Sosyoloji insan toplumlarını anlamaya çalışır. Bu “anlamak”, her şeyi aynı paketin içine koyup, bir kerede bütünü anlamak değildir. Anlamak için toplumun farklı cephelerine bakılır. Mesela, toplulukların hareketleri, değişimleri, kurumları, aktörleri, güç ilişkileri ve kurdukları düzenler anlaşılmaya çalışılır. Makro ve mikro düzeylerde farklı perspektiflerden bakarak ve farklı kavramlar (araçlar), yöntemler kullanılarak tarihsel süreç içinde ve yaşadığımız zaman diliminde bir birikim ortaya çıkar. Kuşkusuz bu birikimde (sosyolog veya sosyolog olmayan) bazı teorisyenlerin, araştırmacıların katkısı çok daha önemlidir ama bu birikim eşsiz ve derya gibidir ve kimsenin tekelinde değildir.
Bu birikim sadece düşünen insanların ürettiği bir düşünceler, teoriler, kavramlar bulutu ya da bankası değildir; biriken bilgi, toplulukların bizzat eylemi ile birlikte ürer. Yani insanların eylemleri, hareketleri olmadan teori olmaz; bu hareketler üzerine düşünmeyen bilgi ya da teori de olmaz. Teori ve eylem ya da pratik arasında sonsuz bir ilişki ya da titreşim vardır. Bir bakıma -sosyologlar (ya da topluluklar ve toplumlar hakkında kafa yoran her kimse) farkında olsunlar ya da olmasınlar- pratik onların iştigal ettikleri teoriyi besler. Aynı şekilde -somut bir teorinin farkında olsunlar ya da olmasınlar- insanların yaşadıkları pratikler teorik dünyadan beslenir. Bu haliyle, söz konusu birikim insan topluluklarının “kendi üzerine düşünme” kapasitesini geliştirir.
Bir zihinsel “direnç” alanı olarak teori
Şimdi içinden geçtiğimiz dünya üzerine, bu dünyayı bir ucundan anlamak üzere sosyolojinin vasıtasıyla, önce teorinin, sonrasında pratiğin alanlarından bakarak biraz düşünme egzersizi yapalım.
Toplumların kültürel norm ve değerleri insanlar için çok önemli yol haritası ya da bakma yolları sunarlar ve çok radikal olaylar olmadığı sürece değişimleri zaman alır. Toplumlarda güç ilişkileri üzerine kurulan iktidar yapıları bu norm ve değerlerden beslenir ve iktidardaki zümrenin çıkarlarını maksimize etmek ve o zümreye zemin oluşturan kitlelerin onayını almayı sürdürmek için propaganda, ideolojik hegemonya, eğitim gibi çeşitli sosyalizasyon araçlarına başvurur. İktidardaki aktörün elinin ne kadar rahat olacağı ise hem kendi sermayesinin (ekonomik, güvenlik, medya vb.) gücüne hem de toplumdaki diğer aktörlerin güçlerine bağlıdır.
Ve sosyolojik okuma, sosyolojik düşünme, daha doğru bir ifadeyle sosyolojik birikim bize böyle bir durumda der ki; toplumsal güç ilişkileri er veya geç değişir…
Uzun zaman hiçbir şey olmuyormuş gibi gördüğümüz durumlarda, hiç değişmeyeceğini düşündüğümüz zamanda bile bu ilişkiler değişir; değerler de sarsılır, başka mecralara yönelir; rejimler de yıkılır ya da başkalaşır. Dünyanın dört bir köşesinde biriken teori, baskıcı veya gayet demokratik ya da hukuk temelli olduğu için hiç değişmeyeceğini düşündüğümüz rejimlerin altında sesi hiç çıkmayan -korktukları, mutlu oldukları, uyudukları, pasif ya da cahil oldukları düşünülen- insanların yaşadıkları topluma ve hayata karşı, mırıltılarla ya da bağıra çağıra ses çıkardıklarını bize hatırlatır.
