Pencerenin önünde, tabure niyetine kullanılan kütüklerin üstünde yan yana iki yabancı gibi oturuyorduk. Gözleri eski günleri ararcasına kısık bir şekilde pıstaya doğru bakıyordu. Yemyeşil vadi uzaktan; “gelin eski günlerinizi yaşayın, çocukluğunuzu, gençliğinizi, dünyayı dümdüz pürüzsüz, rüyaları hep tozpembe gördüğünüz, kırsal kesim sorunlarının içinden bir cihan pehlivanı edasıyla yenilmeyi hiç düşünmeksizin başa çıkmaya çalıştığınız o eski günlerinize geri dönün..! At yarışlarınıza, güreşlerinize, ceviz ağacında salıncak yapıp kız arkadaşlarınızla sanki gökyüzüne ulaşırcasına sallandığınız, pıstada hıdrellez yaptığınız, yağmur yağması için ziwa ziwa yaptığınız, harmanlarda gündüzleri topaç çevirip akşamları saklambaç oynadığınız o mutlu günlerinize geri dönün…!” diyordu. Ben, yan gözle, belli etmemeye çalışarak ona bakarken, o iki dirseğini dizlerine dayamış, elleriyle yüzünü avuçlamış, derin bir sessizlik içinde öylece pıstaya doğru bakıyordu. Kim bilebilir aklından neler geçiyordu? Gençliği, çocukluğu, bu küçücük, şirin köyde geçirdiği yıllar, arkadaşları, dostları… Kimi ara sıra görünür, kimi yok oldu gurbet denilen yabancı diyarlara, kimi kavuştu hakkın rahmetine; toprağa.
Orada sessizce, yan yana konuşmaksızın, birkaç saat geçirdik. Bir ara “Kaplan ağabey nasılsın?” dedim. Kolunun birini öne doğru uzatarak, yavaşça: ”kolumu kullanmakta biraz zorlanıyorum, ameliyat oldum da“ dedi. Tüm konuşmamız bu oldu. Kalkıp evlerine doğru yöneldiğinde uzunca bir süre, gözden kayboluncaya kadar arkasından baktım, o koca yiğit adam, yeşil vadinin seslendiği adam değildi sanki, hafif öne doğru kaykılmış omuzları “Dünya seni omuzlarımda taşıyorum amma zoraki” der gibiydi.
O uzaklaşıp gözden kaybolduğu an düşlerim bir melek sessizliği ile gelip gözlerimi aldı, Hacı Gül beylerin evinin önünden geçip sola döndü, Gıdış dedenin evini geçip Hacıharmanın yoluna sapmıştı ki solda, küçük, yeşil bir harmanın kıyısında tek başına ayakta kalabilmeyi becermiş çam ağacının önünde durakladı. Sislerin içinden tek katlı, şirin bir köy evi belirdi, doğuya bakan duvarlar yerine, kocaman tahtadan yapılmış iki kapı yanlara doğru açılmış, sevimli bir davetle benim içeri girmemi bekliyordu. Gözlerim çocuk sevinciyle içeri daldı, önce örste demir döven çekiç seslerini, sonra Mahmut ağabeyin “Vara Kaplan zagu kavtsuva?” (Hey Kaplan ne yapıyorsun?) diyen neşeli bağırtısını duydum, sonra önünde demirci önlüğü, elinde çekiç, işinden başını kaldırmaksızın; ”Zagu kahtsuşa hacup” (Ne yapacağız, uğraşıyoruz) diyen Kaplan ağabeyi, yanan ocağı, belleğimden kim olduğuna dair silueti silinmiş bir çocuk tarafından kullanılan, durmaksızın soluyan körüğü gördüm.
Kaplan ağabey elindeki kızgın kor demiri suya daldırdı, suyun üstünde duman ve su buharcıkları oluştu, kızgın demir çelikleşirken iki su buharı kanatlanıp bana doğru yöneldiler, büyüdüler büyüdüler, gelip birer kolumdan tuttular, ince narin çocuk bedenimi bir tüy gibi havalandırdılar, bütün köyü, dağı, pıstayı, Ahmet dedeyi, Kurt tepeyi, xogayı, köyün arkasında dümdüz uzanan tarlaları, xetsegur’u, uzaktan kara kara yansıyan Kalançit dağlarını, kıvrıla kıvrıla akıp köyü ikiye bölen, yazın kuruma noktasına varan küçük dereyi görüyordum. Fazla dolaştırmaksızın atölyenin bir alt sokağındaki bahçe içinde iki katlı, Çekaa Veysel’in evine indirdiler.
Evde mahşeri bir kalabalık vardı, bulutlar beni alt kattaki odalardan birine soktular, odayı birkaç adet beş numara gaz lambası aydınlatıyordu. Bir sürü yer sofraları kurulmuş, insanlar etrafında dizilmiş yemek yiyorlardı. Beni götürdüler sofralardan birinin yanına bıraktılar. ”Ari Çekaa qurbagi çika yıbılot vara. Mıtsı gırxam. Çekaa qurba cızzz.” (Bu Çekaların kurbasıda çok yanıyor. Yalan söylemiyorlar. Çekaların kurbası cızz.). Bu, Mahmut ağabeyin topluluğa neşe salan gür sesiydi, onun yanında oturuyordum, neşem yerine geldi. Zaten orada bulunan herkes çok neşeliydi. Neden olmasınlar idi ki, dışardan armonikanın şen sesi, pxerceklerin ona verdiği ritim, gençlerin oynayanları coşturmak için ‘agur, yov yov’ diye bağırışları durmaksızın coşkuyla sürüyordu.
Dışarıda düğün vardı, evet burası bir düğün evi idi! Düğünün hengamesi bir haftadan beri sürüyordu. Gelini dün alıp getirmişler, tatsamıharaya koymuşlardı, bugün sıra damatda idi. O, düğün başladığından beri Teiçara da bulunuyor, adet gereği dışarı çıkmıyor, çıksa da büyüklerine görünmüyordu. Her ihtiyacı Teiçara denilen sağdıcı tarafından karşılanıyor, zaman zaman arkadaşları ziyaret ediyor, şakalaşıp eğleniyorlardı.
Düğünün ilerleyen saatlerinde, Mahmut ağabeyin gür ve şen sesi duyuldu; “Gençler yarınız düğüne devam etsin, yarınız da damadı getirmek için benimle gelsin. Teiçaraya gidiyoruz.” Bir gurup kızlı – erkekli genç ayrıldı, ellerinde lüks feneri, Teiçaraya doğru neşeli bir şekilde yola koyuldular. Oraya varınca kapıda gençler bir düğün düzeni oluşturdular. Teiçara, damadı vermeye razı oluncaya kadar bir hayli düğün yaptılar. Yeteri kadar kalındığına kanaat getirilince, Mahmut ağabey ve birkaç genç içeri, damadın yanına girdiler. Dışarı çıktıklarında gençler öylesine birbirlerine sokulmuşlardı ki aralarında damat Kaplan ağabeyi görebilmek mümkün değildi. Mahmut ağabey biraz öne çıktı ve;
“Ya gaffaro” diye bağırdı,
Topluluk koro halinde:
“Ya Allah”
Mahmut ağabey: “Ya sattaro “
Topluluk koro halinde:
“Ya Allah”
Mahmut ağabey: “Fafinano “
Topluluk koro halinde:
“Ya Allah
Ya rahman ya rahim
Beygafuke ya kerim”
Diyerek bağırdıktan sonra yola koyuldular, yolda bunu bir defa daha aynı şekilde tekrar ettikten sonra düğün evine varıldı. Burada bu ilahiyi bir kere daha tekrar ettiler, ondan sonra yol boyunca bir yumak halinde etrafında kümelendikleri ve kimselere göstermedikleri damadı samimi arkadaşları aldılar, yine göstermemeye büyük özen göstererek, şamata ve bağrışmalar içinde sırtını yumruklayarak eve soktular. Bu artık düğünün sonuna geldiğinin işaretiydi. Dışarıdaki düğün bir hayli zaman daha devam ettikten sonra dağıldı. Köy, mutlulukla hüznü iç içe barındıran her zamanki sessizliğine tekrar büründü.
Ne zaman köye gitsem, Hacıharman yoluna sapsam o küçük demirci atölyesini, Mahmut ve Kaplan ağabeylerin biribirlerine Abazaca takılmalarını, şen muhabbetlerini ve bir Mevlevî müziğinin ahengiyle çınlayan örs çekiç seslerini duyar gibi olurum. Ya gaffaro gelir hüzünlü bir şekilde belleğimde tekrar eder. Çocukken bu şarkıyı-ilahiyi düğünlerde zevkle dinlerken şimdi bana hüzün veriyor. Sanki yok oluşun bir işareti gibi belleğime acı veriyor. Aslında büyük bir Çerkes kahramanı için yapılmış şarkı olan “Woo Ridade” (Hey Ridade )zaman içinde değişime uğratılarak orijinal aslından vazgeçilip, şimdiki Arapça ilahiye dönüştürülmüştü.
Birileri bilerek ve isteyerek, bizlerse yenilik diye bilmeden isteyerek, kendi kültürel değerimizi bırakmış, başka bir halkın kültürel değerini almıştık. Oysaki Tanrıya her zaman ve her yerde dua edebilirdik. En güzel de kendi dilimizde dua ederdik. Artık, Woo Ridade diyerek kendi dilimizde o büyük unutulmaz kahramanımıza seslenemiyoruz. Bu acı bir hüzündür!
Kaplan ağabey uzun yıllardır gurbetçi.
O, küçük atölyesini kapatıp Almanya’ya gideli kaç yıl olmuş hafızamdan silinip gitmiş, hatırlayamıyorum bile. O da tıpkı “Wo Ridade” kahramanlık şarkısı gibi bir kültürden diğerine, ondan da bir başa kültüre geçerek, değişime uğrayarak, orada; gurbette çocuklar; yeni bir nesil yetiştiriyor. Önce bir savaşla anavatanından, sonra da ekmek parası için Anadolu’dan koparılmış olarak yaşamaya çalışıyor.
Sayı: 2008 04