açıklayabilir misiniz lütfen. Kuvayı Seyyare’yi, o günkü tutumunu siyasi olarak nasıl değerlendirirsiniz?

-Büyükbabamın beş oğlu vardı, ikisi savaşta ölüyor. Babam sonradan Meclis’e girdi. Tevfik Bey askeriyede kaldı, Ethem de küçükten beri kaçıp gitmek, asker olmak istiyor. Büyükbaba mâni oluyor “Bir tanesi bari yanımda kalsın” diye. Büyükbabam, çakır gözlü olduğu için “Çakır’ım” diyor ona. O da evden kaçıyor, gidiyor asker olmaya. Düşündüğü açık. “Birinci vatanımızı korumaya gücümüz yetmedi. Ben ikinci vatanı emperyalistlere karşı koruyacağım” diyor. Onun dışında başka bir düşüncesi yok. DNA yaşananları taşıyorsa zaten, iki abisini de savaşta kaybettiyse, onların intikamını almak istemez mi?

O Anadolu kahramanıydı. O dönemde Anadolu’daki diğer halklar da çok zor ve ağır koşullar altındalar. Bitmeyen savaşlar, kayıplar, göçler, yoksulluk… Sadece Çerkesler değil, Balkanlar’dan göçenler, Çanakkale’de ölenler, devam eden iç karışıklık ve asayişsizlik… Amcam sadece Çerkeslere değil Anadolu halklarının bu kalp parçalayan haline de dertlenen ve sorumluluk alarak direniş başlatan bir halk kahramanıdır. Kuvayı Seyyare bir halk direniş örgütüdür. İçinde kadın savaşçılar da vardır. Anlatıldığının tersine disiplinsiz ya da ahlaksız bir yapı değildir.

Ethem’in Anadolu’dan ayrılışı resmi tarihte anlatıldığı gibi değildir. Babam, M. Kemal’le, kardeşlerine yapılanlarla ilgili tartıştı, evet. Ethem’in Yunanistan’a geçişi ise farklı gelişti. Ethem Bey rahatsız yatıyor. Amcamla yine huduttalar. Tevfik Amcam Yunanla savaşıyor, arkadan geliyor. Birinci Düzenli Ordu ateş açıyor. Ateş açtığı zaman Ethem Bey dürüst adam ya, “Ben kardeş kanı dökemem, karşı ateş etmeyeceğim” diyor. Tevfik Amcam “Olmaz. Şimdi bize yönelen tabancaların tetiğindeki insan bizim kardeşimiz değildir artık” diyor. “Bunları önümüze alalım, Ankara’ya kadar sürelim” diye devam ediyor. Ethem Bey “Hayır. Cumhuriyet’i biz kurduk. Şimdi ortalık zaten karışık, daha fazla karıştıramayız” diyor ve bütün kumandanlarını çağırarak “İsteyen Düzenli Ordu’ya geçebilir, isteyen evine gidebilir ama dağılıyoruz ve bütün silahlarınızı da beraber alabilirsiniz” diye açıklama yapıyor. Ondan sonra kendisi bir grupla dağlara çıkıyor. “Mustafa Kemal yapılan yanlışı anlayacak bunun İnönü’nün bir tuzağı olduğunu fark edip bizimle mutlaka irtibat kuracaktır” ümidiyle dağlarda geziyor. Son olarak kaldığı evin torununu da tanıyorum; Ayşe Tatari. Kaldığı ev peşindekiler tarafından sarılıyor, kendisine kucak açan köyü kurtarmak için başka çare kalmadığında Yunanistan’dan geçiş hakkı/şartı istiyor. 17 kurşun yarası var artık. Meclis’in önündeki fotoğrafta giydiği palto var üzerinde. Daha sonra aynı paltoyla Yunan kumandanıyla bir resmi var, üzerinden dökülüyor, adam iskelet. Yunanistan’da kalmıyor. Geçiyor Almanya’ya. Orada da Mustafa Kemal birisiyle altınlar gönderiyor yardım olarak. “İdamımızı isteyen insandan gelen yardımı kabul edemem” diyor. Almanya’da onunla Hollandalı bir hemşire ilgileniyor. Benim Hollandalılara olan sevgim belki de bu yüzdendir.

