Mısost Ayşen Dağıstanlı
Yolculuk hikâyeleri güzeldir.
Bazı yolculuk hikâyelerinde coşkulu kavuşmalar, sevinçli buluşmalar vardır. Bazılarında ise hüzünlü ayrılıklar…
En acı olan ise bir umudun peşinden gidenlerin bir daha hiç dönmediği, geride bıraktıklarının ise bir ömür boyu onları beklediği yolculuktur.
Dağıstanlı bir ailenin bir asır arayla ters istikamette yaptığı iki yolculuğun hikâyesini anlatmak ailenin gelini olarak bana nasip oldu.
İlk yolculukta uğurlananlar ile geride kalanların torunları bir asır sonraki ikinci yolculukta kavuşmanın hüzün ve sevincini bir arada yaşadılar.
Dağıstan’ın Lak bölgesindeki Cara isimli dağ köyünde yaşayan Zekeriya, eşi Fatimat ve iki küçük oğluyla birlikte o günlerde Osmanlı devleti sınırlarına dahil olan Şam’a gitmek üzere 1910 yılı civarında yola çıktılar. O yıllarda Dağıstan, Çarlık Rusya’sının yönetimindeydi. 1904’teki Japon-Rus Savaşı Rusya’nın yenilgisiyle sona ermiş, 1905 yılında Moskova’da kanlı şekilde bastırılan bir halk ayaklanması gerçekleşmişti. Rus çarının hâkimiyetindeki geniş topraklarda yaşayan tüm halklar ağır ekonomik ve yaşam koşullarıyla mücadele ediyordu. Ailenin Şam’a gidiş nedenini kesin olarak bilemiyoruz. Ancak dönemin ekonomik koşullarının ve o yıllarda bölgeden Şam tarafına gidip gelenlerin anlattığı olumlu izlenimlerin, Zekeriya’nın aklında Şam’da bir süre çalışmak ve belki ticaret fırsatlarını değerlendirmek isteği yarattığını tahmin ediyoruz. Gidiş amaçlarını kesin olarak bilmesek de, Cara’da kalan kızları Aisha’nın torunlarına anlattığına göre, geri dönmek üzere ayrıldıklarından eminiz.
Zekeriya ve Fatimat, 7-8 yaşlarındaki Muhammed ile ondan 5-6 yaş büyük Ömer’i yanlarına alırlar. Büyük oğulları Emirhan ile kızları Aisha köyde kalır. Emirhan zaten yeni evlidir. Kızları Aisha’yı ise -köyde ağabeyi ve akrabalarıyla kalmasının, genç bir kız olarak o günün yol koşullarında seyahat etmesinden daha güvenli olacağını düşünerek- geride bıraktıklarını tahmin ediyoruz.
Ailenin sağ salim ulaştığı Şam’da çocuklar okula başlar. Ancak bir süre sonra o günlerde Osmanlı toprağı olan bugünkü Ürdün Krallığı’nın Amman ve Zarka kentlerinin arasındaki bir bölgeye, Ruseyfa’ya göç ederler.
Bu yer değişikliğinin nedenini Muhammed yıllar sonra çocuklarına şöyle anlatır: Bir gün Muhammed okulda bir çocukla kavga eder. Babası kavganın nedenini sorar. Muhammed, dövdüğü çocuğun, abisi Ömer’e küfrettiğini anlatır. Yerli çocuğun ağzından çıkan sinkaflı küfrü duyan Zekeriya, çocuklarının o ortamda kalmasını istemez ve Şam’dan ayrılmaya karar verir.
Ancak bir süre sonra Zekeriya ve Fatimat’ın peş peşe vefatıyla Ömer ve Muhammed yapayalnız kalırlar. Ardından 18 yaşına gelen Ömer’in Osmanlı ordusuna asker alınmasıyla henüz çocuk yaştaki Muhammed hiçbir yakınlarının olmadığı Ruseyfa’da artık tek başınadır.
Bölgenin kaderinin Batılı devletler tarafından yeniden yazıldığı, zayıflayan Osmanlı devletinin ordusu için ağır kayıpların yaşandığı o yıllarda Muhammed’in tek başına verdiği hayat mücadelesi ayrı bir yazının konusu olmayı gerektirecek kadar ilginç anılarla doludur. Ancak Muhammed’in, küçük yaşta olması sayesinde, İngilizler tarafından esir alınan Türk askerlerin bulunduğu kampa girip çıkabildiğine, bildiği az İngilizcesiyle Türk askerlerin İngiliz kamp yetkilileriyle iletişimine yardım ettiğine, bu sayede esir Türklerle dostluk kurduğuna değinmek gerekir. Mondros Mütarekesi’nin 1918’de imzalanmasından sonra Osmanlı ordusu bölgeden çekilmek zorunda kalır. Esir tutulan askerler de Anadolu’ya, memleketlerine dönmeye başlarlar.
Kampta tanıştığı Kastamonulu bir asker, Muhammed’e “Benim oğlum yok, senin de anne-baban yok. Benimle memleketime gel, ailemin yanında yaşa’’ der. Muhammed kabul eder ve asker ile birlikte Kastamonu’ya gider. Birkaç yıl kaldığı Kastamonu’daki ailenin yanından abisini bulmak için tekrar Ürdün’e döner. Muhammed ve çocukları yıllar sonra Ankara’da yaşadıkları yıllarda, Kastamonulu askerin yakınlarıyla görüşmeye devam ederler.
O günlerin üzerinden uzun yıllar geçer. Ömer ve Muhammed artık evlenmiş, hayatlarını kurmuşlardır. Her ikisi de Ürdün’de yaşayan Çerkes ailelerine mensup eşlerle evlidirler. Evlerinde Adigece iş hayatlarında Arapça konuşulmaktadır.
Ömer’in Fehmiye adında bir kızı olmuştur. Ürdünlü bir Çerkes ile evlenen Fehmiye, eşinin işi nedeniyle Amerika Birleşik Devletleri’ne (ABD) taşınır. Bir süre sonra Ömer ve eşi de kızlarının yanına, ABD’ye taşınır ve orada vefat ederler. 80’li yıllarda Ömer’in ABD’den Ankara’ya yaptığı ziyarette iki kardeş son kez görüşürler.
Fehmiye’nin 1993 yılında Ankara’ya kuzenlerini görmek için yaptığı ziyarete ben de tanık olmuştum. Tipik bir Amerikalı görünümündeki bir hanımın benim için o yıllara kadar ‘geleneksele ait’ olduğunu düşündüğüm Adigeceyi akıcı bir şekilde konuşması bana çok ilginç gelmişti. Fehmiye ve eşinin vefatından sonra oğulları Narik ve Mazen bugün ABD’de yaşamaktadır.
Muhammed’in ise Bekıj Hayat ile evliliğinden Pakize, Gülhan, Emel, Cihan, Seyfullah ve Keriman isimli çocukları doğmuştur. Ürdün’ün Zarka kentinde yaşayan aile 1969 yılında Türkiye’ye göç etmiş, bir süre İskenderun’da yaşamış, daha sonra Ankara’ya taşınmıştır.
Ailenin Ürdün’de yaşadığı yıllarda, Muhammed’in çevresinde, ABD’ye taşınmış olan abisi Ömer’den başka iki aile daha vardı. Onlardan biri, daha sonra Türkiye’de uzun yıllar Kafkas ekiplerinde hocalık yapan, tanınan pşınawo Hacı Murat Dağıstanlı’nın amcasıdır. Diğeri ise Çeçen bir hanımla evli olan Muhammed’in köyünde, yan evdeki komşusu Cemalettin’dir. Cemalettin, Muhammedlerin köyden çıkışından çok sonra, gençlik yaşlarında köyden ayrılmıştır. Onun da Dağıstan’dan Hindistan’a uzanan maceralı bir yolculuğu olmuş ve en sonunda yerleştiği Ürdün’de Muhammed’le buluşmuşlardır.
Annesi, babası ve abisi ayrıldıkları köylerine bir daha dönemez ama Muhammed çocukluğundan yıllar sonra orta yaşlı bir adam olarak köyüne tekrar gidebilir.
Muhammed ve köylüsü Cemalettin 1967 yılında köylerine seyahat etmeyi planlarlar. İkisinin de köylerinden ayrılmalarının üzerinden yıllar geçmiştir. Dağıstan da artık Çarlık Rusya’sına değil, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği yönetimine bağlı bir cumhuriyettir. Soğuk savaş dönemi sürmektedir ve Rusya ile iletişim ve ulaşım çok zordur. Cemalettin ve Muhammed, Türkiye üzerinden trenle Dağıstan’a geçmek üzere bir rota çizerler.
Yola çıkmadan önce bir gün Muhammed akşam eve geldiğinde kızlarından Emel’i kendisini kapının girişindeki basamaklarda beklerken bulur. Emel babasını görür görmez annesini Türkçe kelimelerle şikâyet etmeye başlar. Annesi Emel’e bir nedenle kızmıştır, Emel de annesine kızgınlığını -onun anlamaması için- babasına Türkçe şikâyet etmektedir. Emel’in Türkçe konuşma çabası Muhammed’in çok hoşuna gider ve gülmeye başlar. Çünkü çocuklarını evde konuşulan Adigece ve okulda öğrendikleri Arapça ve İngilizcenin yanında Türkçe öğrenmeleri için de teşvik etmektedir. Emel’i Türkçe öğrenmek için gösterdiği çaba nedeniyle ödüllendirmek ister ve onu yolculuğa dahil eder.
Cemalettin, Muhammed ve Emel’in tren yolculuğu günler sürer. Yolculuk koşulları çok zorludur; günlerce trenin durduğu istasyonlarda bulabildikleri sadece simit ile beslenirler. Emel yiyecek almak için inen babasının bir istasyondan elinde bir tane yeşil biberle geldiğini, babasının sevinçle uzattığı biberin tadını hayatı boyunca unutamadığını anlatmaktadır.
Kars’a ulaştıklarında yolculuğa mola verilir. Muhammed belki yolculuğun Kars’a kadar olan kısmında yaşadıkları zorluklar nedeniyle, belki yolun sonrasında neler yaşayacaklarını kestiremediğinden, belki de Türkçe öğrenmesine yarayacağını düşündüğünden kızı Emel’i Kars’ta yaşayan Dağıstanlı Ablak ailesinin yanında bırakır.
Muhammed ve Cemalettin Kars’tan ayrılarak Dağıstan’a doğru yollarına devam ederler. Mahaçkala’dan sonra Cara’ya kadar at üzerinde yaptıkları yolculukla ulaşırlar.
Muhammed ile Aisha’nın Cara’da karşılaşma anını Aisha’nın o günlerde çocuk yaşta olan torunu Zinat şöyle anlatıyor: “Bütün köy çevrelerinde toplanmıştı, iki kardeş dakikalarca hiç kıpırdamadan birbirlerine baktılar. Zaman durmuş, herkes donmuş gibiydi. Sonra bir anda birbirlerine sarılıp ağlamaya başladılar. O anda tüm köy halkı ağlıyordu.”
Muhammed yarım asır sonra döndüğü köyündedir. Ancak abisi Emirhan hayatta değildir. Emirhan’ın Zekeriya ve Fatima isimli çocuklarından, Aisha’nın ise Gadji isimli oğlundan torunlarıyla tanışır. Muhammed’in bu ziyareti Cara’daki yaşlılar tarafından hâlâ hatırlanmaktadır. Yanında getirdiği seccade Muhammed’in hatırası olarak köydeki yakınları tarafından bugüne kadar muhafaza edilmiştir.
İki kardeşin buluşmasına dair bizim ziyaretimiz sırasında anlatılan bir anekdot hayatın uzaklara savurduğu kardeşlerin hikâyesinin özetidir: Köyden hiç ayrılmayan Aisha yalnızca anadili Lakça konuşmaktadır. Adigece, Arapça ve İngilizce konuşan Muhammed ise çocukluğunda ayrıldığı memleketinde konuşulan Lakçayı artık unutmuştur. Aisha, çocuklarına “Yıllardır hasretini çektiğim kardeşimle şimdi aynı odada yan yana oturuyoruz ama birbirimizi anlayamıyoruz’’ diyerek üzüntüsünü anlatmıştır. (Devam edecek)