Sosyolojinin teorisi ve birikimi bize çok şey söyler ama neredeyse “eşitlik, adalet ve özgürlük” gibi değer, arzu ve taleplerin hiç değişmeden tüm zamanlar boyunca geçerliliğini koruduğunun özellikle altını çizer.
Dolayısıyla, bu değer ve talepleri göz ardı eden, kendi çıkarlarını besleyenler dışında “insan”a değer vermeyen zümreler bütün “güçlü” ve değişmez imajlarına ve kurdukları tahayyüle rağmen, toplumun sesini ilelebet kısamazlar; o ses bir yerlerden çıkar ve “hâkim” olan ses haline gelebilir.
Bu yüzden “teori”, olup biten tezahürlere ve bu tezahürlerin getirdiği yabancılaşmaya karşı bir tür “kendi üzerine düşünme”, dolayısıyla “direnç” ve “kafaya gelmeme” kapasitesi sağlar.
Birbirlerinin peşi sıra koşturan pratikler
Şimdi de içinde yaşadığımız dünyanın, dar bir alanda -bizim buralarda, ama dünyanın geri kalanıyla da ilişkili olduğunu unutmadan- bazı tezahürlerine bakalım…
Mesela bir yandan Çinlilerin dediği gibi oldukça “ilginç -yani oldukça berbat- zamanlar” yaşıyoruz. Kendisini “dünyanın patronu” ilan etmiş bir ülkenin tepesinde yeniden patronluk koltuğunu ele geçiren bir adam belli ki temsil ettiği çıkarları hâkim kılmak için her türlü hukuksuzluğu, adaletsizliği, düzeysizliği, ahlaksızlığı ve şiddeti göze almış durumda. Bu adam Filistin’i yok etmek için soykırım uygulayan Siyonist İsrail’i sonuna kadar destekliyor ve Gazze’de “Rivyera” planları tasarlayıp Filistinlileri tehcir etmek gibi planlar yapıyor.
İşin kötüsü, bu korkunç “tehcir” planını şimdiye kadar “en hakiki Filistin dostu” olmakla övünen, “Filistinlilerin haklı davasında sonuna kadar destekleyen”, onlar için “şehadet” güzellemesi yapan bir Türkiye yönetiminin destekçisi medya mensupları “hicret” adı altında, “İslami” sosla meşrulaştırmaya başladılar.
Gene işin kötüsü aynı yönetim, kardeş ülkenin (“iki devlet – tek millet”) petrolünün çatır çatır bu topraklardaki borularla İsrail’e gitmesine aracılık ediyor. O petroller Filistinlileri öldüren uçakların benzin depolarını dolduruyor.
Aynı çerçevede “sahibinin sesi” yandaş protestolar dışında İsrail protestolarına izin vermiyor; Azeri petrolünün İsrail’e gitmesini protesto eden gerçek Filistin dostlarını eziyor; kendi çiftliği olarak gördüğü alanda CHP’nin Filistin için eylem yapmasına izin vermiyor.
Söz konusu yönetim, muhalefetin sesini kısmak için her yolu deniyor. Gazeteciler tutuklanıyor, korku kültürü pompalanıyor. Her tarafa çekilebilen “yasalara” uydurulmuş kararlar ve bu uydurma işlevi üstlenmiş “profesör”, “hukukçu”, “medya organları” vs. ile operasyonlar yapılıyor. Bu haliyle, 12 Eylül’de şahikasına varan korku kültürünü yerleştirmeye çalışıyor.
Devletin televizyon kanalları ya da devlet yörüngesine girmiş medya organları muhalefetin yönettiği belediyeleri karalamak için her türlü ucuz yolu denerken, bu belediyelerin başkanlarını ezmek, yani rakiplerini rakip olmaktan çıkarmak için her türlü yolu deniyor. Uyduruk profesörler, gizli tanıklarla diplomalar iptal ediliyor, “yolsuzluk yapıldığı saptanıyor”. Şimdiye kadar para pul işlerindeki karnesi temiz olmaktan fersah fersah uzak, kerli ferli “din âlimlerinden” aldığı fetvayla bu kiri taşıyan bir yönetim, mesela İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin sesini tamamen kısmak için belediyenin reklam ve tanıtım şirketlerine bile kayyım atıyor.
Hukukun olmadığı bir ortamda, uyduruk ihbarlarla, belirsiz yasalarla, “resmi ideolojiye” uymayan herkes cezalandırılabilir bir hedef haline geliyor.
Adaletsizlik öyle bir safhaya geçiyor ki, Hatay Samandağ’da iki sene önce depremle canları yok olmuş, hayatları altüst olmuş ve her türlü mağduriyeti hâlâ yaşamaya devam eden depremzedelerin “acele kamulaştırma” kararıyla, tapulu mülklerine, tarım arazilerine el konuyor. Köylülere şiddet uygulayan güvenlik güçleri eşliğinde iş makineleri arazilerdeki narenciye ve zeytin ağaçlarını söküyor.
“Yerli-milli-küresel emperyalizm” karşısında duyguların isyanı
İşte bu manzaraya ve pratiklere bakınca, küresel düzeyde Filistinlilerden tutun, bütün dünya mültecilerine ve ikinci sınıf vatandaş olarak görülen insanlara kadar uzanan benzer baskı ve şiddet politikaları karşısındaki sessizlik insanın canını acıtıyor.
Türkiye’de de “millet korkuyor”, “herkes çıkarını düşündüğü için sessiz” gibi açıklamalar yapılmıyor mu(ydu)? Tabii ki bunun tarihin derinliklerine uzanan sebepleri vardı; ama çok yakın tarihin de -mesela 12 Eylül felaketinin- izleri henüz geçmiş değildi. 12 Eylül generallerinin ve onların gayet “milli-vatanperver” işkencecilerinin CIA kurslarından öğrendikleri tekniklerle yaptıkları işkencelerin en büyük amacı da insanların gururunu, onurunu paramparça edip, bir daha ses bile çıkaramayacak hale getirmekti. Bu yüzden, o zamandan beri anneler-babalar çocuklarına “Aman evladım, n’olur hiçbir şeye karışma” diye yalvarıp durdular.
Sonra “Gezi olayları” diye genelgeçer tanımlanan, ancak aslında, kent rantlarıyla var olan, çevreyi sadece süs olarak gören, kültürel alan üzerinde tahakküm kurmaya çalışan zihniyete karşı bir “direniş” olup, adeta “kolektif bir kimlik” inşa eden bir toplumsal harekete tanık olduk.
12 Eylül’ün bıraktığı yaralar daha kapanmamışken (gerçekten yüzleşilmemesi halinde kapanması zaten pek mümkün değil), Gezi’nin çocukları sokaklara çıktılar. Ve vitrinindeki “muhafazakâr” zihniyet eşliğinde, devlet gene acımasızca şiddet uyguladı. Gene sokaklarda gençleri avlarken, “suçlu” ilan ettiklerini kanun önüne çıkarmak ve “hukuk” alanı içinde iktidarını göstermek yerine, asgari düzeyde “devlet” gibi olmak yerine, adeta taraftar grubu olarak performans gösterdi. Fethullahçısı, Fethullahçı olmayanı, hep birlikte meydanlardan daracık sokaklara insan avlamak üzere çalıştı.
Anneler-babalar çocuklarının saçlarının teline bile zarar gelmesinden gene korktular. Ve gerçekten bu toplum, inatçı küçük azınlık gruplar dışında sokaklara çıkmaya cesaret edemedi.
İşte sosyolojinin birikimi burada hep şunu söylüyor: Hep böyle olmak zorunda değil; bu sessizlik mutlak değil; değişim devam ediyor… Ancak bu her zaman görünmüyor…
Korku da cesaret de bulaşıcıdır. İnsanların yan yana geldiklerinde, karşılaştıklarında birbirlerine verdikleri duygusal titreşimler, somut ve elle tutulur nitelikte etkiler yaratır.