 

-Bugün gelinen noktada sizin bakış açınız nedir, siz belirliyor olsanız ne kalsın istersiniz yarına? Asimilasyonu engellemek için ne yapmak gerek? Gençleri nasıl motive etmeliyiz? Şimdi burada Pşao ailesinden gelen, babasının ‘Mezago’ adını verdiği bir Güner Kuban var. Vizyonunuzda Çerkes kimliğinize ilişkin kaygıların yeri nedir?

-Problem asimilasyon, bir de güvenli ve planlı geri göçü teşvik etmek çok önemli. İsteyen geri gidebilmeli. Elbette herkes dönmek istemez. Sonuçta biz, bu cumhuriyet içinde rahatlıkla var olabilmek için gerekli tüm bedelleri ödedik. Burası da bizim vatanımızdır. Ama dönmek isteyenlerin küçücük de olsa kendileri olabilecekleri güvenli bir yuvaya gidebilmeleri kolaylaştırılmalı. Dilimiz, dansımız, kültürümüz, kimliğimiz yok olmamalı. Biliyorsunuz, dilimizi konuşamadıkça biz kendimizi dansla ifade ettik. Dans elimizdeki en güçlü yaratıcı direniş eylemiydi. Şimdi dans daha da çoğaldı. Başka pek bir şey yok.

Bazen bana “Anadolu’daki Çerkes kahramanların heykellerini nereye koymalı” diyorlar. Ben de diyorum ki: “Kafkasya’ya koyun bari. Yani Türkiye onun çok kıymetini mi bildi ki buraya koyacağız? Kafkasya’ya koyalım, geri göçü teşvik eder belki biraz.” Bunu abartarak söyledim. Bizim Türkiye Çerkeslerinin iyileşmesi, duruşunun dikleşmesi ve nefesinin açılması için Kurtuluş Savaşı’ndaki kahramanların onurunun iade edilmesi şart bence.

 

-Siz gider misiniz geri göç olsa? Düşünür müsünüz?

-Tabii ki giderim.

Siz yazın, yaygınlaştıralım. Gençleri harekete geçirmek lazım. Bugün için Türkiye’de yayımlanan tek Çerkes gazetesisiniz. Gücünüzü kullanın.

Aslı olmayan bir bahaneyle ailemin şahsında Çerkeslere vurulan ihanet damgası sonucunda köylerinden sürülen hatta bazıları öldürülen Çerkesler oldu. Bu nedenlerle bir kuşak sözsüz bırakıldı. Tüm dünyada en bilindik özelliği sadakat olan bir milletin hain olarak yaftalanması bize çok travmatik bir deneyim yaşattı.

Milli Eğitim Bakanlığı’na açtığımız davada, 1980’den beri ders kitaplarında “Hain” ifadesinin kullanılmadığı cevabını verdiler. Biz dedik ki: “Tamam ama yazmasanız bile 1980’e kadar okuyanlar Ethem şahsında bütün Çerkeslere vurulan damganın etkisinde kaldı. Onları nasıl telafi edeceksiniz?” Maddi tazminat da istedik. Ama bu itirazımız hâlâ Yargıtay’da bekliyor beş yıldır.

 

-Evinizde çoğunlukla Çerkes ressamların eserleri var galiba. Geçen senelerde Bodrum’da yapılan 21 Mayıs anmalarına da katıldığınızı hatırlıyoruz…

-Evet, kemerin üzerindeki Setenay Özbek, diğerleri Ufuk Kobaş’ındır, ressam arkadaşım, yakın dostumdur. Ben Çerkes kadınlarının potansiyeline çok inandığım için onların sanat eserlerine çok değer veriyorum. Kurtuluş Savaşı’nda kahraman Çerkes erkekleri çok konuşuldu fakat şimdi Çerkes kadınlarının bilim ve sanat konusunda ses getirmesi gereken bir çağın açıldığını düşünüyorum. Çünkü yepyeni bir çağa giriyoruz. Her yıl 21 Mayıs’taki törenlere katılıyorum. Sürgün en çok kadınları vurdu. Ayrılıklar, parçalanmış aileler, hasret, kayıp ve tutulamamış büyük bir yas… Birkaç yıl öncesine kadar unutulmuş bu yas, bu törenler ile ifadesini buldukça bize canlanmak için bir alan açılacağına inanıyorum.

 

-Her şeyi yazacak olsaydınız, yani hiçbir sansür olmasaydı, o kitap neye benzerdi? Oradaki Ethem Bey figürü, Reşit Bey figürü, Tevfik Bey figürü, Mustafa Kemal figürü, İsmet İnönü figürü…

-Sansür edilen şeyler var elbette. Şöyle izah edeyim; sansür olmasa bu kitapla resmi tarihe attığım format çok daha fazla ses getirecek ve heyecan yaratacaktı. Ben de hapiste olurdum. Orada yaşayan bir milletvekili arkadaşım kitabımın Ankara’yı iyice salladığını söylemişti. Eğer sansür olmasaydı Ankara’da bir deprem olacaktı.

Ama kısaca size şöyle söyleyeyim; Ethem bir halk kahramanıdır. En yoksul kesimin arasındadır. Hep alanda, hep çatışmanın orta yerindedir. Romantiktir. Sonunu düşünmeyen kalpten bir kahramandır. Babam Reşit Bey TBMM’de Çerkes kimliğiyle var olmuştur. Şimdi Meclis’te Çerkes milletvekilleri var ama Çerkes kimlikleri ile orada değiller.

 

-Pişman olduğunuz bir şey var mı?

-Tabii, olmaz olur mu, herkesin vardır.

 

-Yaptıklarınızdan pişman olmak mı iyi, yapmadıklarınızdan mı?

-Yanlış yaptıklarından.

 

-Romandaki bazı detaylar da aklımıza takıldı. Mesela büyük dede Ali, onun Kafkasya’dan çıkışıyla ilgili bir şey yazmışsınız. Suya atıyla birlikte kendini sürmüş ve biri saçlarından tutup kurtarmış. Gerçek midir o? Size anlatılan bir öykü müdür?

– Ben orada sürgüne dair bir his vermek için bir kurgu yaptım. Romanda kadının kurduğu cümle ne kadar yerinde, değil mi? “Gel bakalım çocuk. Seni kurtarmakla iyilik mi ettik bilmiyorum. Kim bilir çekilecek ne çilen vardır?” diyor.

 

-Konukseverliğiniz, ikramlarınız için de teşekkür ederiz. Siz yemek yapmayı sever misiniz?

-Yemek yapmasını çok iyi bilirim ama yemek ve ev işleri yapmak zorunda kalmamaya dikkat ettim. Daha çok beynimle çalıştım ama çok aşçı yetiştirdim. Ben bütün yaşamım boyunca kendi iyilerim, güzellerim, doğrularımla yaşamayı becerebildiğim için kendimle barışığım.

 

-Nasıl başardınız bunu?

-Dahasını da başardım. Paris’te mimarlık yapıyordum ama onlar şovenistti, Hollanda’da daha gümrükten geçerken gümrükçüyü bile sevdim. Daha insancıl gözüktüler bana. Daha sık gitmeye başladım. Sonra orada bir turizmciyi tanıdım. Turizm firmasında müdür, National Tourism. Haftada bir gitmeye başladım. “Hollanda’da kal” dedi Tony bana. Kalmam için bir şey yapmam gerekiyordu mimarlığın yanı sıra. Dedim ki; ben Hollanda’nın el sanatlarının yapılacağı ve satılacağı bir turizm merkezi tasarlayayım. Tony de bana güvendiği için destek oldu. “Hollandalıların aklına gelmiyor da nasıl Güner Kuban’ın aklına geliyor” diyeceksin ama geldi işte. Amsterdam’da itfaiyeye yakın önemli bir caddede üç tane antik binayı içeriden kırarak, çünkü dışarıdan kırmak yasak, o istediğim binayı yaptım. Kraliçenin de katıldığı açılışta gazeteciler vardı. Bir kadın gazeteci bana kaça mal olduğunu sordu. “13,5 milyon gulden” dedim. Gazeteci “Ben milyoner bir kadınla tanışacağımı bilmiyordum” dedi. “Milyoner olduğum doğru ama eksi” cevabını verdim. Çünkü proje o kadar parlaktı ki pırlanta kesme fabrikasından bira şirketine kadar hepsi para koydular.

 

-Ama projeyi siz düşündünüz…

-Evet, ben düşündüm. ‘500 yıllık Türkiye Hollanda İlişkileri’ diye bir kitap var, orada detayları anlatılıyor.

 

-O zaman kazanmayı da harcamayı da biliyorsunuz…

-Kazanmayı bildiğim doğru da hep kazandığımdan daha fazla harcamayı becerebiliyorum. Buraya gelince de durmadım. Dizilere baktım, beğenmedim. Ben daha iyisini yazarım dedim. Sonra geldi bir yapımcı. Yazdım, atv’ye sattım. Parasını aldım ama yönetmen bulamadım çünkü bir otelde geçiyor dizi ve her hafta değişik şeyler oluyor. Zor tabii çekmek. Sonunda Osman Sınav kabul etti. Ben alaturkalık, mahallevarilik ve geri zekâlılık olmamasına özen gösterilmesini istedim. Alaturkalık ve mahallevarilik yoktu. Geri zekâlılık vardı.

 

-Peki bu kitap gibi Çerkeslerin tarihiyle ilgili bir şey yapmayı yani dizi gibi filme konu olabilecek senaryo çalışmayı düşünmez misiniz? Şimdi dijital platformalar destekliyor bu tür projeleri.

-Tarihi hikâyeleri anlatmak riskli. Muhittin Kandur’un kitabını okudunuz mu, ben okudum. Kavga ettik. Birçok yanlış var. Ethem Bey’in Düzenli Ordu’ya karşı geldiğini söylüyor. Öyle değil. Yanlış aktarımlar yüzünden kendisine telefon ettim, “Bu ne rezalet, ben buna karşı çıkacağım” dedim. “Güner Hanım, o kitap hakikatleri yazmıyor, hakikatlerden esinlenmiş bir kitaptır. Onun için onların üzerinde durmayın” dedi.

Böyle bir dizi yazsam da ilgi çekeceğinden emin değilim. Aslında bu kitapla ilgili bir dizi hazırlığı da yaptım, TRT’de bekliyor. Şimdi de Netflix ile ilgili bir şeyler var. Uğraşıyorlar, birkaç kere buraya yazı ekibi gönderdiler. Ben anlaşamıyorum, anlaşmazlık yaratan bir insan değilim ama çok basite indirgiyorlar. Küçük bir örnek vereyim. Diyorlar ki; babam tavla oynuyormuş kahvede. Ben diyorum ki: “Babam kahveye gitmezdi, tavla oynamazdı.” Niçin tavla oynattığını anlıyorum aslında. Halka indirmek, yaklaştırmak için ama bunu yapmak istiyorsan mesela Reşit Bey bir çocuğun arabanın altında kaldığını görür, onu kurtarır, bir bacağında kan vardır. Evine taşır, çocuğun evinde yer sofrasında yemek yeniyordur, o da oturur, yer ve “Çocuğun okulunu ve okumasını ben üstleniyorum” der. Bu gerçek bir hikâyedir mesela.

Daha sonra da bir kadın yönetmen geldi ama onunla da anlaşamadık.

 

-Netflix için bir dizi hazırlığı mıydı bu çalışma?

-Evet, “Ben yönetmenlik yaptım” dedi. Fark ettiniz değil mi? IQ’m oldukça yüksek. Sayıldı, ölçüldü yüksek ama 5 yaşında bir çocuk beni kandırabiliyor. Özellikle Türkiye’de. Çünkü birisi bana bir şey söylerken arkada başka bir fikri olduğunu düşünemiyorum.

 

-Çünkü sizde öyle bir şey yok. Siz olduğunuz gibisiniz.

-Evet, öyle kendim gibi zannediyorum herkesi, o yüzden çok pişman olduğum şeyler oldu.

 

-Bu aslında karşı tarafın yanlışı ama zararını siz çekiyorsunuz.

-Ben böyle yaşamaya karar verdim, böyle öleceğim dedim.

 

-Peki, müze projeniz ne aşamada?

-Müze projesinin gerçekleşmesini çok istiyorum. Bir şey yapması lazım Çerkeslerin. Ethem Bey’in heykelini yapan sevgili Nuh Açın bütün Çerkes ünlülerinin büstünü yapmıştır. Bunlar bir müzede sergilenebilir. Bir Çerkes müzesi olması gerektiğine inanıyorum.

Kütahya’nın Şaphane ilçesinde bir ev var. Beni buldular, Ethem Bey’in geldiği zaman kaldığı yer dediler. Ondan sonra avukat ve kuzenim gittiler oraya. Çok güvenli bulmadılar. Orada bir odayı müze yapmam istendi. Dedim ki; çok uzak her yere, müze yapılacaksa yol üstünde bir yere yapılsın ki herkes görsün, değil mi? “Orada müze olmaz” dedim.

 

-Bir de Bandırma’da Çerkes çocukları için tatil köyü telaffuz etmişsiniz…

-Gelir gelmez söyledim. Büyükbabamın arsası var. O belediyeye hediye etmiş. Arsa duruyor Bandırma’da. Geldiğimde bütün derneklere yazdım. Çerkeslerin ilk geldikleri zamanki gibi küçük ve beyaz evler yapılsın. Çerkes çocuklar orada tatil yapsınlar.

 

-Öyle bir köy harika olur gayet tabii. Ama o toprak şu anda sizde değil, belediyede.

-Evet, bende değil belediyede ama doğru hazırlanmış bir projeyle belediyenin onaylayacağına inanıyorum. Yeter ki kurumsal düzeyde başvuracak güçlü Çerkes kurumları olsun.

 

-Yazmaya devam ediyorsunuz değil mi?

-Tabii canım, ölünceye kadar yazacağım.

-Biz sorularımızı tamamladık sayılabilir. Sizin anlatacaklarınızı dinlemek isteriz. Soruların ana fikri aslında şuydu: 1. Yaşanmış olaylara nasıl bakıyorsunuz? 2. Asimilasyon ve bundan sonrası için neler düşünüyorsunuz? Önerileriniz var mı?

-Tekrar edeyim; en büyük önceliğimiz bence asimilasyona “dur” demektir. Ve birleşerek güçlenmek, sesimizi yükseltmektir. Bunları başarabilmek için projeler geliştirmek lazım. Bu tarz bir hareketliliği ölmeden önce Çerkeslerde görebilmeyi ah ne kadar isterdim!

Zira çok fazla da kalmak istemiyorum bu planette artık, yaşam misyonumu tamamlayabilirsem hemen pırrr gideceğim…

 

-Projeleri tamamlayın ama. Daha işiniz var yani. Dizi önemli.

-Hani “Bir Vatan Aşkına” adlı kitapta büyükbabam o ikinci sürgünde Mersin’den giderken gemiye biniyorlar ya… Hani başını dayıyor, geri gidiyor çocukluğuna, işte orada bütün sürgünü anlatalım diyorum dizi olursa. Sürgünle başlarsak olmuyor. Ama tam ortada, böyle başını dayamışken bütün sürgünü anlatalım.

 

-Bu arada; Janset var mıydı Ethem’in hayatında sahiden? Siz mi kurguladınız?

-Varmış. Kurgu değil. Ayrıca Murat söylemişti bana (Murat Bardakçı), Ethem Bey evlenmiş de bir başkasıyla. Telefonda söyledi, “Evlenmiş” dedi. “Yok canım, amcam evlenmedi” dedim. “Hayır. Tam gitmeden evvel evlenmiş ve elimde boş kâğıdı var” dedi bana.

 

-Boşanmış da mı gitmiş?

-Ürdün’e giderken boşanmış.

Cemal Kutay’la da ben şahsen konuştum. Çok konuştuk, çok sohbet ettik, görüştük. Gümüşsuyu’nda İstanbul’da bilinen bir Çerkes avukat vardı. Hayri Domaniç. Onun yazıhanesinde… Cemal Kutay, Ethem’in hain olmadığı ile ilgili ifadeler Mustafa Kemal’in kulağına gitse “Bırakın birisi de doğruları yazsın” diyeceğini söylerdi.

İzmir olaylarında Ethem Bey valinin çocuğunu kaçırdı ya… Biraz da ondan bahsedelim.

Ben o çocukla da buluştum. Benzin istasyonu işletiyordu, şimdi vefat etti.

 

-Romanda yazdıklarınız çocuğun anlattıkları yani…

-Evet. Ethem mektup gönderiyor. Valiye diyor ki: “Asker lazım, para lazım. Biraz yardımda bulunur musunuz?” Hani “Bulunmuyorum” dese bir şey yapmayacakmış. “Bir şey yapmazdı” diyor babam. Ama onları öyle bir dövmüşler ki sürünerek geri gelmişler. Bunu görünce de çocuğu kaçırmışlar. Kaçırılmış ama kendisi gelmiş karşılamış çocuğu, at binmeyi öğretmiş. “Hayatımın en güzel zamanını geçirdim” diyor kaçırılan çocuk. Ama tabii başka türlü anlatıyorlar, değil mi?

 

-Sizin kitabınızda da Ethem Bey çocuğu geri gönderirken parayı aldıktan sonra çocuğun annesine verilmek üzere bir mektup kaleme aldığından bahsediyorsunuz. Anladığım kadarıyla annesinden özür dileyen, kusura bakmayın diyen ya da helallik isteyen bir mektup belki. Öyle bir mektup var mı sahiden? Aslında esas sormak istediğimiz de şu; sizin buralarda paylaşmadığınız başka bir ayrıntı, belge var mı?

-O mektup var tabii.

 

-Sizde yok ama öyle bir mektup yazıldığını biliyorsunuz. Öyle mi?

-Bende yok ama yazıldığını biliyorum.

 

-Ethem Bey’in mezarının getirilmesi projesi ne durumda?

-Aile mezarlığımız, Bandırma’daki büyükbabamın köyü Emre Köyü’nde. Ben itibar iadesine karşıydım evvela. Kimin haddi diyordum. Söyledim ya size de…

Ama işte düşünüyorum çünkü diyorlar ki Çerkesleri birleştirebilir bu konu. Bu nedenle olabilir. Ben 21 Mayıs’ta olmasını istiyorum çünkü 21 Mayıs’ta yapılabilse bütün dünyada ses getirir. Devlet özür dilese bütün Çerkeslerden. Çünkü yalnız bizim aile sürülmedi ki… Birçok Çerkes aile sürüldü. Bu benim ailemin şahsında Çerkeslere vurulmuş kara bir leke. Hainle Ethem’in arasına Çerkes koyduğu zaman Çerkeslere vurulmuş oluyor bütün damga. Çerkesler orada hain duruma düşürülüyor. Ne yapalım? Nasıl değiştireceğiz bu durumu? Yaşananlar bambaşka.

