BİRTEK-SEN Genel Başkanı Mehmet Türkmen: ‘Bu bir ekonomik kriz değil, derin ve şiddetli bir yoksullaşma’

0
1436

BİRTEK-SEN Genel Başkanı Mehmet Türkmen:

‘Bu bir ekonomik kriz değil, derin ve şiddetli bir yoksullaşma’

Türkiye’de açlık ve yoksulluk koşulları giderek daha yakıcı bir hale gelirken enflasyon yine en çok yoksul işçi ve emekçi kesimi vuruyor. Gelir eşitsizliğinin derinleşmesi ve ücretlerin erimesiyle birlikte farklı işkollarından grev kararları geliyor. Gaziantep’te patlak veren Şireci Tekstil, Erkaplan, Koza ve Artemis Halı işçileri grevi bunlardan birkaçı olarak medyada öne çıkıyor.

Düşük maaş artışı ve işten atmaya karşı Şireci işçilerinin 6 günlük direnişi, taleplerinin büyük ölçüde karşılanması ve kimsenin işten çıkarılmaması koşuluyla işçilerin lehine kazanımla sonuçlanmıştı. Erkaplan ve Artemis Halı işçileri ise henüz patronlarla bir uzlaşmaya varabilmiş değil.

Enflasyon ve derinleşen yoksullaşma krizini Emekçi ve İşçilerin Birleşik Tekstil Dokuma Deri İşçileri Sendikası (BİRTEK-SEN) Genel Başkanı Mehmet Türkmen ile konuştuk. Türkiye’nin içinden geçtiği ekonomik koşulları bir ‘paylaşım krizi’ ve ‘servet transferi’ olarak yorumlayan Türkmen, son dönemde patlak veren işçi grevlerini ve Türkiye koşullarında sendikalaşmayı anlattı. Olası bir genel grev için nesnel tüm koşulların oluştuğunun, ancak birkaç istisna dışında işçi konfederasyonlarına hâkim olan yönetimin işçilerin irade ve taleplerine yanıt vermekten uzak olduğunun altını çizdi.

“Ekonomik kriz değil paylaşım krizi yaşıyoruz”

-Sayısız işyerinde sendikaların da öncülüğü olmadan grev kararı alınıyor. 2022’nin başlarında Scotty, Hepsiburada, Yurtiçi, Trendyol, Digiturk, Çimsataş gibi irili ufaklı birçok işyerinde peş peşe iş bırakma eylemleri görmüştük. Ancak bu grevler bir noktada sönümlendi ya da görünürlüğü azalır hale geldi. Benzer bir hareketliliğe doğru mu gidiyoruz?

-Geçen yıl şubattaki eylemlerin bir ayağı yine Antep’teydi. Hatta Antep, İstanbul’dan sonra o tür grevlerin en çok olduğu ildi. Aynı dönemde 34 fabrika bir ay içerisinde zam talebiyle peş peşe iş bıraktı. O zaman bizim sendikamız kurulalı daha birkaç gün olmuştu. Biz yine o şubat eylemlerinde de buradaki tüm grevlere müdahil olduk, destek verdik. Pek çok fabrika bizim sendikamızın da desteğiyle önemli oranda zam taleplerini elde ederek bu direnişleri sonuçlandırdı.

Bugünkü eylemler bire bir benzeri olmasa da eğilimler ve eylemleri tetikleyen talepler bakımından aynı özellikleri taşıyor. Uzunca bir süredir enflasyondaki artış, döviz kurunun artışı, hükümetin ekonomi politikalarının bedelinin giderek daha fazla emekçilere, işçilere ödetilmesi, geçim şartlarının zorlaşması şeklinde yansıyor. Bu bilinçli bir politika çünkü bu her ne kadar herkesi etkileyen bir kriz gibi lanse edilse de yaşadığımız bir ekonomik kriz değil, onu bilelim. Burada yaşanan derin ve şiddetli bir yoksullaşma. Ciddi bir paylaşım krizi yaşıyoruz. Ülkede işçilerin ve emekçilerin toplam ekonomiden aldığı pay daha önce hiç olmadığı kadar düşmüş durumda. Biz bir servet transferi yaşıyoruz. Genelde patronlar işçilerin talepleri karşısında enflasyon dese de biz enflasyon denen şeyin bir servet transferi anlamına geldiğini biliyoruz. Enflasyon asıl olarak yoksul ve emekçilerin gelirini düşürüyor. Diğer yandan tam tersi olarak sermaye sınıfının önemli bir kesimi kârlarını büyük oranda artırıyor. Türkiye’deki toplam servetten aldıkları pay bakımından sermaye sınıfıyla, diğer bir deyişle Türkiye’nin %1’lik ya da %5’lik dilimleriyle, geri kalanların servetten aldıkları paya baktığımızda hiç görülmemiş bir uçurum var.

 

“Türkiye’nin %1’lik kesimi toplam servetin %40’ına hükmediyor”

Örneğin %1’lik bir kesim tek başına bütün Türkiye nüfusunun yarısı kadar servete sahip; Türkiye’nin %1’lik kesimi toplam servetin %40’ına hükmediyor. O yüzden burada asıl yaşanan şey hükümetin tercihli bir şekilde sadece küçük bir azınlığı temsil eden sermaye sınıflarının çıkarlarını gözetmesi. Hükümet bu sermaye sınıflarının daha fazla kâr edeceği ve bütün kaynakların olabildiğince buraya aktarılacağı bir ekonomi politikası izliyor. Doğal olarak bunun yarattığı sonuçları da işçi ve emekçiler enflasyon artışı, hayat pahalılığı ve işçi-emekçi ücretlerinin giderek erimesiyle ödüyor. Birkaç yıldır yaşadığımız grevlere baktığımızda hepsini tetikleyen şey ücret. Belli ki önümüzdeki dönem de bu sınıf mücadelesi ücret savaşları şeklinde devam edecek. Paylaşımdaki bu kriz, -bütün sonuçları işçilerin üzerine yıkılan bu yoksullaşmayı işçi ve emekçiler de artık kemiklerine kadar hissetmeye başladıkları için- bugün yaşadığımız şey, bu tepkinin açığa çıkması.

Henüz belki o kadar yaygınlık kazanmadı ama geçtiğimiz şubattan farklı olarak bu yıl direnişlerde işçilerin bir öncekinin deneyimleriyle hareket ettiklerini görüyoruz. Geçen yıl eylem olan fabrikaların bazılarında bu yıl da oldu ve öncesinde görece daha dağınık, bir-iki gün devam edince çözülme belirtileri başlayan direnişlerdi. Örneğin Şireci işçilerinin direnişi bir hafta sürdü ve toplu işten atma da dahil her türlü saldırıyla karşılaştılar ama sonuna kadar birliklerini korumayı başardılar. Yine aynı şekilde Artemis Halı işçilerinin direnişi bugün beşinci gününde. Yine öncesinde Koza Halı, Erkaplan gibi yerlerde direniş vardı. Aynı taleple, aynı şekilde fiili direnişler şeklinde olarak ortaya çıkıyor ama bu kez işçilerin eğilimleri öncesine oranla hem daha örgütlü hem de daha uzun soluklu mücadeleyi sürdürecek bir kabiliyetle hareket ettiklerini görüyoruz. Hâlâ bazı zayıflıklar var ama bu sefer direnen işçilerin mücadele ve örgütlü eylem yapabilme eğilimlerinin öncesine oranla güçlendiğini söyleyebiliriz.

“İşçiler sendikalara örgütlenecek kadar güvenmiyor”

-Bu örgütlü eylem kapasitesi geçmiş deneyimlere de dayanıyor, diyorsunuz. Peki, sendikalılaşma ne durumda? Hiçbir sendikaya üye olmamış işçiler greve gidiyor. Muhalif sendikalar bu insanları neden çekemiyor? Bu örgütlenme ihtiyacı nasıl karşılık bulacak?

-Geçtiğimiz şubatta sadece Antep’te değil Türkiye’nin birçok bölgesinde yayılan eylemlerin neredeyse hepsinin ortak özelliği tüm bu direnişlerin sendikasız ve sendikalara rağmen fiili grevler şeklinde ortaya çıkmasıydı. Hatta ortaya çıktıktan sonra çok sınırlı olan kimi sendikaların desteğine rağmen, ki bizim gibi çok az mücadeleci sendikanın gündemindeydi bu grevler, işçilerin bu mücadeleyi sendikal örgütlülük ile yürütme eğilimi son derece zayıftı. Bunun nedenleri var…

Türkiye’de sendikaların ana gövdesini oluşturan anaakım sendikalara hâkim olan bürokratik bir anlayış var. Bu bizim ‘sarı sendikacılık’ da dediğimiz bir olgu; kendi örgütlü oldukları yerlerde işçilerin talep ve haklarını savunma, onların iradesi ve onayıyla hareket etmekten öte tamamen bürokratik kastlara dönüşmüş durumdalar. Özellikle özel sektörde sendikalı işyerleriyle sendikasız işyerleri arasında adeta hiçbir farkın kalmamış olması haklı olarak örgütsüz işçilerde sendikalara karşı ciddi bir rahatsızlık oluşturuyor. Bu mevcut sendikaların işçilerde yarattığı güvensizlik ne yazık ki genel olarak sendikalı olmaya dair ciddi bir güvensizlik de yaratıyor. Örneğin BİRTEK-SEN şubat eylemlerinde bütün işçilerin yanındaydı ve bütün işçiler de bu destekten son derece memnundu ama bize duydukları bu güven ve memnuniyet yeterli olmuyor. Genel olarak sendikaların yarattığı bu tahribat ve önceki olumsuz deneyimler kalıcı bir örgütlülüğe engel oluyor. Sendikada örgütlenme noktasında hâlâ güvensizlik, korku ve tereddütler olduğunu görüyoruz.

Ama bu yıl ortaya çıkan direnişler bu bakımdan da yeni özellikler barındırıyor. Geçen şubat eylemlerinde sendikamız hemen hemen bütün direnişlere destek verdi ve hatta bizim desteğimiz ve kararlı duruşumuz sayesinde zam almayı başaran işçiler oldu. O dönemde bu işçiler sonradan sendikaya gelip teşekkür ettiler ama üye olmadılar. Bu sefer bu eğilimin de değiştiğini görüyoruz. Hâlâ direnişe çıkanlar topluca sendikalara örgütlenmiş değil ama en azından bu direnişlerin ileri kesimini oluşturan kitlesi şimdi sendikada da örgütleniyor. En son Erkaplan ve Artemis işçileri sendikamıza örgütlenerek üye oldular. Şireci’de 2 bin işçi vardı, 200’den fazla işçi sendikamıza üye oldu. Henüz buralarda barajın altında olduğumuz için resmi olarak toplusözleşme yapma yetkisine sahip değiliz. Ama Şireci’de de hiçbir yetkisi ve örgütlülüğü olmamasına rağmen başından itibaren sendikamız direnişi yönetti. İşçiler sendikalı olmasa bile sendikanın desteği ve öncülüğünde hareket ettiler. Bu sayede direnişi kazandılar. Erkaplan’da ve Artemis’te şu anda sendikaya üye olmuş olsalar da henüz yetki almış değiliz; buna rağmen bizim fiili desteğimiz ve sendika öncülüğü ile Erkaplan işçilerinin tüm talepleri kabul edildi. Patron şu an “Talepleri kabul ediyorum ama sendikayı kabul etmiyorum” diyor mesela, işçiler de bunun için direnişi sürdürüyor.

“İşçiler sendikal yetki ve prosedür engellerinin ötesinde fiili örgütlü gücüyle kazanıyor”

Burada iki şey ortaya çıkıyor: Birincisi, sendikal mücadelenin işçilerin ancak örgütlü olduğu ve üyelerinin yetkili olduğu işyerleriyle sınırlı bir mücadele olmadığı. Bu direnişlerde işkolumuzda olmayan, dolayısıyla üyemiz olmayan işçilerin mücadelesinde de sendikamızın nasıl sorumluluk alabildiğini ve bu desteğin bu tür mücadelelerin başarıya ulaşmasında nasıl bir rol oynadığını göstermiş olduk. Bu önemli bir deneyim. İkincisi ise aslında yetki ve resmi prosedürün ötesinde işçilerin kendi örgütlü gücünü görebilmek. İşkolu barajını aşmak, işyerinde yetki almak; biliyoruz ki bunlar çok zor, yetkili sendikalar bütün gerekli işi yapsalar ve tüm işçileri sendikaya üye yapsa bile patron itiraz ettiğinde sendikanın bu üyelikleri resmileştirmesi yıllar sürebiliyor. Belki üç yıl, belki beş yıl… Yetki geldiğinde ise zaten içeride üye kalmamış oluyor. Sendikal örgütlenmenin önünde engel olsun diye konmuş bir sürü prosedür, yetki ve mekanizmalar dışında işçilerin fiili örgütlü gücüyle bazı kazanımların elde edilebildiğini göstermiş oluyoruz. Biz olması gerekeni yapıyoruz ve bu sonuçlanıyor. Hem sendikal mücadele anlayışı ve faaliyetini hem de işçilerin sendikal örgütlenmede yasa, yetki ve prosedürün ötesinde kendi örgütlü gücüne dayanarak kazanım elde edebildiğini göstermeye ve bunun örneklerini yaratmaya çalışıyoruz. Bu bakımdan önemli adımlar attığımızı düşünüyoruz ama tabii daha işin başındayız.

 

“Bu gidişat iktidar partilerinin oy deposu olarak görülen yerlerde ciddi kırılmalar yaratacak”

-Eylemlerin olduğu Gaziantep gibi bölgelerin sosyopolitik konumlarını düşünürsek bazı eylemler daha muhafazakâr yerlerde, AKP iktidarına oy vermiş işçilerin yaşadığı bölgelerde çatlak veriyor. Bu eylemler daha politik bir zeminde bir kırılma ya da dönüşümü ifade ediyor mu?

-Ediyor aslında. Biz Antep’teki direnişlerde bunun örneklerini de bariz şekilde yaşadık. Şireci direnişi aynı zamanda işçilerin siyasal olarak da sonuçlar çıkarması gereken ve önemli oranda çıkardıkları deneyimler getirdi. Antep’te Şireci’de ve devam eden direnişlerde de tam bir saflaşma yaşandı. Bir tarafta direnişi var gücüyle destekleyen sendikamız, Emek Partisi Milletvekili Sevda Karaca’nın tutumu; diğer tarafta da AKP’li belediye başkanlarının grev kırıcılığa kadar vardırdığı, direnişi bölen, işçilerin ekmeği için verdiği bu mücadeleyi ve mücadelenin tüm destekleyenleri provokatörlerin işi gibi gösteren, AKP, İyi Parti ve benzeri politik figürlerin tutumu vardı. Bunu işçiler çok çıplak bir şekilde gördü ve bu tutumla doğrudan karşı karşıya geldi. Örneğin Antep’te Fatma Şahin gibi bu direnişte işçilerin karşısında, patronun yanında saf alan birisi, işçilere bugüne kadar oy verdiği bu kesimleri ciddi bir şekilde sorgulatıyor. O yüzden bu gidişatın, bu yoksullaşmanın, yoksullaşmanın ortaya çıkardığı tepkilerin ve tepkilerin örgütlü mücadelelere dönüşmesi sonucunda da örgütlü mücadele içinde yer alan işçilerin, özellikle Antep gibi daha muhafazakâr ve iktidar partilerinin oy deposu gibi gözüken yerlerde ciddi kırılmalar yaratacağını öngörebiliyoruz.

 

“Genel grev gibi sistemi zorlayacak bir emekçi hareketi için bunu örgütleyebilecek araçlara da ihtiyaç var”

-Yoksullaşmanın giderek derinleşmesi ve özellikle yoksul kesimler için ölümcül hale gelmesi kitlesel bir grev kapısını aralar mı?

-Bu ülkede artık bütün işçi ve emekçileri kapsayacak bir genel grev için tüm nesnel koşulların olgunlaştığını söyleyebilirim ama bunun kimi öznel koşulları konusunda eksiklikler var. Sonuçta genel grevin birinci koşulu, genel grevi yakıcı hale getirecek ekonomik koşullar, işçi ve emekçilerin hissettiği ekonomik yoksullaşma, baskı ve sömürüdür. Bu bakımdan koşullar fazlasıyla olgunlaşmış durumda. Ancak genel grev gibi ülke genelini kapsayacak, ülkedeki politik yapı ve sistemi zorlayacak düzeyde bir işçi ve emekçi hareketi için aynı zamanda bu koşulları örgütleyebilecek araçlara da ihtiyaç var. Bu bakımdan Türkiye’de ciddi bir sıkıntı var. Sendikaların örgütlülüğü çok zayıf. Halihazırda işçilerin örgütlü oldukları, Türkiye’nin ana gövdesini oluşturan sendikaların yönetim anlayışı da işçilerin genel grev gibi bugün çok daha acil hale gelmiş yoksullaşmaya karşı talepleri doğrultusunda hareket edebilecek kabiliyete sahip değil. Şu anda birkaç istisna dışında üç işçi konfederasyonuna hâkim olan yönetim anlayışı temsil ettikleri işçi sınıfının talepleri ve mücadele ihtiyaçlarına yönelik hareket etmekten son derece uzak. Ayrıca iktidar ve sermaye kesimiyle olabildiğince uzlaşmayı gözeten, hatta onlara rağmen ortaya çıkan bu tür eğilimi geriletmeye ve direnişi büyütmek yerine onun önüne geçmeye çalışan bir tutum içindeler.

Sorunun yanıtının olumlu olabilmesi için bu mücadelenin ve örgütlülüğün aynı zamanda bu hareketi ilerletecek ve bunu kalıcı örgütlülüğe dönüştürecek araçlarını da yaratması gerekiyor. O yüzden bunları konuşmak için biraz erken olduğunu düşünüyorum. Bunu dillendirmek, gündeme getirmek, bir talep, bir çare olarak öne sürmekte hiçbir sakınca yok. Ama gerçekleşebilmesi için gerekli şartlar henüz sağlanmış değil. Yine de önümüzdeki dönem bu hareketin yayılması, bu ihtiyaçları da zorlayacak koşulları beraberinde getirebilir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz