Umuda at sürmek

0
518

Onlar ulu bir çınar ağacının küçük bir dalında yeşermiş taze birer yapraktı, hayat rüzgarı çok erken kopardı onları dalından, aslında hepimiz aynı ağacın gövdesinde yaşadık, sadece mevsimler çok farklıydı. Bu hikaye bir birlerini son bir defa görebilmek için ölüme inatla direnen iki insanın ve ŞE-ŞEN dansının hikayesidir*
1. Bölüm
Yılmaz DÖNMEZ
Birinci Dünya Savaşı esnasında petrol sahalarını ele geçirmek isteyen İngilizlere karşı bir cephe de Irak’ta açılmıştı. İngilizlerin işgal ettiği Basra’yı geri almak için Osmanlı Kuvvetleri Nisan 1915’te karşı taarruza geçti. Şuayyibe denen bu savaşta başarı sağlanamadı, Osmanlı Kuvvetleri Kutülamare’ye geri çekilmek zorunda kaldı.
Bir kuşluk vakti Kutülamare’de yaralıların toplandığı sıhhiye çadırında yavaş yavaş gözlerini araladı Tıfımko Alkas. Burada ne kadar yattığını bilemiyordu ama bir İngiliz obüs top şarapnelinin karın boşluğunu parçaladığını ve iç organlarının dışarı çıktığını hatırlayabildi. Keşif birliğinde görev yapıyordu. Yıldızlardan, aydan, güneşten, gölgeden, ateşten, külden, kısacası doğanın bahşettiği her şeyden yol iz sürüyor, düşman birliklerini adım adım takip ediyordu. İz sürme konusundaki bütün bildiklerini, avcılığı ile ünlü ve eski bir asker olan babası Tıfı’dan öğrenmişti. Kendine gelmeye başlayan delikanlı bir ara elleriyle yarasını yokladı. Beli komple bandajlanıp sarılmıştı, bandajdan sızan kan eline bulaştı. Birazcık hareket ermek istedi, günlerdir daracık bir kanpetin üzerinde hareketsiz yatmaktan her tarafı tutulmuştu. Onun debelendiğini ve gözlerini açtığını gören doktoru yanına geldi.
“Geçmiş olsun evladım yaklaşık 3 haftadır yarı baygın bir şekilde yatıyorsun, kendini zorlama yaran çok ağır” dedi.
Yaralı asker “İngiliz Gavurunuu….” diyebildi. Doktor onun ne demek istediğini anladı. “Maalesef geri çekilmek zorunda kaldık, kaybımız çok” dedi. Azrail’le pençeleşen bu yaralı askere doktorun güzel bir haberi vardı. “Evladım yeni celple birlikte sizin köyden Kanbolat adında bir er geldi. Geldiği günden beri başında bekliyor. Çok genç ve tecrübesiz olduğu için onu sıhhiye eri olarak buraya verdiler. Bir yere kadar gönderdim birazdan gelir” dedi. Alkas bu habere çok şaşırmıştı. Doktorun dediği gibi sevinmemiş tam aksine üzülmüştü bile. Kanbolat’ı tanıyordu. O daha olsa olsa 17 yaşlarındaydı. Ne işi var bir çocuğun savaşın ortasında diye düşündü. Ailesinden ve köyünden haber alacağı için sevinmeden de edemedi. İki uzun yıl olmuştu köyünden çıkalı. Onun gözlerini açtığını öğrenen Kanbolat koşa koşa yanına geldi. “Hey gidi Tıfımko Alkas hey” dedi, eğilerek sarıldı köylüsüne. Alkas kendisini kucaklayan delikanlının kokusunu ciğerlerine derin derin çekti. Ailesinin durumunu soracaktı ama ayıp olmasın diye önce “Daha yaşın kaç ki seni askere almışlar Kanbolat” dedi. Kanbolat “Sultan V. Mehmet Reşat’ın emriyle 1315 (1897-1898) doğumluların silah altına alındığını” söyledi.
Birinci Dünya Savaşında Osmanlı Orduları birçok cephede savaştığından sayısız asker kaybı veriyordu. Cepheye asker takviyesi yapmak için Harbiye Nezareti 1915 yılında bir emirle 1315 (1897-1898) doğumlulardan vücutça gelişmiş olan bütün çocukları askere almaya başlamıştı. Türkiye diasporasında yaşayan Çerkesler “Hey onbeşli onbeşli, Tokat yolları taşlı” türküsünü iyi bilir. İşte bu türküde bahsedilen onbeşlilerden birisi de Kanbolat’tı. Kendisi gibi köylerinden 4 arkadaşı ile askere gitmek için Tokat Saat Kulesi Meydanında toplanan yüzlerce gencin içine katıldılar. Bu gençlerin içinde bakımlı atlara binen, ince yapılı, geniş omuzlu, kalpaklı, Türkçeyi yarım yamalak konuşan Çerkes gençleri hemen fark ediliyordu. O zamanlar nice Çerkes delikanlısı başları dik bir şekilde sürdüler atlarını bilmedikleri diyarlara ama ne yazık ki birkaç yaralı dışında hiç birisi geri dönemedi.
Alkas daha bıyığı bile tellenmemiş bu yiğitlerin askere alındığını duyunca savaşın kötüye gittiğini anladı. Kanbolat Alkas’a köyde olup bitenleri, ailesinin durumunu uzun uzun anlattı. Tazecik karısı Zahret vereme yakalanmış, durumu çok kötüymüş. Bir oğlu olmuş, adını Hasan koymuşlar. Tokat dağlarında eşkiyalar türemiş köyleri basmaya başlamış, cepheye giden kahramanların yolunu gözleyen genç kızları, taze gelinleri dağa kaldırıyorlar, hükümet te bu soysuzlarla baş edemez olmuş. Ablası Camlet yaşları 15-16 olan delikanlılar ile köyün genç kızlarından bir milis kuvveti kurmuş elinde mavzer, köylerini koruyormuş. Kanbolat’ın getirdiği kötü haberler zonklayan yarasının acısını unutturmuştu yaralı askere.
Şimdi kendisi gibi biricik aşkı, yaşam sevinci, sevdiği kadın, çocuğunun anası da ölümün pençesindeydi. Ona ölmeden geri döneceğim diye söz vermişti. ‘Zaten bu yara er geç beni öldürecek’ dedi kendi kendine, rahmetli babası da 93 harbinde aldığı böyle bir yaradan daha kırkbeşindeyken ölmüştü. Kaybedecek hiçbir şeyi yoktu artık. Zahret’e verdiği sözü tutmaya ve ne pahasına olursa olsun köyüne gitmeyi denemeye karar verdi. ‘Deneyen kaybedebilirdi ama denemeyen zaten kaybetmiştir’ diye düşündü. Kanbolat’a “Keşif birliğinde Göksunlu Batır adında bir Adıge arkadaşım var, onu bulup buraya getir” dedi. Kanbolat “Biz onunla tanıştık, sen baygın yatarken bazı akşamlar fırsat buldukça gelir, gece geç vakitlere kadar başucunda beraber beklerdik” dedi. Kanbolat akşam üzeri Batır’ı aldı getirdi Alkas’ın yanına. Alkas Batır’dan iyi bir at, bir mavzer ve yol erzakı ayarlamasını istedi. Batır arkadaşının istediği her şeyi iki saat içinde temin etti. Kanbolat Alkas’ın yarası için birkaç ilaç ve biraz amerikan bezi koydu atın heybesine. Batır arkadaşından yolu üzerinde olan köylerine uğramasını ve ailesine sağ olduğunu söylemesini rica etti. Bir gece vakti Kutülamare’den başladı yürekli bir adamın umuda at sürüşü. Dile kolay at üstünde 1600 kilometre yol kat edecekti, üstelik ağır yaralıydı.
Kızgın çöl, gündüzün sıcağı, gecenin ayazı, zifiri karanlık, ay ışığı, dağlar, taşlar, kurtlar, kuşlar nereye niçin gittiğini çok iyi bilen bu yaralı kartala saygıya bir kenara çekilip yol veriyordu. Zahret’i ölmeden son bir kez görebilme umudu karın boşluğundan dışarı fırlamak isteyen iç organlarının acısını bastırıyor, olağan üstü bir gayretle durmadan, dinlenmeden at sürüyordu umuda.
Sevdiği kadınla vedalaştığı günü hep düşünüyordu. Daha evlendiklerinin üçüncü ayı ondan ayrılırken “Ğogumaf Alkas” (Yolun açık olsun) demişti genç kadın titrek, üzgün, kırgın bir ses tonuyla. Gözlerinden süzülen yaşlar yüreğindeki acının aynası olmuş, elmacık kemiğinin kenarından şakağına doğru süzülüyordu. Başını çeviremiyordu sevdiği adama, göz göze gelmekten kaçınıyordu, çünkü yeşil gözleri onun mavi gözlerine değdiğinde sesinin çıktığı kadar bağırarak ağlayabilirdi. Üzmek istemiyordu savaşa yolcu ettiği biricik aşkını. Zahret siyah bir başörtüsü örtmüştü başına o gün ve bu örtüyü döneceği güne kadar hiç çıkartmayacağını söylemişti sevdiği adama. Alkas yavaş yavaş uzaklaşmaya başladığında köyünden; kendi geçmişinden, hayallerinden, belki de bir daha hiç göremeyeceği ailesinden ve okyanuslar kadar derin bir sevgi ile bağlı olduğu aşkında da uzaklaştığının farkındaydı. Tarih her şeyi yazmıştı ama savaşa giden Çerkes delikanlılarının arkalarında bıraktıkları ayıp diye seslerinin çıktığı kadar doya doya ağlayamamış yürekleri yaralı, gözleri yaşlı kızların, gelinlerin ve anaların acısını hiç yazmamıştı. Zaman zaman ‘Zahret’i ve oğlumu göremeden bilmediğim bu yaban ellerde ölürsem’ diye düşündüğünde, tüyleri diken diken oluyor atını daha hızlı sürüyordu.
Bazen ay ışığında, bazen yol üzerinde rastladığı hanlarda, bazen bir kayanın kuytusunda yatıyor fırsat buldukça yarasının sargısını değiştiriyordu. Bir gün atına su içirmek için bir pınar başında durdu. Atını suladı, elini yüzünü yıkadı. Yorgun bedenini dinlendirmek için bir ağaca sırtını dayayıp ayaklarını uzattı. Tam bu sırada önündeki çalının dibinde bir ardıç kuşunun yerde sekerek çırpındığını gördü. Uzanıp kuşu eline aldı, Zahret’i düşünerek sevgiyle okşadı kuşu, ayağına batan dikeni çıkarttı, eliyle su içirdi. Sonrada uçup gitti delikanlının avuçlarından. Yirmi bir gün sonra yaklaştı Göksun’a. Yolculuğu boyunca yarasının acısına hiç aldırmamıştı ama bu zorlu yolculuğa daha fazla da dayanabilecek gibi değildi yorgun bedeni. İlkindi vakti Batır’ın köyüne girdiğinde şükürler olsun dedi. Köyün girişinde rastladığı orta yaşlı bir kadına Tuğ’ların evini sordu. Kadının gösterdiği evin avlusundan içeri girdiğinde Batır’ın annesi fırında ekmek pişiriyordu. Kadın avlularından içeri giren atlıyı tanıyamadı. Atın üzerindeki asker elbiseli delikanlının yüzü solgun, perişan bir haldeydi. Oğlundan kötü bir haber geldiğini zanneden kadıncağızın göz bebekleri büyüdü, hızlı hızlı solumaya başladı, yüzünün rengi değişti, korkudan titriyordu zavallı. Alkas kadıncağızın çok korktuğunu fark etti “Wumışın syan, xarçe sıkegoğ” (korkma anacığım hayırlı haberle geldim) dedi anadiliyle. Kadıncağızın endişesi birazcık dağılır gibi oldu, Adigece konuşan delikanlıya “Yeblağ si-al” (Buyur yavrum) dedi. Genç adamın atından inmesiyle yere yığılması bir oldu.
Ertesi gün öğleye doğru tertemiz bir yün yatağında gözlerini açtı. Başında bekleyen ihtiyar “Geçmiş olsun evladım, benim adım Tuğ Hacı” dedi. Misafirlerinin uyandığını gören ev ahalisi hastanın başına toplandı. Alkas onlara oğulları Batır’ın yanından geldiğini, sağlık durumunun çok iyi olduğunu söyledi. Genç adam birkaç gün sonra biraz daha toparladı. Çok uzun zaman olmuştu yün bir yatakta yatmadığı, sıcak ev yemekleri yemediği. Tuğlar oğullarından haber getiren yaralı misafirlerini iyileştirmek, rahat ettirmek için adeta parçalanıyordu. Delikanlı evin hanımının asker oğlu hakkında bitmek tükenmek bilmeyen meraklı sorularına cevap veriyor, Batır’la paylaştıkları her olayı anlatıyordu. Gündüzleri köyün ihtiyarları, geceleri köyde kendi yaşıtı delikanlı olmadığı için genç kızlar ziyaret ediyordu hasta delikanlıyı. Alkas Tuğlar’ı kendi ailesi gibi sevdi, onlar da Alkas’ı hanelerinden saydılar. Alkas, Batır’ın küçük kız kardeşiyle sohbet etmeye bayılıyordu. Taysure hayat dolu, çok güzel, becerikli, konuşkan bir kızdı. Ona cephede bir İngiliz askerinin cesedinin yanında bulduğu gümüş kolyeyi hediye etti. Bir hafta geçmesine rağmen Alkas hala ayağa kalkacak takati bulamadı yorgun bedeninde. Tuğlar’ın evinde mutluluk rüzgarı esiyordu, oğulları sağdı ve sağlığı da çok iyiydi. O günlerde evin küçük kızı Taysure’de tatlı bir telaş vardı. Köyde yapılacak ŞE-ŞEN’e katılacaktı. Nede olsa 14 yaşına gelmiş genç kızlığa doğru yol alıyordu.
Alkas ŞE-ŞEN’in ne olduğunu biliyordu. Gerçi kendi memleketindeki Adıge köylerinde yapıldığını hiç görmemişti ama yaşlılardan bu eski gelenekle ilgili bir çok hikaye dinlemişti. Taysure Alkas’ın üzerine çöken hüznü dağıtmak için zaman zaman başına küçük bir köşe yastığı koyup ellerine içi su dolu birer küçük kazan (şıwon) alıp suları dökmeden parmak uçlarında dans ederek ŞE-ŞEN için antrenman yapmaya başlamıştı. Adeta uçarcasına dans eden hayat dolu bu tazecik kızın odaya saçtığı huzur yüreğini serinletiyordu genç adamın. Alkas nasıl bir geleceği olacaktı bu melek yüzlü kızın hayal bile edemiyordu, bekli de bu merakını mezara kadar sürükleyecekti. Güldüğü zaman gözleri yeni tutuşan bir kor gibi parlayan küçük kız için hasta yatağında yapabildiği tek şey bahtı güzel olsun diye dua etmekti.
ŞE-ŞEN, Adıgelerin Anavatanlarından Anadolu topraklarına getirdikleri çok eski bir gelenekti. Fakat bu geleneği o yıllarda bile devam ettiren köy hemen hemen hiç kalmamıştı. Adıge delikanlıları ergenlik çağından kurtulduklarında delikanlı sınıfına geçebilmeleri ve savaşlara yavaş yavaş katılabilmeleri için maharetlerini sergileyebilecekleri büyük bir şölen düzenlenirdi. Bu şölende gençler bir thamade grubunun önünde ata binme, kılıç kullanma, atıcılık, güreş gibi yeteneklerini sergilerler başarılı olanlar delikanlı olmuş sayılırlardı. Adıge kızlarının da erkeklerde olduğu gibi genç kız sayılabilmeleri ve düğünlerde dans etmeye hak kazanabilmeleri için ŞE-ŞEN yapılırdı. ŞE-ŞEN yeni yetme kızların tabi tutulduğu bir tür yarıştır aslında. ŞE-ŞEN’in kelime yapısı itibariyle Adıgecede (ŞE: süt, kurşun, üç kere, koş / ŞEN: satmak, huy, koşmak) birkaç anlamı vardır. Fakat burada bahsedilen ŞE-ŞEN SÜT SATMAK anlamındadır. ŞE-ŞEN için genellikle sonbahara girişte bir gün belirlenir, bu yarışa nezaret edecek thamadeler seçilir ve yarışa katılacak kızlara yarış günü duyurulurdu. Ancak kızların anne ve babaları bu yarışı izlemezlerdi. Belirlenen günde büyük bir meydanda toplanılır, thamadeler ve müzisyenler yerini alır erkekler bir tarafa kızlar bir tarafa dizilirdi. Yüksek ritimli bir müzik eşliğinde dans etmeleri için hatiyakuo tarafından bir kız ve bir erkek meydana davet edilirdi. Kızların ellerine ağzına kadar süt (ŞE) dolu küçük birer şıwon (kazan) verilirdi. Kızların yarışı kazanmış sayılması için dans müziği bitene kadar iki elindeki şıwonlerde bulunan sütleri dökmeden dansı tamamlaması gerekirdi. Kızlar kesinlikle ayakkabı giymez, çıplak ayakla parmak uçlarında dans ederlerdi. Çünkü ayakkabı dans esnasında herhangi bir dengesizliğe sebep olup sütü döktürebilirdi. Parmak uçlarına çıkarak dans etmelerinin sebebi ise vücut dengelerini daha kolay sağlayabilmeleri ve daha hızlı hareket edebilmeleriydi. Erkeklerin görevi ise dans ettikleri kıza vücut teması olmadan ellerinde taşıdıkları sütü döktürmekti. Bu yüzden erkekler dans esnasında aniden kızların önlerine geçer kollarını kaldırırlar, çevik hareketlerle kızları sağa sola döndürerek sürekli onları kovalarlardı. Dans esnasında kız erkeğin yakın takibinden kurtulup yaklaşık 7-8 adım arayı açabilirse önce erkeğe yüzünü döner sonra zarif bir şekilde yerinde dönerek sayar, erkek te buna fırsat verdiği için ceza olarak ayakkabılarını çıkartarak kızın karşısında figür atar, dansa ayakkabısız devam ederdi. Sütleri dökmeden dansı tamamlayan kızlar sınavı geçmiş ve yarışı kazanmış sayılırdı. Yarışmanın bitiminde sınavı geçebilen kızların annelerine bu mutlu haberi vermek için gençler grup halinde müzik ve şarkılar eşliğinde kızın evine giderler, kızın yarışma esnasında dökmediği süt dolu iki şıwonu annesine bir hediye karşılığı müjde (güşapçe) olarak satarlardı. (ŞEN)
Köyde beklenen gün geldi çattı. Bütün gençler ve seyirciler köy meydanında toplandılar. Taysure en güzel elbiselerini giyip büyük bir heyecanla evden çıktı. Birkaç saat sonra Tuğlar’ın avlusunda dejuğler yapan, şarkılar söyleyen 14-16 yaşlarında kalabalık bir genç grubu belirdi. Taysure’nin ŞE-ŞEN yarışından başarı ile çıktığı annesine müjdelendi. Kadıncağız büyük bir sevinçle önceden hazırladığı halüj sepetini gençlere verdi. Bir anne olarak emekleri boşa gitmemiş, güzel kızı büyük bir onur yaşatmıştı kendisine. Ellerini yavaşça havaya kaldırarak “Yarabbi sana şükürler olsun” dedi. Hasta yatağında yatan Alkas kapının önündeki kalabalığın coşkusundan Taysure’nin ŞE-ŞEN’den başarı ile geçtiğini anladı. Son zamanlarda aldığı en güzel haberdi bu. Ağrısına-sızısına aldırmadan iki haftadır yattığı yataktan ilk defa o gün kalktı. Taysure’nin annesine “Anacığım ne büyük onur hepimiz için, gözün aydın olsun” dedi. Yeleğinin cebinden bir tomar kağıt para çıkartıp kadına uzattı “Lütfen bu paraları avludaki gençlere ver” dedi. Evin hanımı kabul etmek istemediyse de ısrar etti ve paraları gençlere verdirtti. Alkas güzeller güzeli Taysure’yi kapıda ayakta karşıladı, onu tebrik edip kucakladı.
Alkas gece el ayak çekilince yarasının sargısını değiştirirken kanlı sargı bezinin içinde küçük küçük beyaz kurtçukların olduğunu fark etti. Lambayı yarasına yaklaştırıp baktığında etlerinin çürümeye başladığını ve kurtlandığını gördü. O gece bu yara ile uzun bir süre yaşayamayacağını anladı. Vakit gittikçe daralıyordu, bir an evvel yola çıkmalıydı. Sabah olduğunda ev sahibi yaşlı Tuğ’dan müsaade isteyip yola çıkmayı düşündü. Gece boyunca uyku tutmadı, hep biricik aşkı Zahret’i düşündü; ‘Hala yaşıyor muydu? Küçük Hasan ne olacaktı, ölmeden köyüne yetişebilecek miydi?’ Sorular bıçak gibi saplanıp duruyordu yüreğine.

Sayı : 2012 07

Yayınlanma Tarihi: 2012-07-01 00:00:00