Adıge Heku’ye yolculuk (4)

0
531

Sabah saat 08.00 gibi güne başlıyoruz. Kahvaltımızı her sabah olduğu gibi odamızda yapıyoruz. Erkekler olarak bizler hanımlarımızın hakkını nasıl öderiz bilmiyorum. Benim işim herkesinkinden daha zor galiba. Eşim helal ederse bilemem; yoksa yandım demektir. Türkiye’den getirdiği mini kettılın bu kadar işe yarayacağını hiç bilmezdim. Sabah akşam çayımızı, kahvemizi pişiriyoruz. Daha doğrusu Halime Hanım pişiriyor. Kahvaltı hazır. Adığe peyniri de, hem de fırınlanmış olanından. Zeytinimiz, salatalığımız, domatesimiz hazır. Ekmek bir harika… İçi pasta gibi kıpır kıpır. Zaman çok çabuk geçiyor. Kutlamalar başlamış bile. Ama önce Miyekhuape semalarını turalayan dört helikopteri izlemek istiyorum. Üçünde RF bayrakları var. Birinde hem RF hem de Adigey bayrağı dalgalanıyor. Hepsi birden şehir parkına yöne yöneliyor. Park ırmağın hemen yanında bulunuyor. Gittiklerini sanıp üzülüyorum. Ama çok geçmeden Wune Fiji’n olduğu meydana dönüyorlar. Birkaç turdan sonrada gözden kayboluyorlar. Meydan kalabalık. Sanatçılar, öğrenci grupları, folklor ekipleri tek tek sahneye çıkıyorlar. Zori ekibinin, Adığe ulusunun dünyadaki gönüllü elçisi, büyük Nalmes Asamble’nin profesyonel hocası Kul Muhammed ile karşılaşıyoruz meydanda. Telaşesi var adamın; öğrencileriyle ilgileniyor. Ama yine de selamlaşıyoruz, tokalaşıyoruz. Kısa bir hal hatır sormanın ardından fazla oyalamıyorum kendisini. Önündeki ekip karma. Sanırım Ermeni grubu ve bizimkiler var. İkisi bir arada… Her grup kendi kıyafetleriyle… Rahat ayırabiliyorsunuz. Özellikle dikkat ediyorum bir itiş kakış olacak mı diye. Kimsenin aklından öyle kötü şeyler geçmiyor. Herkes kendisiyle ilgileniyor. Kimsenin kimseye baktığı yok bile. 

Yan tarafta devlet başkanı Takhuşıne Aslan, basına demeç veriyor. Korumalar ortalığı süzüyor. Sayın başkan meydandaki bütün standları bir bir geziyor. Herkesle de ayrı ayrı konuşuyor. Fotoğraflarını çekmek istiyorum ama sonra vazgeçiyorum. Çünkü basın kartım yok ve yanlış anlaşılmak istemiyorum. Wune Fıji tam önümüzde. RF ve Adigey bayrakları yan yana devlet Başkanlığı binasında dalgalanıyor. Önünde çok güzel fıskiyeli bir havuz var. Ortalıkta hiç gürültü yok. Sovyetlerden kalma rap rap ayak sesleri, koca şapkalı politbüro görüntüleri yok artık ortalıklarda. Dedim ya, demokrasiyi içselleştirmişler. İyi bir sivil profil veriyorlar. Seviniyorum tabi. Bu gün dünden iyi, yarın da bu günden iyi olacak. Herkes için, bütün dünya için. TC ve RF devletleri potansiyeli yüksek iki devlet. Türkiye’nin AB’ye girmesi Rusya ile ilişki kurmasına ve geliştirmesine mani değil elbette. Eğer yeterince güven tesis edilirse büyük bir enerji sinerjiye dönüşür. Bunun Avrupa ülkelerine katacağı canlılığı bir düşünün. Bunda Adığelere büyük görev düşüyor. Ama bu durgun enerjiyi harekete geçirmek gerekiyor. Ben böyle düşünüyorum ve inanıyorum. 

Saat 14.00 suları. Türkiye’den ve Suriye’den bayan arkadaşlarla karşılaşıyoruz. Suriye’den dönüş yapan Lina. Bayan Lina doktormuş. Eşim önceden tanışmış. Eşi Düzce’den Xhıdzelh’ Abdullah. Yıllar olmuş anayurda dönüş yapalı. Aynur Hanım da dönüşçülerden… Eşiyle de tanıştık: Dzıbe Osman. Ailece yerleşmişler anayurda. İyi insanlar. Bizi pikniğe davet ediyorlar. Eşim bana bakıyor. Bende tereddüt ediyorum doğrusu. Aynur Hanım tereddütümü gideriyor: “Program böyle devam eder.” diyor. Akşama kadar biri çıkar, biri inermiş sahneden. Akşam havai fişek gösterisi olacakmış. Yetişecekmişiz. Biraz daha rahatlıyoruz ve memnuniyetle piknik teklifini kabul ediyoruz. 

Öğlenden sonra hava bulutlanmaya başlıyor. Osman arkadaşlarıyla haberleşiyor. Çok geçmeden buluşuyoruz pazar yerinde. Bagaj dolu, arabanın içi de. Nurgül Hanım ne varsa hazırlamış. Bir tek eksiğimiz var, o da kuş sütü. Arkadaşlarımız Xhıdzelh’ Abdullah, eşi Guse, Dr. Lina, Meretıkho Yunus, eşi Fatim ve bu arkadaşlarımızın 6 tane dünya güzeli çocukları. 

Osman semaveri öve öve bitiremiyor. Çok iyi bir semavermiş. En çabuk su kaynatma ödülü almışmış. Çayı da pek güzel olurmuş hani. Pek seviniyorum ben de. “Poşet çayı içmekten bıkmıştık ne zamandır.” diye giriyorum araya. Acelemiz varmış bir de. Osmancığım daha ateşi yakacakmış. Yoksa akşam karanlığına kalabilirmişiz. Onun için de keskin virajlara 120 km. hızla girilebilirmiş. Yüreğimiz ağzımızda gidiyoruz. Arabamızın tekerlek gıcırtıları bizi daha da korkutuyor. Bahaneler buluyorum, çevreyi seyredemediğimizi söylüyorum. Biraz görüntü almak istediğimizi ekliyorum. “Ağabey ben daha ateş yakacağım ve mangal hazırlayacağım.” diye cevaplıyor. 

Çok geçmeden Dışepsı (Altın su) ırmağının yanındayız. Manzara son derece güzel… Tabiat hiç bozulmamış. Bu Allah’tan bir lütuftur bence. Gerçek sahiplerini bekliyor yıllardır. 

Dışepsı bıkmadan, usanmadan akıyor binlerce, milyonlarca yıldır. Beni görünce sakinleşmiş sanki. Sevgilisine kavuşmuş gibi. Sessiz, sakin ve dingin… İncitmeden, incinmeden, ağlamadan akıyor. Sevdiğine kavuşmanın sükuneti var. 

Bense daha duyguluyum Dışepsı’dan. Mutluluğum, heyecanım üstümde. Bütün hissiyatım kabarmış. Rabb’ıma sonsuz şükürler gönderiyorum. Sonsuz kere… Ben duygulanıyorum, Dışepsı daha da sakinliyor. Resmini çekiyorum. Sırtımı arkadaşlarıma dönüyorum ve gözyaşlarımı gizliyorum. Ne çocukların oyun gürültüleri, ne de arabalardan gelen Rusça pop şarkıları dikkatimi dağıtıyor. Yağmurun çipiltisini de umursamıyorum. Oracıkta oturup hıçkırarak doyasıya ağlamak istiyorum. Sevincimi gözyaşlarımla Dışepsı ırmağına akıtmak istiyorum. Çocuklardan utancımdan yüzümü onlardan gizliyorum. Yanaklarıma süzülen gözyaşlarımı siliyorum ve toparlanıp gruba katılıyorum. 

En küçüğümüzden başlayarak herkesi kameraya kaydediyorum. Herkes çok mutlu, çok neşeli… Osman ise mangalın başına geçmiş ateşi yakmaya çalışıyor. Ona ve değerli eşi Nilgün Hanım’a ne kadar teşekkür etsek azdır. Diğer değerli arkadaşlarımızın hepsine de… Bizi ne kadar mutlu ettiklerini bilemezler. 

Zaman bir hayli ilerlemiş ve hava kararmış. Dönmek için yola koyuluyoruz. Ancak önce iki ırmağın birleştiği yere gitmemiz gerekiyormuş. Manzara mükemmel. İki ırmak birleşirken V çiziyor. Burası Dışepsı gibi sakin ve sessiz değil. Su çağıldayarak akıyor. Psıfıj ve Pşıj ırmakları. Kavga ediyorlar adeta. Suyun sesi vadiyi dolduruyor. İsyan ediyor gibiler birilerine ve bir şeylere. Milyonlarca yıl ötelerden süzülüp gelen bu ses özgür bir başkaldırı gibi. Bir başkaldırının kutsal şarkıları gibi… Susmak nedir bilmeden, çöken karanlığa inat seslerini mütemadiyen yükseltiyor. Bu cesur nameleri dinlemek için bariyerlere çıkıyorum. Gönlümden dağın tepelerine yükselip oralardan dinlemek geçiyor özgürlüğe haykıran bu cesur sesi. Kalmak istiyorum oralarda saatlerce, günlerce, hatta aylarca. Kalıp bu cesur ırmakların haykırışlarından ilham almak istiyorum. 

Geç saatlerde Osman bizi eve bırakıyor. Diğer arkadaşlarımız havai fişek gösterileri için meydana yöneliyor. Fotoğraf makinemin hafızasını boşaltmak istiyorum. Şarjı da bitmiş. Pencereden birkaç görüntü almaya çalışıyorum, ancak istediğim olmuyor. Aksilikler peş peşe geliyor. Gösteriler bitmek üzere, bense hala evdeyim. Yarım yamalak şarjlı makinemi ve eşimi alıp meydana iniyorum. Meydandan sel gibi insanlar boşalıyor ve sokaklara dağılıyor. Üzgün, kızgın ve şaşkın bir halde birkaç kırık poz alıyorum. Bu beni hiç mi hiç tatmin etmiyor.  

Dopdolu bir günü böyle amatörce kapatıyorum. Az kalsın unutuyordum. Gece yarısı günlüğümü yazarken, Rus televizyonunda yayınlanan Adığece söyleşiyi büyük bir keyifle dinliyorum. Program bir saatten fazla sürüyor. Sersemliğim hala üstümde. Programı kayda almak isterken, program bitiveriyor. Keyifli, tarih kokan arkeoloji söyleşisini kayda alamayışım beni bir kez daha üzüyor. Üzgün, yorgun ve uykulu bir halde oracığa uzanıveriyorum. 

 

Sayı : 2010 07