Nilgün Türkler Soydan, Fatma Morsümbül, Perihan Altuğ, İrfan Bilgin, Nevzat Özgen, İrfan Babaoğlu, Adnan Orhan, Şükrü Kuyrşun… Yakınları kaybedilen, öldürülenler ankara‘da buluştu; yaşadıklarını anlattı. Talep “gerçek ve adalet”.
Tanıklar Konuşuyor, Gerçek Buluşması”nın öğleden sonraki oturumunda söz alan sosyolog İsmail Beşikçi Türkiye’nin bir yarısının otuz senedir olağanüstü koşullarda yönetildiğini ve bunun Türkiye’nin diğer yarısını etkilememesinin mümkün olmadığının altını çizdi.
Programda yer alan 12 başlığın da temelinde Cumhuriyet’in ilanından beri sürdürülen inkar politikalarının yer aldığını söyleyen Beşikçi, “1923’te Türkiye Cumhuriyeti Kürtlerin inkarına göre şekillenen bir devlettir. Tek adam yetiştirmek önemlidir. Önce Türk olacaktır, sonra Müslüman, Hanefi ve sonra da laik olacaktır. Bu kalıba uymayanlar ağır idari ve cezai yaptırımlarla karşı karşıya bırakılmıştır” diye konuştu.
“İnkar ve yalana dayalı bu politikanın sürdürülmesi mümkün değildir. Çünkü artık halk yığınları, başta Kürtler bunun bilincine varmıştır. Kürt kadınlarının toplumsal hayata karışması, siyasetle ilgilenmeleri böyle bir yalan politikasının sürdürülemeyeceğini göstermektedir. Devlet muhakkak kendi geçmişiyle yüzleşmek durumundadır” dedi.
“Gerçeği biliyorum ama adaletin peşindeyim”
Beşikçi’nin ardından söz alan DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’in kızı Nilgün Türkler Soydan ise babasının 1980’de kendi tanıklığında öldürüldüğünü belirterek, “Otuz yıldır katillerini tanıdığım halde cezalandırılmalarını sağlayamıyorum. Benim tanıklığımı kabul etmiyor mahkemeler. Üç kez beraat ettirildi. Şu an Yargıtay’da dava. AİHM’e gitmek zorunda kalacağız zannediyorum” dedi. “Benim çok az babam oldu.” diyen Türkler, bu vesileyle babasının ve herkesin babalar gününü de kutladı.
Konuşmacılardan Halkevleri Genel Başkanı İlknur Birol ise “Sözümüzün ulaşması için yeni yol ve yöntemler bulmalıyız.” diyerek sistemin kendine meşruluk sağladığı kitlelere yönelmekten söz etti. 1 Eylül Dünya Barış Günü’ne asker ailelerinin de çağrılmasını öneren Birol, “Gelmemekte ısrar ederlerse o çocukların resmini de biz taşıyalım” dedi.
“Kimsenin barışı kirletmeye hakkı yoktur”
12 Eylül darbesinin ardından kaybedilen Hüseyin Morsümbül’ün annesi Fatma Morsümbül de parti başkanlarına seslendiği konuşmasında, “Barışın üstünden kalksınlar. Daha fazla barışı kirletmesinler. Özellikle CHP’ye söylüyorum. Bizim sayemizde oralara geldiler. Herkes ayağa kalksın. Barışın elinden tutsun. Kimsenin barışı kirletmeye hakkı yoktur” dedi.
“Biz ‘barış’, onlar ‘vatan sağolsun’ diyor”
Tüm bu yaşananların anneleri cezalandırmak olduğunu söyleyen Barış Annesi Perihan Altuğ da “Hem asker hem gerilla annelerini, hapistekilerin annelerini cezalandırıyorlar. Türk annelerinin de artık Barış demelerini istiyorum. Biz çocuklarımızın cenazelerinde ‘barış’ diye haykırıyoruz, ama onlar ‘vatan sağolsun’ diyor. Biz barış istiyoruz” diye konuştu.
Galatasaray aileleri olarak katıldıklarını belirten İrfan Bilgin ise, “Öncelikle ‘faili meçhul’ lafını ortadan kaldırmalıyız” diyerek kayıpların tüm dosyalarında tanıklar olmasına rağmen sonuç elde edemediklerini ifade etti. 274 haftadır Galatasaray Meydanı’nda oturarak faillerin ortaya çıkmasını talep etmelerine rağmen iktidarların kulak vermediğini söyleyen Bilgin, daha farklı eylemlilikler yapmak gerektiğini savundu.
“Darbelerle büyüdük”
1997 yılında Diyarbakır’da herkesin gözü önünde telsizli kişilerce götürülen 70 yaşındaki babası Fikri Özgen’i aramadık kapı bırakmadıklarını söyleyen Nevzat Özgen, 13 Mart 2004’te Abdülkadir Aygan’ın Günlük gazetesindeki itiraflarında ve 15 Ağustos 2009’da Taraf gazetesinde bir başka itirafçının Zahit Engin ve ekibinin babasını katlettiğine dair tarihe not düştüğünü belirtti.
Merato dağlarında kimyasal silahlarla bir kardeşini ve İstanbul’da da diğerini kaybeden Özgen konuşmasını, “Bugün Filistin için gözyaşı dökenler, fosfor bombalarının atıldığını söyleyenler Merato’da da aynı fosfor bombaları atılıyordu. Aynı bombalar Ceylan’ın da kolunu kesiyordu. Aynı kurşunlar İstanbul’da Mefail’e de sıkılıyordu. Bunu görmeyecek miyiz?” diye bitirdi.
Türkiye’nin seksen yıldır yaptıklarıyla yüzleşmediğini söyleyen gazeteci Nazım Babaoğlu’nun ağabeyi İrfan Babaoğlu da düşüncelerini “Siverek’te Nazım’dan bir yıl önce Kemal Kılıç kaçırılmak isteniyor, gitmeyince katlediliyor. Bir yıl sonra Nazım’ı tuzağa düşürüyorlar, güpegündüz kaçırıyorlar. Bucaklar’ın ve devletin egemenliği olduğundan kimse tanıklık yapmıyor. Tüm kayıp ve faili meçhullerin bilgisi devletin elindedir. Kendi hesabına geldiği oranlarda Ergenekon’da olduğu gibi arşivlerini açıyor. İsteseler hepsini açığa çıkarabilirler. Bizim zorlamamızla olur bunlar” şeklinde ifade etti.
“Kemikler bile kaybedildi”
1994’te babası, amcası ve amcasının oğlu gözaltına alınan Adnan Orhan ise şunları dile getirdi:
“Nereye başvurduysak sonuç alamadık. Lice yatılı okulunda beraber gözaltına alınan Ramazan Ayçiçek amcamoğlu Cezayir’le karşılaşmış. Orhan’lar ve Bulut’lar ciddi işkenceye maruz kalmışlar. Sonra babamlara gerilla kıyafeti giydirip Kevrekok mevkiine helikopterle götürüp tarıyorlar, ilaç döküp yakıyorlar. Köylüler tarafından savcılık talimatıyla çukur kazılıp gömülüyor. Kuddusi Adıgüzel için toplu mezar iddiasıyla burası kazıldı. Ama onlara ait değilmiş. 2006’da biz de DNA talebinde bulunduk. Babam ve amcama ait olduğu ve Bulut ailesinden kaybolan beş kişiden üçüne ait olduğu ortaya çıktı. Kayıplarımızın mezarı olsun istedik. Başvuruda bulunduk. Kemiklerin kaybolduğunu açıkladılar. 2007’de dilekçe yazdık, bizi oyaladılar. İki yıl geçince Kulp Savcılığı hakkında soruşturma talebinde bulunduk. Ancak o zaman kemikler ortaya çıktı. Kimsesizler mezarlığına gömüldüğünü açıkladı Kulp Savcılığı.”
“Oğlum ve tüm tutsaklara adalet istiyorum”
166 yıl hapis cezasına çarptırılan Azadiya Welat gazetesi yazıişleri müdürü Vedat Kurşun’un babası Şükrü Kurşun ise, “Bir asker için beş DTP’linin kellesini isteyen meslektaşı yerel mahkeme tarafından düşünce özgürlüğü kapsamında beraat etmiştir. O da gazeteci ama benim oğlum 166 yıl cezaya çarptırılıyor” diyerek, hukuki bir dayanağı olmayan bu cezanın dünyada örneğinin olmadığını ve bu ölçüsüz cezanın, Türkiye’nin altına imza koyduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne de aykırı olduğunu belirtti. (BİA)
Sayı : 2010 06