Mızrak ve Ejderha

0
494

Zemini parlak laminant parke kaplı bir odadayım. Karşımda iki Moldovalı, iki Rus, İki Letonyalı, üç Azeri ve üç Ermeni, Gürcistan’da ne aradığımı soruyorlar. Ben aslında laminant parkenin Gürcistan’a ne zaman girdiğini düşünüyorum ve kısmen eğlenceli bir cevap veriyorum: “Uyuyordum, Ömer aradı. Benimle Gürcistan’a gelir misin dedi. Evet dedim çünkü hala uyuyordum. ” 

Bu yurtdışına ilk çıkışım. İlk kez birilerine pasaport gösterişim ve ilk kez yakından domuz görüşüm (Çizgi filmlerdeki gibi pembe olanlardan). Gürcistan’a gidiş amacımız şiddet üzerine düzenlenen bir Avrupa Birliği projesine katılmak. Tam da şiddetin, Gürcülerin Osetler, ardından Rusların Gürcüler üzerine uyguladığı şiddetin ardından… 

Bir Oset olarak yaralarını saran bir “düşman” ülkede olmak benim için gerçekten çok manidar. 

İlk gün beklendiği gibi sıradan ve sıkıcı geçiyor. Ta ki gece olana kadar. Gece olunca Tiflis’te dolaşma imkânı buluyoruz. Otelden çıkar çıkmaz bizi, ülkeye adını veren Aziz Georgios’un heykeli karşılıyor. Tiflis’in meydanında her zaman olduğu gibi ejderhaya mızrak saplarken tasvir edilmiş Aziz Georgios. Şu günlerde mızraklanan o ejderha Gürcüler mi Osetler mi karar vermek gerçekten zor olsa gerek Gürcüler için. 

Sokaklar olabildiğince garip. SSCB’nin dağılmasının ardından belli ki yükünü tutan tutmuş. Yükünü tutamayanlar ise yükünü tutan azınlığın kırıntıları ile hayatta kalmaya çalışıyor. İlk dikkatimi çeken Tiflis’te ne kadar çok Mercedes olduğu. Orta sınıfa hitap eden, “aile arabası” olarak sınıflandırdığımız hiçbir araba yok Tiflis’te. Belki de bir “orta sınıf” olmadığı içindir… 

Bir şeyler içmeye dışarı çıkıyoruz. Orta sınıfı olmayan bir ülkede orta sınıf bir bar buluyoruz. Fiyatlar ilk gün için bize makul geliyor. Fakat gerçek kendisini ilerleyen günlerde gösteriyor. Hâlbuki orta sınıf barın kapısında bekleyen arabalardan her şeyi anlamamız gerekirdi. Gittiğimiz bara herhangi bir Gürcü’nün girmesinin bu ekonomik şartlarda imkânsız olduğunu anlamamız takriben üç günümüzü alıyor. 

Öte yandan proje gayet enteresan geçiyor. Ömer benim Oset olduğumu ağzından kaçırıyor. Proje danışmanımız Nana bir Gürcü ve kendisi için sorun olmadığını söylüyor. Umursamazlığına kızıyorum. Olumlu veya olumsuz bir tepki bekliyorum, gelmiyor… 

Sabahtan akşama kadar ŞİDDET üzerine konuşuyoruz. Gürcüler Ruslarla ve benimle yani Osetlerle resmen savaşta, Ermeniler Azerilerle resmen, Türklerle gayrı resmi olarak savaşta. Letonyalılar Ruslardan pek hazzetmiyor. Moldovalıların dünya umurunda değil… Tüm bu beynelmilel ilişkiler sürerken herkes sağduyulu davranıyor ve Tiflis’teki otelde mutlak bir barış yaşanıyor. Aslına bakılırsa kimse bürokrasi ile o kadar içli dışlı değil. Nedense herkes orada kendi hükümetini temsil etmemeyi seçiyor. Proje biterken Rus bana, ben Ermeni’ye sarılıyorum. Herkes mutlu ayrılıyor. Her belgeselde kafama çakılan cümleye bu kez kendi gözlerimle şahit oluyorum. Aslında birbirimizden o kadar da farklı olmadığımızı görüyorum. Barda kenara çekilip sigara içerken, eğlenen insanların tüm dünyada birbirine benzediğini düşünüyorum. Tıpkı Tiflis’te şahit olduğum fakirlik gibi… 

Son gün Türkiye ekibi olarak otelden ayrılırken hayatımda ilk kez bir kapkaç olayına şahit oluyorum. Taksiye binerken yolun karşı tarafında sarışın bir kadına gözüm ilişiyor. Kapüşonlu çocuğun arkasından gelişine, çantayı çekip kadını betona yüzüstü düşürmesine ve birden kaybolmasına meydandaki Aziz Georgios ile aynı anda şahit oluyoruz. Şiddeti konuşmak için geldiğimiz Gürcistan’da, şiddete şahit oluyoruz. 

Tüm olanların üzerine bir de bu eklenince Ingeborg Bachmann’ı anmadan edemiyorum. Faşizm bir kez daha iki insan arasındaki ilişkiden başlıyor. Her şeyin sonunda Bachmann bir kez daha haklı çıkıyor… 

  

Sayı : 2009 07