Bazen, 12 Eylülcülerin insanın aklına hayaline gelmeyecek türden usullerle yaptıkları işkenceler gibi, bazen de “devrim” yapanların giyotinle yarattıkları “terör” de insanları “terörize” eder ve ağzını açamaz hale getirir. Bazen birtakım mafya liderlerinin, devletin içine çöken mafya çetelerinin tehditleri (“Kanlarında yıkanacağız!”), köy meydanına dalıp insan kaçıran “görevlilerin” yarattıkları dehşet ve arkalarında bıraktıkları “faili meçhul” cinayetler, tam da amaçlandığı gibi ürpertiler eşliğinde hafızalara yazılır.
Ancak, buna karşılık, insanlar arasındaki titreşimi, bazen insanların duygusal sermayelerinin ortaklaşmış kuytularındaki bir noktaya dokunan bir konuşma başlatır.
Bazen de Amerikan bombardıman uçaklarının Vietnam’da napalm bombalarıyla yaktıkları köyden kaçan çırılçıplak küçük kız çocuğu Phan Thi Kim Phuc’un fotoğrafı olur bu başlangıç. Ve bizzat ABD vatandaşları, emperyalist ordularının Vietnam’dan çıkması için sokakları işgal eder. Bazen, Tunus’ta kendini ateşlere veren Muhammed Bouazizi Arap Baharı’nı tetikleyen kişi olur.
Ancak bazen de, adını önce Aylan Bebek koyduğumuz, sonra Alan Kurdi olduğunu öğrendiğimiz küçük çocuğun cansız bedeni sahile vurur, aşırı duygulanırız ama sokaklara dökülemeyiz bir türlü…
Bazen Trump’ın izansız ve kibirle yaptıkları, söyledikleri insanlarda gelecek için korkunç endişelere sebep olur; Filistin’de yapılan soykırıma karşı, soykırıma hayır diyen insanların vatandaşlıktan çıkarılması gibi şantajlara karşı Amerikan şehirleri özgürlük ve adalet için sokaklara iner.
Beyazıt’ta üniversiteden çıkıp polis barikatını aşan öğrencilerin görüntüsü harekete geçirir duyguları.
Yani süreklileşen mevcudiyetiyle “Yeter artık!” duygusu, bir işaretle, en derinden gelir ve insanların arasından geçerek yüzeye çıkar.
Sokakları dolduran insanlar her zaman devrim ya da herhangi bir radikal dönüşümün peşinde değildirler. Bugünlerde Türkiye’de sokaklara taşarak toplumsal harekete dönüşen üniversiteli genç insanlar ya da Yozgat’taki çiftçilerde olduğu gibi, duyguları mutsuzluk, çaresizlik ve umutsuzlukla donanmıştır. Onlar Türkiye’nin ortalama duygu hallerini temsil ediyorlar; sadece daha iyi yaşamak, özgür yaşamak, adaletli bir dünyada, gelecekten korkmadan yaşamak istiyorlar.
Türkiye’de ve ABD’de kendilerine “yerli ve milli” diyen rejimler gayet “ilginç” (bkz. yukarıda Çinlilerin dediği gibi) bir dayanışma içindeler. Bu “yerli ve millilik” aslında şu sıralarda neoliberal kapitalizmin küresel gücünü besleyen bir “duygusal” kampanyayı ve tahakkümü sağlamaya uğraşıyor. “Duygu kapitalizmi” denen, yapay zekâ ve dijital iletişim teknolojileri eşliğinde ve tekelleşmiş medya marifetiyle, küresel patronlar, insanların her türlü duygularını kontrol etmeye çalışıyorlar. Onların ulusal düzeyde popülizmi pompalayan “yerli ve milli” işbirlikçileri de her türlü söylem (eski Stalinist parti geleneğinden gelen siyasal ya da yeni neoliberal sermayeleri, milliyetçi, dindar sosları vb.) kombinasyonunu devreye sokuyorlar ve bu operasyona destek veriyorlar.
Ve aslında çok ilginç bir şey yapıyorlar; “küresel emperyalizm karşısında milli yaklaşımlara sahip, küreselcilerle çatışan bir Trump yönetimi” imajı çizip, Ortadoğu’yu “Rivyera” mantığıyla altüst eden adamı ve rejimini aklayarak, bizzat “küresel emperyalizmin ipiyle”, neredeyse “solcu” edalarla “küresel emperyalizme karşı” kahramanlık yapıyormuş gibi oluyorlar.
Bir toplumsal hareket
Derin sessizliklerden sonra ortaya çıkan toplumsal hareketler de aslında tam da böyle bir dünyaya cevap veriyorlar. Her şeyden malzeme devşiren “emperyalist-yerli-milli” söylem teknolojilerine karşı dile gelen “yeter artık” duygusu da çok çeşitli duyguları bir araya getiriyor. Başka bir ifadeyle, sokaklara dökülen insanların hareketi çok çeşitli referanslarla besleniyor.
Bu vesileyle, Ekrem İmamoğlu için başlayan hareketten çıkarak, genel olarak toplumsal hareketlerin gözden kaçan bazı niteliklerine de işaret etmek faydalı olabilir. Mesela bir toplumsal harekette yan yana gelen insanlar aynı değildir. Hiçbir toplumsal hareket kafamızdaki ideal imaja uymaz. Mesela Kürtsünüzdür; Kürtçe (“azadi” / özgürlük) küçük bir pankartla eyleme katılmak istersiniz; bir ulusalcı genç kız gelir, sizi “git buradan” diyerek meydandan kovar. Ya da tersi olur; LGBT olarak barış için Newroz’a gidersiniz, alandan kovulursunuz. Siz iki parmağınızla zafer işareti yaparken, yanınızda bir başkası kurt işareti yaparak rengini belli eder.
Tabii ki, diploma ve yolsuzluk meselelerinin hem gündem olup hem de bastırıldığı bir ortamda, ironik bir şekilde -nokta atışı yapılarak- İmamoğlu’nun meşruiyetini ve saygınlığına dönük bir darbe vurmak üzere, diplomasının iptal edilmesi, arkasından yolsuzlukla suçlanıp tutuklanması hareket için katalizör bir rol oynadı. Bir bakıma aşırı derecede göstere göstere yapılan bu operasyon haksızlık duygusunu katladı.
Ancak sokağa çıkan gençler sadece İmamoğlu için çıkmadılar. İmamoğlu vasıtasıyla, kendi gelecekleri hakkında, çok derin bir umutsuzluk duygusunu yaşadılar; zaten kırık dökük “adalet” fikri hakkında güvenlerini kaybettiler. Bugün bu hareket ve içinde yer alan gençler bu umudu yeniden inşa ediyorlar.
Ancak bu umut ve adalet mevzuu sadece Türkiye’ye özgü bir durum değil; dünyanın dört bir köşesinde insanlar, neoliberal tahakküme ve onun popülist diline el yordamıyla cevaplar oluşturmaya çalışıyorlar. El yordamıyla başlayan bu hareket, yeni zamanlar için bir toplumsal hareket modeli olur mu, önceden kestirmek mümkün değil ama en azından bu hareket sayesinde toplumun, bütün badirelere rağmen, “yaşadığını” görebiliyoruz.
Son olarak, mühim olan harekete damga vurmak, iz bırakmak, güç yarıştırmak değil, o hareket içinde olanların birbirleriyle konuşabilmelerini, birbirlerini kapsayabilmelerini sağlamak ve hareketin doğmasına neden olan arızaları aşarak yeni bir hayatı doğurabilme umudunu ve imkânını beslemektir.