Bağımsızlık Demokrasi Özgürlük Eşitlik Birlik

12 Eylül’le yüzleşmek, 12 Eylülcülüğü aşmak

Bazılarına göre, AKP iktidara geldiğinden beri, yani 2002’den beri ama bana göre yaklaşık 10-15 yıldır Türkiye derin bir devlet krizi yaşıyor. Özellikle 2018’de fiilen yaşamaya başladığımız tek adam rejimiyle, Türkiye toplumu, çıkar ve şiddeti meşrulaştıran, özgürlükleri tırpanlayan birtakım şebekelerin yaptırımları altında yaşamaya zorlanıyor.

AKP’nin 2002 ve (yaklaşık) 2010 arasında toplumla kurduğu bağ büyük ölçüde bir devlet-toplum barışma havasındaydı. Türkiye geçmişiyle yüzleşmeye çalışıyor, mesela Dersim’le yüzleşiyor, Newroz alanlarında Abdullah Öcalan’ın mektuplarını okuyor, Avrupa Birliği’ne girmek için ciddi ciddi çabalar harcıyor, kadınlar 8 Martlarda cop yemeden meydanlara çıkıyor, 24 Nisanlarda Ermeni soykırımı anmaları yapılıyordu.

Sonra film koptu! Bir şeyler oldu ve her şey tersyüz oldu. Toplumsal ve siyasal hareketlerin dönüşümü konusunda kafa yormak yerine, her hareketi değişmez bir doğru ya da yanlış olarak kabul etmeyi tercih edenlere göre, bir tersyüz oluş söz konusu değildi; çünkü “AKP zaten buydu”; “ancak bazı saflık abidesi olanlar AKP’nin demokratik bir hareketin tetikleyicisi olabileceğine inanabilirdi” vb…

Benim de içinde bulunduğum bir grup insan ise her toplumsal hareketin (siyasal aktörün) heterojen yapılar ve güç ilişkileri taşıdığını, başka aktörlerle muhatap olduğunu ve bu yüzden değişebileceğini, hareketin içindeki aktörlerin “demokratik” potansiyelinin desteklenmesi gerektiğini düşündüler ve sözlerini ve eylemlerini de bu yönde kullandılar.

Ancak her toplumsal/siyasal hareketin içinde olduğu gibi AKP içinde çıkarcı, muhafazakâr, değişimden ve özgürlüklerden korkan vb. kesimler mevcuttu. Tabii ki, hareketin geçmişinde olmayan birçok kesim de yükselmekte olan bu asansöre binip, devlet içindeki ikballerini gerçekleştirdiler. Bu süreçte, devlet aygıtı da boş durmadı; “reel” durumları, devletin kutsallıklarını (şantaj, baskı, vb. ile) dayattı ve bir muhalif parti olarak AKP, devlet tarafından ele geçirildi. “Laik” görünümlü devletle her zaman mesafeli olan kesimler, bu vesileyle, “milliyetçi-devletçi” damar sayesinde devletin yeni meşruiyet tabanını oluşturdular. Parti içindeki dengeler, toplumdan ziyade devlet lehine değişti. Demirbaş niteliğinde olan “milliyetçiler” dışında, devletin her zaman kullanageldiği “liberal” ya da (hatta) “sosyalist” görünümlü “memurları” da bu süreçte partinin devletçi diline büyük katkı sağladılar. Parti içindeki “demokratik”, “çoğulcu” görünen birçok unsur da bu yeni duruma hizalandılar; bir bakıma kazandıkları güç, unvan, rütbe, makam odası, ofis, avize, koltuk takımı, birkaç tane maaş, çakarlı makam arabası, şoförler ve korumalarla birlikte “araziye uydular”.

Ve bugüne geldik; devlet dairesindeki seçkinler aşağılık kompleksinin beslediği büyüklük ve kibir dilleriyle vaazlar vermeye devam ederken, onbinlerce insan açlık sınırında, ay sonunu nasıl getireceğini bilmiyor; sokaklarda dolaşan insanlar mutsuz ve öfke içinde; şiddet günlük hayatın sıradan bir parçası oldu; televizyon haberleri, YouTube videoları, bir zamanlar “üçüncü sayfa haberi” dediğimiz olaylardan geçilmiyor.

Doğal olarak Türkiye “barışçıllık” anlamında, 163 ülke arasında 139’uncu olurken, Avrupa kategorisinde ise sonuncu olmaya devam ediyor…

Ve böyle devam ediyor; böyle devam edebiliyor…

Böyle bir toplumsallığın bugün böyle devam edebilmesinin arkasında çok sayıda neden var. Bu sayfalarda bu nedenler üzerine epey yazıp çizdim ama bir hattın özellikle altını tekrar tekrar çizmekte yarar var.

Söz konusu hat Türkiye’nin darbe geleneği… Toplumun bütün hareketini her daim kontrol etmek konusunda derin bir geleneği bulunan devletin sürekli olarak devreye soktuğu darbeler ve bu darbeci geleneğin siyasete, siyasal partilere ve hatta toplumsal hareketlere sinmesi, bu toplumu çok derinlerde mutsuz ediyor.

Darbelerle topluma çekidüzen veren, kendi dokunulmazlığını yani aslında kara kutularını, kurucu felsefesini, sürekli olarak kendisini yeniden üreten sınıfları ve seçkinleri besleyen devletin yaptıkları çok açık. Her darbede (ya da “darbe girişimi” gibi görünen darbede) asılan, işkencelerde öldürülen, “kaçarken” vurulan, bombalanan insanın haddi hesabı yok…

Gündelik hayatta “darbeci” zihniyet

Ancak darbe geleneği sadece devletin yaptıklarını meşrulaştıran söylemlerle yeniden üremiyor. Mesela şöyle ürüyor; otobüste, metroda birtakım “sorumlu” vatandaşlar, gündelik hayat performansından hoşlanmadıkları göçmenlere ya da mültecilere kolayca hakaret edebiliyorlar. Emrediyorlar; “Burası Türkiye, def olun gidin!” diyerek, o insanların geleceği hakkında karar veriyorlar. Ya da kaydı belgesi olmayan Afgan işçiyi yakma hakkını kendinde görüyorlar. Küçücük Narin kızı öldürüyorlar, yok ediyorlar, itiraf etmiyorlar ve acı duymuyorlar. Ya da bir “fındık patronu” bir genç tarlasındaki çayı toplamayan Afgan işçilerin evini basıyor, gençleri tartaklıyor, yanında getirdiği bıçakla çeşitli yerlerinden bıçaklıyor. Nasıl çayını toplamazlar! Bunu düşünmek bile mümkün değil! Çünkü onlar köle! Hem de yabancı köle!

Bunlar göçmenlere uygulanan zihniyetin tezahürleri… Düşman olarak bellenen, kafasının ezilmesinde bir beis görülmeyen, “atık” olarak görülen insanlar üzerinde her türlü tasarrufu hak olarak gören, işkence yapan, işkenceyi görmek istemeyen hâkimler, doktorlar gibi devlet gölgesine sığınıp, devlet gibi olan “makbul vatandaşlar”…

Ama mesele sadece “göçmenler” üzerindeki tasarruf değil. Devletin size düşman olarak işaret ettiği herkes üzerinde devlet gibi davranabilirsiniz. Bunlar bir zaman dindar muhafazakârlar olabilir; başka zaman Kürtler olabilir, komünistler, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Aleviler, Romanlar ya da Fethullahçılar (yani düne kadar yere göğe koyamadığınız “din kardeşleriniz”) da olabilir…

Ya da etnik, dinsel, siyasal kimlikler arasındaki gerilimler de şart değil… Mesela üniversiteye devam edebilmek için kuryelik yapan bir genç, kırmızı ışıkta geçen bir aracı uyardığı için, araçtaki üç kişi tarafından darp edilip boğazından bıçaklanıyor ve öldürülüyor. 20’den fazla sabıka kaydı olan katillerden sadece birine 25 yıl ceza veriliyor, diğerleri serbest bırakılıyor. Ya da birtakım kocalar karılarını baltayla doğruyorlar; adam “ağır tahrik altında” kaldığı gerekçesiyle salınıyor ve elini kolunu sallaya sallaya sokaklarda dolaşıyor. Şiddetle mesafeli olan aileler çocuklarını okula yollarken “Aman evladım, sana laf atanlara sakın karışma, yürü yoluna devam et” diye nasihat ediyorlar.

İşte “nasıl oldu da en sıradan insanlar -doktorlar, fındık patronları, metro yolcuları, okulunuzdaki öğretmen arkadaşlarınız- sizin yok olmanızda, acı çekmenizde sorun görmemeyi, acı duymamayı “öğrendiler”?

Ve çok sayıda insan şiddeti bu kadar yüceltirken ya da şiddet karşısında güçlüden yana tavır koyarken, şiddetle ve kötülükle mesafeli olan insanlar nasıl “aman karışmayalım!” duygusuna girdiler? En basit haliyle nasıl bu kadar çok korkar hale geldiler?

İşte bu sorunun cevaplarından bir kısmı bu memleketin insanlarının sosyalleşmelerine damgasını vuran darbeci gelenekte ve büyük ölçüde de 12 Eylül’ün devreye soktuğu tarifsiz kaba kuvvet, cinayet ve işkence mekanizmalarının meşrulaşmasında yatıyor. AKP’nin ilk döneminde umutla sarıldığımız bir sorgulama ve yüzleşme imkânı söz konusuydu; ancak sonrasındaki AKP dönemi, tam tersine devlet mantığının yeniden üretildiği bir dönem oldu. Yani “12 Eylül” zihniyeti gayet gürbüz bir şekilde hayatımızı kontrol etmeye devam etti.

Bu yüzleşmeme sayesinde devlete kapılananlar, devletle ya da devlet gibi olan makam, para ve güçle hizalananların yeniden ürettikleri güç ve korku dili memlekette hüküm sürüyor.

“Geçmiş Bugündür: 12 Eylül 1980 Darbesi ve Bellek Aktivizmi”

İşte 12 Eylül’ün yarattığı zulme eklenen ve devam eden siyaset ve yönetim biçimlerinin üzerimizde bıraktığı izleri düşünmek üzere 16, 17, 18 Eylül tarihlerinde İzmir’de Art Venue İzmir (AVİ) ve tarihsel Adalet İçin Bellek Müzesi’nin ortaklığında “Geçmiş Bugündür: 12 Eylül 1980 Darbesi ve Bellek Aktivizmi” başlıklı bir etkinlik düzenledik.

Gerekçemizi şu şekilde dile getirdik:

Türkiye tarihinin en karanlık dönemlerinden biri olan 12 Eylül 1980 darbesi, toplumsal belleğimizde derin izler bıraktı. Bu izler, sadece bireylerin yaşamlarını değil, toplumun kolektif bilincini ve siyasi kültürünü de şekillendirdi. 12 Eylül, baskı, şiddet ve travmanın simgesi haline gelirken, aynı zamanda bugün yaşadığımız korku ve kutuplaşmanın tohumlarını attı.

Bu etkinlik geçmişi unutmadan, bu mirası anlamlandırmak, bugüne ve yarına dair daha derinlikli bir kavrayış geliştirmemize katkı sağlamak, toplumun belleğinde yer eden bu karanlık dönemi hatırlamak, sorgulamak ve kolektif belleğimizin yeniden inşasına katkıda bulunmak amacıyla düzenlendi. Bu buluşma, sadece darbenin acılarını dile getirmekle kalmayıp, 12 Eylül’ün siyasal kültürümüze yaptığı derin etkiler üzerine de düşünmemizi sağlamayı amaçlıyordu.

Unutmamak, hatırlamak ve yüzleşmek; bu süreçler toplumsal dönüşümün en güçlü dinamikleridir. 12 Eylül’ün ardında bıraktığı ağır miras, bugün hâlâ siyasetten topluma, kültürden bireysel kimliklere kadar pek çok alanda etkisini sürdürüyor. Bu çerçevede, geçmişi yalnızca hatırlamakla kalmayıp, bugünün dinamiklerini tarihsel bir bakış açısıyla değerlendirerek, daha umutlu bir geleceğin temellerini atma hedefiyle bu etkinlik, derinlemesine bir tartışma zemini sunmayı hedefliyordu.

İlk oturumda, Bellek Müzesi direktörleri Eylem Delikanlı, Aylin Tekiner, Hülya Deveci “Bellek Aktivizmi Olarak İnsan Hakları Arşivi: Tarihsel Adalet için Bellek Müzesi” başlığı altında sözlü tarih, dava dosyaları, bellek nesneleri ve adalet arayışı koleksiyonları çerçevesinde yeni bilgi üretimlerini ve insan hakları savunuculuğunu tartıştılar.

İkinci oturumda, Coşkun Üsterci’nin moderatörlüğünde, Hülya Deveci Bellek Müzesi’nin işkence haritası veritabanına dayanarak hazırlanan ayrıntılı “İşkence Raporu”nu ilk kez İzmir’de kamuoyu ile paylaştı.

Üçüncü oturumda, “12 Eylül ve Kadınların Belleği” başlığı altında ve Aylin Tekiner’in moderatörlüğünde Nazik Işık, Sevim Korkmaz Dinç ve Gaye Boralıoğlu 12 Eylül darbesinin öncesini ve sonrasını anlattılar. Bellek çalışmaları açısından kadınların perspektifinin önemi bu oturumda masaya yatırıldı. Kadınlar olmadan, kadınların mücadelesi ve tanıklıkları olmadan 12 Eylül üzerine düşünmenin neden eksik olacağını gösterdiler.

Dördüncü oturumda, Talat Ulusoy’un moderatörlüğünde “İzmir’in 12 Eylül’ü”nü konuştuk. Mukadder Dinçsoy, İrfan İnceboz, Muammer Sakaryalı ve Kubilay Tanık, darbe öncesi ve sonrası İzmir’in sosyal ve siyasal belleğini yansıttılar. TARİŞ direnişi gibi ikonik tarihi olayları, bu sürece tanıklık eden bu kişilerden dinledik.

Son günde yer alan ve “12 Eylül: Geçmiş, Şimdi ve Gelecek” başlıklı son oturumda benim moderatörlüğümde Orhan Gazi Ertekin, Senih Özay, Talat Ulusoy ve Eylem Delikanlı’yı dinledik. 12 Eylül 1980 darbesinin bizzat yaptıklarını, yarattığı toplumsal ve psikolojik ortamın geleceğe (bugüne) bıraktığı izleri ve 12 Eylül’ü aşmak için hangi düzlemlerde düşünmemiz ve çalışmamız gerektiğini tartıştık.

Travmamızı unutmamak, kendimizle yüzleşmek

Kuşkusuz Türkiye toprakları katliamlar, sürgünler, pogromlarla geçmişi yüklü bir ülke. Bu geçmiş 1960’lardan beri başlayan darbe serisiyle daha da ağırlaşmış durumda. Öyle ki darbelerden ya da daha önceki trajik olaylardan etkilenmemiş aileye rastlamak mümkün değil. Ancak 12 Eylül darbesi bugünün kutuplaşmış ortamını en somut olarak belirlemiş olan bir rejim olarak tanımlanabilir. İşte birbiri ardına eklenen baskı ve kutuplaştırmaya dayalı sosyalizasyon sonunda bugünü anlamak için daha da önemli bir hale geliyor.

Bugün, 12 Eylül 1980 darbesi sadece tarihte kalmış, sadece lanetlenecek “kötü” bir olay değil. 12 Eylül, bir yandan, devletin geleneklerinde, zihniyetinde, aktörlerinde yaşıyor. Aynı zamanda sokaktaki şiddette, birbirimiz hakkında beslediğimiz öfkelerde yaşamaya devam ediyor.

12 Eylül darbesi esas olarak bizim kuşağın (78 kuşağı) çok önemli bir kesiminin hayatlarını en derinden etkiledi. Binlerce insan devlet şiddeti ile hayatını kaybetti. Onbinlerce insan cezaevlerinde, işkencehanelerde, ömürleri boyunca unutamayacakları şiddet yaşadılar. Yıllarca konuşamadıkları, hâlâ konuşamadıkları travmalarla baş etmek zorunda kaldılar. Ama 12 Eylül sadece 78 kuşağının sorunu değil; 12 Eylül aynı zamanda bu kuşağın çocuklarına, ailelerine, toplumun her köşe başına bıraktığı, nesilden nesile aktarılan bir travmanın adı…

12 Eylül sadece solcu, devrimci gençlerin yaşadığı bir travma değil; 12 Eylül aynı zamanda bütün o kuşağa yayılmış derin bir toplumsal krizin adı… Acılar içinde, “arabesk” kültür ve müziğin içinde feryada bile gücü olmayan kuşakların hikâyesi.

Bu yüzden sadece bu kanlı darbenin müsebbiplerini lanetlemekle ve onları yüzleşmeye çağırmakla yetinemeyiz. İçimizdeki 12 Eylülcü zihniyeti, kalıpları, 12 Eylül’ün hücrelerimizde bıraktığı kırıntıları da önümüze alıp yüzleşmemiz gerekiyor.

Türkiye’nin zorlu tarihinin izlerini hep birlikte sürmek, geçmişin karanlık noktalarını aydınlatarak daha adil bir gelecek inşa etmek zorundayız.

Belki de karmaşık ve çoğul toplumsal süreçleri basite indirip, hayatı “iyi” ve “kötü”; “dostlar” ve “düşmanlar” diye ayırarak anlamsız bir savaş alanına dönüştüren 12 Eylülcü zihniyetten kendimizi kurtarmamız gerekiyor.

Ferhat Kentel
Ferhat Kentel
Son olarak, kapatılan İstanbul Şehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi olan Ferhat Kentel 1981’de ODTÜ’de işletmecilik lisans eğitimini tamamladıktan sonra 1983’te Ankara Üniversitesi SBF’den yüksek lisans ve 1989’da Paris, Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’den sosyoloji doktora derecesi aldı. 1990-1999 arasında Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi Bölümü’nde, 2001-2010 arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Fransa’da Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’de ve Université de Paris I’de çeşitli dönemlerde misafir öğretim üyesi ve araştırmacı olarak bulundu. Türkiye’de ve yurtdışında çeşitli kitap ve dergilerde modernite, gündelik hayat, yeni sosyal hareketler, din, İslâmi hareketler, aydınlar, etnik cemaatler üzerine makaleleri yayımlandı. Yayınlanmış araştırma ve kitapları şunlardır: Ermenistan ve Türkiye Vatandaşları. Karşılıklı Algılama ve Diyalog Projesi (Gevorg Poghosyan ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2005; Euro-Türkler: Türkiye ile Avrupa Birliği Arasında Köprü mü Engel mi? (Ayhan Kaya ile birlikte) İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2005; Milletin bölünmez bütünlüğü: Demokratikleşme sürecinde parçalayan milliyetçilik(ler) (Meltem Ahıska ve Fırat Genç ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2007; Belgian-Turks: A Bridge, or a Breach, between Turkey and the European Union? (Ayhan Kaya ile birlikte), King Baudoin Foundation, Brüksel, 2007; Ehlileşmemek, düzleşmemek, direnmek, (Söyleşi: Esra Elmas), Hayykitap, İstanbul, 2008, Türkiye’de Ermeniler. Cemaat-Birey-Yurttaş (Füsun Üstel, Günay Göksu Özdoğan, Karin Karakaşlı ile birlikte), İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2009; Yeni Bir Dil - Yeni bir Toplum, (Söyleşi: M.Talha Çiçek, Gülçin Tunalı Koç), Bilsam yay., Malatya, 2012; “Kır Mekânının Sosyo-Ekonomik ve Kültürel Dönüşümü: Modernleşen ve Kaybolan Geleneksel Mekânlar ve Anlamlar” (Murat Öztürk ile birlikte), TÜBİTAK araştırması, 2017.

Yazarın Diğer Yazıları

Teorinin eşliğinde yeni bir hayatı düşünebilmek

Sosyoloji insan toplumlarını anlamaya çalışır. Bu “anlamak”, her şeyi aynı paketin içine koyup, bir kerede bütünü anlamak değildir. Anlamak için toplumun farklı cephelerine bakılır....

Birlikte yaşamın metaforu olarak aşk

Epey zamandır zor günler yaşıyoruz. Ortalık gri… Her şey kötüye gidiyor gibi sanki… Güçlü ve sevgisiz bir insanlık hali içimizi karartıyor… Ama bu sadece işin...

“Özgür” Suriye ve yarattığı “imajlar”

Suriye’de Esad rejiminin devrilmesi üzerine, Apaçık Radyo’da Waseem Ahmad ile birlikte yaptığımız “Hüsnükabul” programında Türkiye’de yaşayan Suriyeli genç bir mimar olan Üveys (Ouaess) ile...

Sosyal Medyalarımız

4,890BeğenenlerBeğen
1,353TakipçilerTakip Et
4,000TakipçilerTakip Et

Son Yazılar

- Advertisement -spot_img