Sembolik olarak da getirilebilir belki tabut ama askeri törenle karşılanmak şartıyla. Askeri törenle karşılanacak, özür dilenecek. Ondan sonra da aile mezarlığına taşıyacağız. Bu, Çerkesleri birleştiren bir şey olacak ise elbette kabul ederim.

Anlattım size, Bandırma’da okuldayken saklanmam gerekti. Ondan sonra annem dedi ki: “Burada olmayacak, Ankara’ya gidelim.” Ankara’ya gittik, ablasının evine. Orada Mimar Kemal okuluna yazdırdı ama yolda bana “Senin hiç hoşuna gitmeyen bir şey söylemek zorundayım, baban olarak ağabeyinin ismini yazdıracağım, aksi takdirde yine kovalanırsın” dedi. Aytek Şay abim benim babam olarak yazdırıldı. Ailemin ismini saklamam gerekti. Böyle bir hayat yaşadım ben. Kimliğimi saklamak zorunda kaldım. Ondan sonra ortaokulda bir hoca içeri girdi. “Bugünkü konumuz Çerkes Ethem ve kardeşlerinin ihaneti” dedi. Ben de o tarihte iftihar listesine geçiyorum. Ayağa kalktım, dedim ki: “Hocam söylediğiniz doğru değil. Onlar hain değillerdi, ilk Meclis’teydiler.” Ondan sonra çıktım, derin bir nefes aldım çünkü yalandan kurtulmuştum.

Büyükbabamın halini de düşünün. Büyük bir sürgünün ardından gelmiş, yerleşmiş. Sonra benzer şeyler yaşanıyor. Ev basılıyor, onları Kayseri’ye sürüyorlar. Celal Bayar yönetimindeki bir grup asker basıyor evi. İkinci sürgününü yaşıyor büyükbabam. Bandırma’dan atlı arabalarla Kayseri’ye getiriliyorlar. Şaşkın halde kalıyorlar tabii, çocuklar da var. Yalnız Hakkı Abim yani babamın birinci karısından olan abim, o annesini ziyarete gitmiş baskın sırasında. Onun için onu bulamamışlar, onun dışındaki bütün ailemi tutuklamışlar.

-Bandırmadaki okulda sizin hocanız olan hanımlardan birinin kızını tanıma fırsatımız oldu. Kitabınızda okumadan önce annesinin anlattıklarını aktarmıştı bize. Sizin üzerinize gelindiğini, ‘hainin kızı’ dendiğini söylemişti…

-Küçüktüm o zaman, 5-6 yaşındaydım, erken göndermişler okula. Annemin üniforma falan alacak parası da yok. Biz babamın konağına gittik ama biraz tuhaf karşılandık. Evet, kovalanmaya başladım. Ama okula gittim. Bir tane tişörtüm var, saçım da kısa. Tuvalete gitmek istiyorum, kızlar bırakmıyor, erkek zannediyorlar.

 

-Bandırma’da Ethem Bey’in olduğu söylenen bir ev var. Hatta sokağın köşesinde bir de “Çerkes Ethem Çeşmesi” var…

-Romanda bahsettiğim konak, aile konağımızdı. Babam ilgileniyordu. Bandırma’nın merkezindeydi. Önce Hükümet Konağı oldu. Sonra yıkılmış ve yerine apartman yapılmış. Ethem Bey’in dikili bir ağacı bile yoktur.

 

-Öldükten sonra bedeninizin dondurularak saklanması ve ileriki yıllarda çözülmesi için sözleşme imzalamış ilk Türkiye vatandaşı olduğunuz söyleniyor. Doğru mudur?

-Ben aslında bu konuyla Aktüel dergisinin bir yazarı olarak ilgilendim. Bir yazı yazmam istendi. Yazı için gidince bu konuya meraklandım. Zaten küçüklüğümden beri, bana sorulmadan getirildiğim bu dünyadan, kendi kararımla ayrılacağım diyordum.

 

-Ama siz orada söyleşi yaparken kendiniz için de yazıldınız…

-Evet, benimle daha iyi koşulları olan bir anlaşma yaptılar. Yaşamaya bayıldığım için değil ama geleceği merak ediyorum. Şimdi planetin durumu zaten çok kötü. İklim değişiyor. Çocukların geleceğinin ne durumda olacağı çok şüpheli.


“Amazonların torunları olduğumuzu unutmamalıyız”


-Peki, dahil olduğunuz projede ne kadar zaman sonra uyandıracaklar sizi, onu baştan mı söylüyorsunuz?

-Ne zaman uyanmak istediğini söylüyorsun.

Olursa yaparsam, %100 karar vermedim, ilk canlı yapan ben olacağım, herkes ölünce donduruluyor. Onları öldüren bir hastalık var aslında. Ben kendim karar vereceğim gitmeye.

 

-Erken gitmeye kalkmayın sakın. Daha işler var burada. Telefon ediyorsunuz, gelip alıyorlar ya, o telefonu erken etmeyin lütfen.

-Ha onu mu diyorsun? Daha gitmeyeyim. İşimiz var, gücümüz var. Ümit var mı?

 

-Ümit her zaman var…

-Ben ilk defa Yunanistan’dan kaçabildiğimiz vapurun ilk gecesinde annemin koynunda uyudum. 4 yaşındaydım. O zamana kadar annemle bir evde yaşama şansım olmamıştı. Sonrasında annemi hiç bırakmadım. Yaşam misyonum annemi rahat ettirmekti. Çünkü çok ıstıraplar çekmiş bir kadındı. Ona bu acılarını unutturmak istedim. Bunu da başardım. Annem 1977’de öldü. Benimle yaşadı. Yaşamıma hiç karışmazdı.

O da kabullenemiyordu bütün bu yapılan haksızlıkları. Meclis’ten çıkan belgeyi görmeye ömrü vefa etmedi. O belge çıktı ya, devlet o belgenin arkasında durmak zorunda artık. Değil mi? İtibarınızı zedeleyecek bir şey bulamamışlar kayıtlarda. Peki gerisini getirin, Çerkeslerden özür dileyin, değil mi?

Biraz da Çerkes kadınlarından bahsetmek istiyorum. Bazı derneklerin sayfalarına giriyorum. Bakıyorum yazanlar hep erkek. Kadın derneği sayfalarında bile… Bir kere yazdım zaten “Hep erkekler yazıyor, kadınlar bir şey yazmıyor” diye.

Ne yapıyorlar Çerkes kadınları? Neden hep erkekler yazıyor, söyler misiniz bana…

Kafkasya’da Çerkes kadın savaşçılar olduğunu unutmayın lütfen. Çerkes kadını olmak sessiz olmak, hizmet etmek, nezaket değildir. Bilgelik ve mücadeleciliktir.

Amazonların torunları olduğumuzu unutmamalıyız.

Yazı yazacak kuvvetli kadınlar lazım. Sesini yükseltecek kuvvetli kadınlar lazım. Çerkes kadın derneklerinin çok daha aktif olması gerekir. Bazen güzel metinler de okuyorum ama çok nadir.

Birazcık hareket olsa ben de bu yaşıma rağmen varım ve mücadele ederim!

İstanbul’dan Yalıkavak’a kadar gelmek zahmetinde bulunduğunuz için ikinize de çok teşekkür ederim. Doğduğum andan sizlerle konuştuğum bu saate kadar aileme vurulan haksız damganın acısını çektim ve ne kadar adaletsiz yaptırımlar uygulanmış olduğunu anlatmaya çalıştım. Yurtiçinde ve yurtdışında yapılan yüzlerce röportajdan sonra ilk defa bir Çerkes gazetesinde röportajımın yayımlanacak olması beni çok duygulandırıyor. Evrensel barışa inanan ve bunun için uğraşan iki yeni dost edindiğime çok sevindim. Size de okuyucularınıza da teşekkürler.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz