Oubykh Mektupları Eylül 2024

0
38

And Dağları…

Düz yolda giderken ayağı taşa takılır, düşer insan…

Malum ve kabul edilen, düz yolda giderken ayağınızın taşa çarpmaması…

Bir çukura, bir tümseğe dikkat etmeniz…

Şehirleşmede çok fazla engelin ortadan kalktığını görürsünüz, yürüdüğünüz yola döşenmiş kaldırım taşları vardır, araç yolundan yükseltiyle ayrışmıştır. Bazı ülkelerde arabaların kaldırıma girmemesi için -ülke ve insanının gelişmişlik seviyesine göre- bu yükseklik bazen hiç olmaz, bazen sizi zorlayacak büyük bir adım atmanız gerekir…

Deniz seviyesinde, düz yolda giderken, pek dikkat etmezsiniz bu tür şeylere, en büyük derdiniz işiniz gücünüzdür, bu yaşam tarzı sizin önünüze çıkacak taşı düşünmenizi istemez…

O sırada kahvenin büyük boy mu küçük boy mu olması kafanızı meşgul eder…

Ben oldum olası spor yapan, seven biri olmadım, en sevdiğim ve rahatlıkla yaptığım yürüyüş, seyahatlerimin vazgeçilmezi…

Seyahatlerde o şehri, o coğrafyayı ancak yürüyerek keşfedebilirsiniz, öğrenebilirsiniz…

Tüplü dalış yaparken, deniz seviyesinden en fazla inebildiğim derinlik, 40 metre idi…

Denizin o derinliğine kadar inmenize gerek yok, eğer şanslıysanız 3-4 metre derinliğinde de çok güzel şeyler görebilirsiniz…

Dalışta, derinlere inerken kulaklarınız basınca dayanmaz, ağrı verir, o yüzden kulaklarınızı o basınca eşitleme tekniklerini kullanırsınız. Burnunuzu elinizle tutarak nefesleri kulağa vermek, çenenizi açıp kapatmak gibi yöntemlerle kulaklarınızı eşitlersiniz, arada çatır çutur gibi kulaklarınızdan sesler gelebilir, bu iyiye işarettir, kulaklarınız eşitlenir, aksi halde oluşan basınç ile kulak ağrısı çeker, daha derine inemezsiniz…

Düz yolda hızlı hareket eden biri olarak, derinliklerde bu hızı, isteyip istememizden bağımsız olarak kaybediyorsunuz… Bir astronot gibi bazen kendinizi o derinliklerde kaybediyorsunuz, elinizi kolunuzu, acemiyseniz benim gibi, hareket ettiriyorsunuz ama pek bir işe yaramıyor…

Oysa sadece ayaklarınızı, paletinizi ahenkli bir şekilde hareket ettirince, çok zarif bir görüntü veriyorsunuz, daha az hareket ile daha çok ilerliyorsunuz…

Üstelik bu ayak hareketlerini yaparak ve kollarınızla çırpınma hareketi yapmadan, daha az hava tüketiyorsunuz, zira herkes limitli bir şekilde o derine iniyor…

Hidayet’te dalış hocalarım, çok kahrımı çekmiştir, anlayışları ve empatileriyle bu dalışları yapabilmişimdir…

Dalış sırasında kendimi astronot olarak hissettiğimi söylemiştim, ağır hareket ve üstünüzde kıyafet, maske, yelek ile biraz farklısınızdır…

Dağlarla ilk tanışmam, genetik hariç, Demirkazık etekleridir…

Arada sırada yaptığım dağ doğa yürüyüşlerinde keyif aldığım, zorlandığım zamanlar oldu…

Dağlarda hep belli bir yükseklikte oldum. Yükseklere çıkınca kulaklarınız çınlar, denizde olana benzer şekilde kulaklarınızı eşitlersiniz, kulak çınlaması geçer, baş ağrısı da olur yükseklere çıkınca…

Yükseğe çıkarken en doğru yöntem yavaş yavaş çıkmaktır. Hatta bazen çıktığınız yükseklikte konaklamanız gerekir, vücudun o yüksekliğe alışması için zaman gerekir…

Ayrıca yüksek irtifalara çıkmadan iyi bir kondisyona sahip olmak gerekir, alkolden, yağlı yiyeceklerden uzak durmak gerekir…

Dünyanın çatısı, Nepal… Nepal seyahatim öncesinde kendimce bir hazırlık yaptım; ayakkabı, termal içlik, gözlük, su temizleme filtresi, güneş gözlüğü, güneş kremi, yağmurluk…

Tüm ihtiyaçlar tamamlandıktan sonra, üç gün sürecek Poon Hill zirvesine tırmanışa başladım… Rehberim ve sonradan eşyamı da taşıyan, boyu göğsüme gelen; keçi gibi sırtında onca yükle, koşarak dağa çıkıyordu…

Ben, ancak bir litrelik su şişesi alabilecek kadar küçük bir çanta ile onu takip etmeye çalışıyordum…

Birinci gün sonu, ikinci gün sonu, üçüncü gün sonu…

Her bir adım, her bir yükselti daha zorluyordu beni, önüme düz yolda çıkmayan taşlar ardı ardına geliyordu…

Yüksekliğin artması ile nefes alış verişlerimde zorlandığımı hatırlıyorum, öğle yemeklerini hurma, ceviz gibi atıştırmayla geçiştiriyordum; enerji versin ama şişkinlik yapmasın diye.

Üçüncü günün sonunda, sabaha karşı 3.300 m yüksekliğe çıkarken, nefes alıp vermekte iyice zorlandığımı hatırlıyorum…

Üst üste dizilmiş taşlar, yediği yağmurdan ve rüzgârdan artık renklerini kaybetmeye yüz tutmuş dua bayrakları eşliğinde bu sıkıntımı yenmeye çalışıyordum…

Dağda olmak özgürleştiriyordu sanki beni… Doğanın içinde olmak, insanoğlunun kirletmediği yerlerde olmak tarif edilemez bir haz veriyordu…

Ağır hareket ediyordum bu yükseklikte nefes alıp vermek zorlaştığı için, kendimi yine bir astronot gibi hissediyordum…

Bir adım atıp beklemek, nefes alıp vermek ve yeniden bir adım atarak devam etmek…

Bu ağır şekilde, astronot edasıyla hareket ederken, keçi gibi önümde hareket eden rehberime yetişmek gibi bir amaç edinemiyordum…

Yanına vardığımda, oturup dinlenmek isterken, onun hareket etmesi ile hevesim kursağımda kalıyordu…

Üçüncü gün sonunda, artık 3.300 metrede zirve yaptıktan sonra, inişim daha rahattı, daha rahat hareket ediyordum, daha rahat nefes alabiliyordum…

Vücudum 3.300 m görmüştü, hem kendi sınırımı zorlamış hem de kendimce bir rekoru kırmış oldum…

Dünyanın en yüksek yerlerinden Nepal’de yaşadığım bu deneyim, beni çok mutlu etmişti…

Yerin 40 m altına inmek ve yerden 3.300 m yükseğe çıkmak, her iki deneyim farklı haz vermiş, güzel bir anı bırakmıştı bende…

Bu deneyimi yaşadıktan sonra, belki biraz cahil cesareti belki de düşüncesizlikten, deniz seviyesinde olan Lima’dan, 3.300 m yükseklikte olan Cusco’ya uçmuştum…

Bir anda kendimi deniz seviyesinden 3.300 m yükseklikte bir yerde bulunca, vücudum ne olduğunu anlamadı. Bu kadar yüksekliğe daha önce çıkmış olsam da, bir anda allak bullak olmuştum…

Cusco’da içilen coca-tea edikleri yeşil yapraklı çaylar ve yine coca bitkisinden yapılan şekerler, üçüncü gün sonunda kendimi bulmama yardımcı olmuştu…

Üç gün boyunca çok ağır hareketlerle geçiştirmiştim, istesem bile yapamıyor, nefes nefese kalıyordum…

Üçüncü günün sonunda görebildiğim Machu Picchu ve diğer eski yerleşim yerleri müthiş bir his bırakmıştı belleğimde…

Dağlarda nefes alamamak, hareket edememek, vücuduna hâkim olamamak, hepsini deneyimlemiştim…

Aradan ne kadar zaman geçti bilmem, And Dağları, yeniden çağırdı…

Yine uçakla Lima’dan Cusco’ya uçtum, vücudum alıştığı için midir, yoksa daha çok coca-tea ve şekeri tükettiğimden midir bilmiyorum, ilk gittiğim kadar zorlanmadım…

Yine bir halsizlik vardı ama ilk gittiğim gibi olmadım… Machu Picchu yine çok güzeldi, sabah gün aydınlanırken, lamalar ile birlikte o eşsiz manzarayı görmek, benim için çok değerliydi…

Machu Picchu’yu üstelik iki defa görmüştüm…

O gün iki haber aldım; biri, çok sevdiğim, değer verdiğim Miraç Duğ, Kafkasya dağlarında hayatını kaybetmişti…

Bir başka haber ise Ağrı Dağı haberiydi, burada da dağcılar hayatını kaybetmişti…

Bu iki haber beni oldukça üzmüştü. Bir gün sonra sabah çok erken bir saatte, ‘Yedi Renkli Dağ’ denen dağa çıkacaktım…

İlk geldiğimde gitmemiştim. Machu Picchu ve Cusco’dan sonra bir sıkıntı olmayacağını düşünerek programa almıştım hatta programımı değiştirerek Machu Picchu’dan bir gün erken dönmüştüm…

Bu aldığım iki tatsız haber sonrası, Aguas Calientes’den Cusco’ya yaptığım tren yolculuğu, geceyi uykusuz geçirmenin etkisi ile sabahın dördünde, Yedi Renkli Dağ’a tırmanmak için yola çıktık…

Tüm yolcuları aldıktan sonra, rehberimiz yüksekliği 5.500 m olan bu dağa çıkmadan önce kahvaltı yapacağımız yerde coca-tea içmemizi önerince, biraz değil epey endişe ettim…

Hem bir gün önce aldığım haber hem de gerçekten 5.500 m gibi bir yükseklik nedeniyle, vücudumun nasıl bir tepki vereceğini bilemiyordum, hem de ruh halim iyi değildi…

Buna rağmen coca tea, coca şekeri bol miktarda tükettim, tırmanış öncesi…

3.300 m yüksekliğe sahip Cusco’dan, araçla 4.000 m yüksekliğe sahip araçtan indiğimiz yerde, yüzlerce araç ve binlerce insan vardı…

İki litre su vardı çantamda, rehberimizin verdiği yürüyüş sopaları ile yürümeye başladık, ne kadar yürüdüğümü hatırlamıyorum ama yeterince yorulana kadar olduğunu söyleyebilirim, at bulduk…

Aslında ilk hareket noktamızdaki yüzlerce at bir anda, benim gibi yürümeyi tercih etmeyenlerce tercih edilmişti…

Ben yaya kalmıştım, rehberim “İlerde at buluruz” demişti, işte tam “Ben yoruldum” dediğim zaman, iki at çıktı karşımıza. Fakat benden önce binenler olunca yine yaya devam etmem gerekti…

Bir yandan renkli dağ, bir yanda buzul dağı, sert esen rüzgâr, 4.000 metrenin üstünde olduğumuz için nefes alamama…

Yavaş adımlarla yürümeye çalışıyordum, her üç-beş adımdan sonra dinleniyordum, kalbim güm güm atıyordu…

Bir yudum su içerek, nefesimi kontrol etmeye çalışıyordum…

Güneş olmasına rağmen, çok şiddetli rüzgâr vardı, ayrıca ayaklarım buz gibiydi…

Etrafıma bakıyordum, birçok insan daha rahat hareket ederken, arada benim gibi yavaş hareket edenler vardı…

Dağlara bakarak, aşağıda dolaşan alpagolara ve lamalara bakarak olduğum bu sıkıntılı ortamda değil başka bir yerdeymişim gibi düşünüyordum…

Fakat ne olursa olsun, nefes alamamanın yanı sıra göğüs kafesimin körük gibi inip kalkmasına mani olamıyordum.

Her bir nefes almakta zorlandığımda aklıma su içmek geliyordu, ne kadar kullanacağımı bilemediğim için küçük yudumlarla ve sık sık su içiyordum…

Bir müddet böyle ağır adımlarla giderken, kurtarıcım rehberim gözüktü ilerde…

Aslında bu sırada anı diye fotoğraf çekmek istiyordum ancak çok pejmürde göründüğüme emindim…

Sürdüğüm 70 koruma faktörlü güneş kremi, bembeyaz yapmıştı yüzümü. Hissediyordum yüzümün kurşuni bir görüntüyle kaplı olduğunu…

Siyah gözlüklerim, boyunluğum, montlarımın başlığı, parmak uçları kesilmiş eldivenim…

Nasıl göründüğümün pek bir önemi yok, eğer zirve yapamayacaksam anı fotoğrafı çektirmenin pek bir anlamı olmayacak, eğer zirveyi görürsem dönüşte rahat rahat fotoğraf çekerim diye düşündüm…

Nasıl göründüğümü paylaşmıştım, çok umurumda olmadığını da…

İşte bu sırada kurtarıcım rehberim yanında beyaz bir at ile geldi… Atın yanında yularından tutarak götüren sahibi Nelson vardı…

Rehberimiz gibi Nelson da yerel halktan biri, Quechua denen halkın konuştuğu dili konuşuyorlar, ayrıca rehberimiz gibi İspanyolca bilenler var, “Ne yazık ki Nelson İspanyolca bilmiyor” dedi rehberim…

“Ne fark eder, ben İspanyolca da bilmiyorum, idare ederim” dedim, rehbere…

Hemen araya bir şey sıkıştırıyorum… Sırtımda bir su şişesine alacak kadar küçük sırt çantamı Decathlon spor mağazasından almıştım…

Bu çantanın markası Quechua…

Ben aldığımda logo vardı sadece, sonra modele logonun yanı sıra bu ismi eklediler…

Portakal renkli bu küçük sırt çantası nereleri gördü artık hatırlamıyorum ancak Machu Picchu üstelik iki defa, bugün çıktığım Yedi Renkli Dağ, Nepal’de Poon Hill… Bunlar hatırladıklarım, şimdi çanta parçalanmak üzere, ancak atmaya kıyamıyorum…

Çantanın hikâyesini araya sıkıştırdım… Nelson’un adını nerden biliyorum, onu da anlatacağım daha sonra…

Nelson, rengârenk şapkası, rengârenk bir gömlek ve siyah pantolonu ile karşımda görünce bir anda esas kurtarıcım oldu…

O kıyafetin altında, yazlık sandaletlere benzeyen sandaleti vardı çıplak ayaklarında…

Derisi belki güneşten daha da siyahlaşmış Nelson’un bileklerinden itibaren çıplak ayakları tozdan gözükmüyordu neredeyse…

Nelson dışında yanımda başka at sahibi olmadığı için ilk dikkatimi çeken bu görünüşü oldu ama daha sonra göreceğim üzere, bu soğukta nerdeyse tüm at sahipleri, bazıları kadın, bazıları çocuk denecek yaşta olan genç erkeklerin ayakları hep çıplaktı. Erkekler sandalet tarzı bir şeyler giyerken, kadınlar eteklerinin altına ayak bileklerine kadar yün çorap giyerken, ayaklarında yine çıplak bir şekilde siyah ayakkabılar vardı. Hele yün çorap giymeden eteğin altında bacakları da çıplak bir şekilde o soğukta nasıl durduğuna şaşırdığım o genç kızı unutamayacağım. Bacakları toz toprak olmuş kızın at ile koşturması gerçekten inanılmazdı…

Nelson, beyaz atı binmem için ayarladı, omzundan destek alarak ata bindim, at bembeyazdı, yelesi pek yoktu, görüntüsü zebraya benziyordu daha çok…

Yavaş yavaş tırmanmaya başlamıştık, sol tarafta büyük bir buzul vardı, yürürken çok dikkatli bakamamıştım, şimdi at üstünde gözüm bir şeyler görmeye başlamıştı…

Aslında ata binerken hızlı hareket ettiğimden, kalp atışımın yavaşlaması için bir yudum su içtim, daha iyiydim artık…

Buzula alıcı gözle baktım, güneş vuruyordu üstüne ve çok heybetliydi, gördüğüm bir yamaç, o kadar dik ve kaygan gözüküyordu ki, korkmamak mümkün değildi…

Ellerinde sopalarla yürüyenleri yavaş yavaş geçmeye başladık…

Sol tarafta başka bir peyzaj vardı, gördüğünüz güzellikler arasında hangisine bakacağınıza karar veremiyordunuz…

Biraz güvenim yerine geldi sanırım, cep telefonumu çıkarıp bir-iki fotoğraf çekebildim, kendimi çekmedim demiştim, dönüşte çekerim diye düşündüm ama atı çekmek istedim…

Atı çekerken, Nelson’u da çekmiş oldum…

Soldaki buz dağa baktım, sonra sağdaki kırmızıya çalan toprağı olan dağa baktım…

İlerde upuzun ip gibi giden binlerce insana baktım, bazıları at ile gidiyordu…

Dün kaybettiğimiz Miraç Ağabey’e içimden haykırarak seslendim;

Bu yükseklere çıkıyorum, selam olsun sana…

And Dağları’ndan Kafkasya Dağları’na…

Bizim Nelson depar atıyordu, tüm atları birer birer geçiyorduk…

Ben geçtiğimiz atlara, at sahiplerine ve binenlere göz ucuyla bakıyordum…

İstisnasız tüm atlar siyah, kahverengi, koyu renkteydi…

Atımdan ve sahibi Nelson’dan yana şanslıydım, insan evladıyız işte, diğer atları geçerken içimden ufak ufak seviniyordum geçtim diye…

At, bana mısın demiyordu… Sadece o değil, Nelson da az değildi, atından geri kalmadan keçi gibi çıkıyordu…

Epey bir süre gittikten sonra son mola yerine geldik. Nelson beni attan indirdi…

Ama ortada ‘yedi rengi’ göreceğim bir yer yoktu, daha da çıkmak gerekiyordu, ancak yürüyerek…

Yukarı çıkış ve iniş parasını ödediğim için, ne zaman buluşalım diye saatini gösterdi…

Kırk beş dakika sonrasına sözleştik, ben diğer yürüyüş yapanlara dahil oldum. Gördüğüm kadarıyla oraya kadar yürüyenlerin durumu pek parlak değildi…

Herkesin yüzü gözü şişmiş, her taraflarını toz kaplamış, nefes nefese, dinlene dinlene çıkıyorlardı zirveye…

Ben öyle böyle, dinlene dinlene, su içe içe, yedi rengin gözüktüğü ilk zirveye kadar çıkabildim… Buranın 5.000 m olduğunu söylediler…

Zirvenin 5.500 m olduğunu söylediler, buraya attan indikten sonra neredeyse yarım saatte gelmiştim, diğer yüksekliğe çıkıp geri dönmeye vaktim yoktu. Ayrıca limitimi zorlamak istemedim…

Nepal, Poon Hill 3.000 m ve Peru, Yedi Renkli Dağ 5.000 m.

Himalaya Dağları, And Dağları…

Kendi rekorumu kırmıştım, dün kaybettiğime adadım bu çıktığım zirveyi…

Başarmış olmanın verdiği mutlulukla birkaç fotoğraf çektirdim…

Görüntü inanılmayacak kadar kusursuzdu, dağın bir yamacından diğer yamacına sıra sıra renklerle çizilmiş gibiydi…

Kendimi masal diyarında hissediyordum ama dönmem de gerekiyordu…

On dakika içinde attan indiğim yerden daha da aşağıda olan, bir dinlenme merkezinde olmam lazımdı, at ve Nelson’u bekletmemem lazımdı…

At ile yukarı hızla çıkılmasının sebebini anladım, genelde herkes tek yukarı çıkış için anlaşıyor. Attan müşterisini indirdikten sonra at sahibi, ata binmeden son sürat aşağıya iniyor. At sahiplerinin at kadar hızlı koşmaları bir dayanıklılık göstergesi gibi geldi bana…

Moğolistan’da gördüğüm insan dayanıklılığı ve burada gördüğüm dayanıklılık birbiriyle yarışır…

Ben biraz gecikmeli de olsa ata binip geri döneceğim yere geldim, müşteri bekleyen diğer at sahipleri bana aşağıya inmek için teklifte bulunuyorlardı, ben o az İspanyolcam ile derdimi anlatmaya çalıştım…

“Bekle, gelir” dediler, bu arada ortada bir öbek oluşturmuş bir grup yerel kadın, oturmuş bekliyorlardı…

Biri, chicha satıyordu at sahiplerine, bazıları atlarına da içiriyorlardı. Chicha satan kadın, bir süre sonra kucağındaki bebeğini emzirmeye başladı…

Süt emen kundakta olan çocuk bu yüksekliğe şimdiden alışmış gözüküyordu, ne ağlama sesi ne de bir ses çıkarma…

Düşünün, uçak kalkarken ve inerken o bebeklerin kulaklarından ne çektiğini…

Benim at sahibi gelmedi, endişelenmeye başladım, tırmanırken tüm atların siyah olduğunu görünce, rahatlıkla bulurum diye düşünmüştüm ama şimdi at sahiplerinin hepsi birbirine benzerken, daha da kötüsü, bir dolu beyaz atı görünce, “Eyvah, adamı nasıl bulacağım” dedim…

Her ne kadar aşağı doğru insem de, nerden baksanız 4.500 m yükseklikteydim, yine ağır hareket ediyordum…

Chicha nedir diye soracak olsanız, Peru’nun bir içeceği; kırmızı veya sarı mısırdan yaptıkları, besleyici ve içimi rahat bir içecek…

Benim huzursuzluğumu gören kâhya, ki orada kendince atların gelişlerini ve gidişlerini ayarlıyor, yardımcı olmak istedi bana…

“Kaç numaraya bindin” dedi… “Bilmiyorum” dedim.

“At sahibinin adı neydi” dedi… “Bilmiyorum” dedim.

Akılı adam, “Fotoğraf çekmedin mi” dedi… “Evet” dedim…

Hemen, beyaz atı çekerken arkadan olan görüntüsünü gösterdim…

Nelson, Nelson, Nelson…

Fotoğrafı görür görmez, ismini dört bir yana duyurmak için bağırdı kâhya…

Ben en azından adamın kim olduğunu öğrenmiştim. O telaşla, daha ne kadar yürümem gerektiğini kafamdan kestirirken, attan inerken adamın adını sormak, numarasını sormak nerden aklıma gelsin…

Nelson ismini duyunca neden bilmem Mandela ismi aklıma geldi…

Bu çaresiz köylüler, bir nevi köle gibi, gelen turistlerden para kazanmak için bu kadar zorlu koşullarda çalışıyorlardı…

Üstelik sadece altı ay, yani yağış olmadığı altı ay boyunca turistler geliyor, diğer altı ayda, yani yağmur döneminde ise burası buz kaplı, yedi renk gözükmüyor…

Zaten bu dağın keşfi, yaklaşık on sene önceymiş, yukarı çıkarken sol tarafta gördüğümüz buzul, bu zirveyi de kapatıyormuş ve yedi renk filan gözükmüyormuş. İklim değişikliği nedeniyle buzul eriye eriye, solda yer alan dağın üstünde kalmış, böylece doğa harikası yedi renk yine bu yerel halk tarafından bulunmuş…

Ben Nelson’un ismini bu şekilde öğrendim, bir süre sonra Nelson gözüktü, atın üstünde bir müşterisi vardı, demek beni indirdikten sonra bi koşu aşağıya inip müşteri bulmuştu…

Yukarı çıkıp dönmesini bekledim Nelson’un.

Artık dönüş yolunda iyice rahatlamıştım, bizim Nelson, yine fark atarak iniyordu aşağıya doğru…

Nihayetinde araçların olduğu, 4.000 m yüksekliğe geldik. Birlikte bir fotoğrafım olsun istedim beyaz atım ve Nelson’la…

Araca vardığım zaman, rüzgârdan başımın ağrımaya başladığını hissettim…

Çıkanların hepsinin geri dönüşü tamamlandıktan sonra, Cusco’ya döndük…

Hem üzüntü hem sevinci bir arada yaşıyordum, ertesi gün dünyanın en yüksek başkenti La Paz’a uçakla gidecektim…

3.300 m yüksekliği olan Cusco’dan, 4.000 m yüksekliği olan La Paz’a gidecektim…

Cusco’ya varınca bir şeyler atıştırıp hemen yatmak istedim. Gün içinde tişört ile dolaşacak kadar sıcak bir havası varken, geceleri eksiye düşüyor hava sıcaklığı… Gündüz 20 derece, gece -10 derece…

Geceleri bu kadar soğuk olmasına karşın, neredeyse hiçbir otelde ısıtma yok, tüm ısıtma koca koca yorganlar ve battaniyeler. Hakikaten o yorgan ve battaniyeler sıcak ama yine de yetmiyor sizi ısıtmaya…

Hem kuru soğuk hem de 5.000 m tırmanışın verdiği yorgunluk ile geceyi baş ağrısı ile zor geçirdim…

Sabah şiddetli burun kanaması ile uyandım, önce uykusuzluğun verdiği sersemlikle ne yapacağımı bilemedim ama hemen tuvalet kâğıdı ile tampon yaptım, önce kanama azaldı, sonra da kesildi…

Birkaç saat içinde La Paz’a gidecektim, hemen toparlanıp düzelmeliydim…

Eşyamı toplayıp havaalanına doğru yola çıkarken, ikinci zirveye gidememiş olmanın üzüntüsünü hatırlayarak, şimdi iyi ki oraya çıkmamışım, dedim…

Belki bir daha yapamayacağım bir yüksekliğe çıkabilmenin sevincini herhalde uzun süre yaşarım…

Yerin 40 m altında da olsanız, yerin 5.000 m yüksekliğinde de olsanız, düz yolda daha çok taş çıkıyor karşınıza…

Yaşam yolunuza taş çıkmayacakmış gibi davranıyor size, siz de düz yolda giderken hakikaten rahat gidiyorsunuz, önünüze çıkan o çukuru veya o taşı fark etmezseniz eğer, boylu boyunca yere seriliyorsunuz…

Oysa dağlarda veya denizin derinliklerinde bir astronot edasıyla, her şeye dikkat ediyorsunuz, önünüze taş çıkabilir, çukur çıkabilir…

Bu bilinçle dikkat ediyorsunuz, bunların dışında vücudunuzu ve ruhunuzu kontrol etmeniz gerekiyor…

Birkaç gün önce, düz yolda başıma gelebilecek bir tehlikeden daha önemsizi geldi…

Benim için aslolan, çıkabildiğim dağdan, aynı şekilde inebildim…

Beyaz atım ve sahibi Nelson ile dağa gidebildim…

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz