Zavallı Hacet’in cansız bedeni denize atıldığında Nebzıf’ın ayakta duracak mecali kalmamıştı. Güverteye yığıldı kaldı. Yaşlı Xan, genç kızın yanına oturup onun başını göğsüne dayadı. İkisi birden uzun bir süre hiç konuşmadan öylece karanlığa baktılar. Boş boş karanlığa bakan genç kız denizde parlayan ay ışığına fark edince aklına Kalewubat geldi. Ay ışığı o uğursuz gece çocuğun göğsünden çıkıp göğe uzanan süngülerin üzerindeki kanda da aynı şekilde parlıyordu. Zavallı çocuk süngülerin ucunda can verirken bile ne kadar da rahattı, ne kadar da korkusuzdu. Ya biricik aşkı Doleçeriy kimbilir nasıl can vermişti. Onun kanı da Kalewubat’ın kanı gibi hangi süngüyü kızıla boyamıştı. Yaşlı kadın durmadan genç kızın gözyaşlarını silerken, onun aklını oynatacağından korkuyordu. “Talihsiz kızım yüreğindeki acılar çok derin biliyorum. Ne olur o kanlı ölümleri düşünme artık, delireceksin diye çok korkuyorum” dedi.
Genç kız yaşlı kadına rahmetli annesine sarılır gibi sımsıkı sarıldı ve hıçkırmaya başladı. Xan, “Hadi yavrum aşağı ambara inelim, hava serinledi üşüteceksin” dedi.
Hangi acı yaşanırsa yaşansın hayat devam ediyor, zaman akıp giderken her şeyi de önüne katıp sürüklüyordu. Her gün ölenler artıyor, tekne rüzgâr çıktığında yol alıyor, rüzgârsız saatlerde neredeyse hareketsiz bir şekilde bekliyordu açık denizde. Artık erkeklerin oturduğu güvertede, kadınlarında oturabileceği oldukça geniş yerler açılmıştı. Nebzıf ve Xan diğer kadınlar gibi her gece bir müddet güverteye çıkıp hava almaya başlamışlardı. Yaşlı kadın sürekli genç kızı teselli ediyor, acılarını hafifletmeye çalışıyordu. İnsan keder zamanlarında kalbinin tahammülünden fazlasını, diğer hassas bir kalple paylaşmak ister. Gönülden kopan sıcak bir söz insanı üç kış ısıtır derler. Yumuşak huylu Xan’ın desteği olmasa genç kızın bu yolculuğa dayanacak takati kalmamıştı.
Yine bir gece güvertede otururlarken Nebzıf’ın aklına terk etmek zorunda kaldıkları kadim vatanları geldi. Yemyeşil ormanları, güneş gibi parlayan kızılcıkları, yamaçlardaki mis kokulu dağ çiçeklerini, kayaların üzerinden kavisler çizerek yoluna devam eden ırmakları, geniş vadileri düşünmeye başlayınca yine gözyaşları süzülüyordu yeşil gözlerinden.
Şaşılacak bir şekilde Xan, “A bahtsız kızım, Dünya’da vatanla değiştirilebilecek ve onun yerine konabilecek hiçbir şey yoktur. O güzel vatanımızı daha şimdiden bende çok özlüyorum. İnsana vatanından başka her yer yabancı” deyince:
Genç kız, “Anacığım her defasında ne için ağladığımı nasıl biliyorsun?” diye sordu. Yaşlı kadın, “Kızım ne düşündüğünü gözyaşlarından anlıyorum. Çünkü gözyaşı rengini yürekteki hüzünden alır” dedi.
Yolculuğun on birinci gününün sabahında nihayet kara göründü. Yorgunluk ve açlıktan herkes perişan haldeydi. Bir gün önce herkesin yiyeceği ve içeceği tükenmişti. İki gün daha denizde kalsalardı neredeyse yolcuların tamamı karaya yetişmeden ölecekti. Karaya yaklaştıkça dağların eteğinde yaprakları sararmaya yüz tutmuş ağaçlar, bu ülkede son baharın gelmek üzere olduğunun habercisiydi. Teknedeki herkes yeni vatanlarını merakla seyrediyor, bir kısmı da “Allahuekber, Allahuekber” diye tekbir getirip bu zorlu yolculuğu sağ salim tamamlayabildikleri için Allah’a şükrediyordu.
Yaklaştıkları yer Canik Sancağı (Samsun) sahilleriydi. Uzaktan dağların arasında küçük Türk köyleri ve bu köylerin bazılarının minareleri görünüyordu. Sahil Thaupse’deki insanlardan çok daha kalabalıktı. Beyaz kum tanelerinin üzerinde binlerce insan yine çaresiz bir bekleyiş içindeydi. Tekne sahile yanaşır yanaşmaz hemen etrafını bir anda yüzlerce insan sardı. Çünkü herkesin kaybettiği ve aradığı bir yakını vardı. Teknelerden inenlerin ilk yaptıkları şey de bekleyenlerden farklı değildi. Yeni gelenler hemen sahil boyunca koşar adımlarla, telaş içinde kaybettikleri akrabalarını arıyordu. Mahşeri kalabalığın içinde aradığını bulamayacağını anlayanlar sesini duyurmak ümidiyle her 50 metrede bir avazı çıktığı kadar aradığı yakınının ismini haykırıyordu. Eylül ayının sonları olmasına rağmen hava sıcaktı ve insanın burun direğini sızlatan kötü bir koku vardı her tarafta. Yeni geldikleri şehrin idarecileri bulaşıcı hastalık taşıdıkları için göçmenlerin vilayet merkezine girişlerini yasaklamıştı. Yiyecek olarak her göçmene günlük bir tahin ekmeği veriliyordu. Ekmek dağıtımı genelde her gün kuşluk vakti yapılıyor, ekmek alabilmek için insanlar bir birini eziyorlardı. Güneşten ve yağmurdan korunmak için bazıları ağaç direkler üzerine kamışlar dizerek küçük korunaklar yapmışlar, gün boyu bu korunakların altında oturuyorlardı.
Geldikleri bu topraklar da ölüm tarlası olmaya başlamıştı onlar için. Hepsi yetersiz beslenme ve hastalık nedeniyle bir deri bir kemik kalmıştı. Buradaki ölümler Thaupse’den çok daha fazlaydı. Birçoğu, ölülerinin günlük ekmeğini alabilmek için cesetleri barınaklarında tutuyordu. “Açlık ve gurur bir arada olmaz, aça dokuz yorgan örtmüşler yinede üşümüş.” derler. Sahildeki açlık ve yokluk anlatılacak gibi değildi ve her şeyi yaptırıyordu insana. Bazıları da ölüler gömüldüğünde, geceleri gizlice mezarları açıyor, cesedin üzerindeki kefen bezini alıyordu. Ölümde yaşam kadar gerçekti ve bir aradaydı Samsun sahillerinde. Ölüler ve sağların bir arada olması o kadar alışılmış bir durumdu ki artık cesetlerden küçük çocuklar dahi korkmuyor, yanı başlarında bulunan yakınlarının cansız bedenleri arasında bilinçsizce oynaşıyorlardı. “Çocuğun işi çocukluktur.” (Ç’alem ç’aleğe yi’of) dedikleri gibi ağlayışları sadece karınlarının aç oluşundandı. Biraz yiyecek bulmak ümidiyle sahile bakan dağların eteklerindeki ağaçlık ve çalılıkların arasına doğru gidenler, yıkılmış bir değirmenin taş duvarları arasında, küçük bir su birikintinsin yanında veya bir kayanın dibinde birçok cesede rastlıyordu. Vatanlarında bıraktıklarını sandıkları cehennem burada da yine aynı cehennemdi. Üstelik ateşi daha kavurucu ve yakıcıydı.
Canbolet bey sahile indikleri andan itibaren sürekli bir araştırma içinde girdi. Gelişlerinin ertesi günü sahilde eski silah arkadaşı Kart Osman ile karşılaştı. O da yanındaki kafile ile birlikte 15 gün önce buraya gelmişti. Kart Osman yarım yamalak ta olsa biraz Türkçe biliyordu. İki eski dost birlikte Vilayete giderek kafileleri içiz yol izni aldılar. Vilayetten çıkan izin Gelgiras* toplama kampına gitmeleri içindi. Yola çıkmadan önce yerli ahaliden at ve at arabası satın alıp kafileleri ile birlikte Gelgiras’a doğru yola çıktılar. Sırası ile Kavak, Vezirköprü, Havza kasabalarını geçerek iki gün süren yolculuktan sonra Gelgiras Kasabasına yetiştiler. Buradan bütün göçmenler Anadolu’nun muhtelif yerlerine 40-50 hanelik gruplar halinde sevk ediliyordu. Genelde göçmenler Sivas, Yozgat, Ankara, Çorum, Tokat, Amasya taraflarına yönlendiriliyordu. Canbolet bey ve Kart Osman kafilelerini de Erek (Tokat-Erbaa) Kasabasına yönlendirdiler. Yolculukları esnasında yollarda birçok Adığe kafilelerine rastlıyorlardı. Diğer kafileler kendi kafileleri kadar şanslı değildi. Hemen hemen hepsi yayan olarak perişan bir halde yolculuk yapıyordu. Yollarda telef olacaklarını düşünen birçok aile çocuklarını, yaşatabilmek ve onları kendi yok oluşlarına ortak etmemek için, rastladıkları Türk köylülerine rica minnet yavrularını veriyorlardı. Zavallı yavrucaklar ne olup bittiğini anlamadan annelerinin, babalarının arkasından feryatlar kopararak ağlıyor, anne ve babalar ise arkalarına bakmaya cesaret edemiyorlardı.
Canbolat bey ve Kart Osman kafileleri üç gün süren bir yolculuktan sonra Erek kazasına yetiştiler. Kaza Reisi önce Kelkit ırmağının kenarındaki bataklık alanlara yerleşmelerini istedi. Kendilerine önerilen bölgeyi inceleyen kafile başkanları, yerleşim için buranın kendilerine uygun bir yer olmadığını görünce kasaba Reisine itiraz ettiler. Reis efendi bu kez kasabanın güney dağlarındaki Ermeni ve Rum köyleri arasında kalan ormanlık bölgelere yerleşebileceklerini söyledi. Kendilerine önerilen yeni bölgede yaptıkları keşif ve incelemeler sonucu; Canbolet bey kafilesi Hatunpınar mevkiine, Kart Osman kafilesi ise Sokudaş Köyü’nün kuzeyindeki bölgeye yerleşmeye karar verdi. Hatunpınar mevkiine yerleşen Canbolet beyin kafilesinde; Baj, Bıj, Hut, Ğıj, Apiş, Koşbi, Tsey, Gube, Lıpeho ve Çetaw aileleri vardı.
Mezışha’nın doruklarındaki mağarada kalan Tseyhablelilerin yaşamları ağır kış şartları nedeniyle çekilmez bir hale gelmişti. 1863 kışı Çerkesya’da son 100 yıl içinde yaşanan en şiddetli kıştı. Yakılmış-yıkılmış köylerin enkazlarında eşeleyen erkekler mağaraya birçok defasında elleri boş dönüyordu artık. Bu arada Nawruz’un annesi Sifif ve kız kardeşlerinin köylere inen erkeklerden her gün iyi bir haber gelecek ümidiyle meraklı bekleyişleri de devam ediyordu. Nawruz yaşlı kadının tek erkek evladıydı. Adığeler “Oğul evin direği, kız evin süsüdür.” (Kor wunem yipkew, pxur wunem yiç’eraç’) diye boşuna mı demişlerdi. Erkeksiz bir hanenin soyu nasıl devam edecekti. Kim oğulları kadar kendilerine sahip çıkabilirdi. Bu arada kış çok şiddetli bir şekilde bastırmış, adam boyu kar kaplamıştı her tarafı. Dağın zirvesini adeta buz kesmesine rağmen, gündüzleri mümkün olduğu kadar ateş yakmamaya özen gösteriyorlardı. Çünkü dağın başında tüten duman her an kendilerini ele verebilirdi. Ancak geceleri büyük kütükleri mağaranın bir kaç köşesinde yaktıklarında iyice ısınabiliyorlardı. Mağarada gece ve gündüz sürekli değişen hava sıcaklığı nedeniyle, özellikle yaşlı ve çocuklar çok çabuk hastalanıyorlardı. Üstelik aylardır banyo yapamadıkları için hastalanma olasılıkları daha da artıyordu. Ağır kış koşulları aynı zamanda Rus askerini de kalelerine hapsetmişti. Çok mecbur kalmadıkça bir operasyona girişmiyorlardı. Bu durumu fark eden Tseyhable’nin erkekleri de enkazlar arasında artık yiyecek bulamadıklarından, zaman zaman çok tehlikeli olmasına aldırmadan, canları pahasına Rus kalelerine gizlice sızıp onlardan yiyecek ve canlı hayvan çalmaya başlamışlardı.
Kasım ayının son günlerine doğru Mezışha’nın doruklarında ilk olarak kazdıkları Aşıwhable’li L’ışe Aslankeriy’in mezarının yanına 8 mezar daha kazmışlardı. Çetin geçen kış hayata tutunma istek ve azimlerini her gün biraz daha zayıflatıyordu. Bulaşıcı hastalık hızla yayılmaya ve vücut direnci daha kuvvetli olan gençleri dahi yakalamaya başlamıştı. Mağaradakilerin büyük bir çoğunluğu Azrail’in hizmetçisi hastalık illetin pençesine düşmüştü. Muhamtal’ın asırlık bedeni de artık iflas etmek üzereydi. Yaşlı çınar hastalığını herkesten saklıyor, sancılar içinde kıvranıyordu. Bir gün mağaranın dışına çıkan erkeler Şapsığ ve Abzax’ların Rus’larla anlaştıkları haberini getirdiler. Bu anlaşmaya göre; Rus’lar Mart ayına kadar Adığelere ülkelerini terk etmek için süre tanımışlar ve askeri operasyonlarını bu tarihe kadar durdurmuşlardı. Bu haber üzerine tekrar Tseyhable thamadeleri bir durum değerlendirmesi yaptılar ve mağaradaki zorlu yaşama daha fazla dayanamayacaklarından dolayı diğer Adığelerle birlikte, karlar erimeye başladığı zaman ülkeyi terk etme kararı aldılar. Aldıkları bu karardan sonra gündüzleri de mağarada ateş yakmaya başladılar. 1864 Şubat ayının sonlarına yaklaştıklarında 4 ceset daha gömdüler dağın başındaki mezarlığa.
Aynı günlerde yine Rus birlikleri Çerkesya topraklarında insan avına çıkmışlardı. Bu haberini alan Thamadeler, Temruko’yu Rus’larla ülkeyi terk etmek için anlaşma yapmak üzere elçi olarak görevlendirdiler. Temruko yanına birkaç savaşçı alarak Derbeokay’da konuşlanmış olan Rus kalesine gitti. Kaledeki Albaya ülkeyi terk etmek istediklerini bildirerek kendilerine yol tezkeresi vermesini istedi. Albay ülkeyi bir ay içinde terk etmeleri gerektiğini söyledi ve yol tezkerelerini imzaladı. Temruko ve yanındakiler hava kararırken mağaraya geri döndüler. Vakit çok daralmıştı. Hemen yol hazırlıklarına başladılar. 10 gün içinde bütün hazırlıklarını tamamlayıp mağaradan ayrılma vakti geldiğinde yaşlı Muhamtal tüm kafileyi etrafına topladı ve “Bizim gençlik yıllarlımızda ve ondan önceki dönemlerde çok değerli Adığeler yaşadı bu ülkede. Biz hep onları örnek aldık. Onların kahramanlık öyküleri ile büyüdük. Onlar bu ülkede toprağa düştü. Vatanında ölmeyen iki kere ölür derler. Ben de burada bir kez ölmek ve onlar nereye gitmişlerse onların yanına gitmek istiyorum. Lütfen bana anlayış gösterin. Zaten yaşlı bedenimin böyle uzun bir yolculuğa dayanacağını sanmıyorum. Artık ben de ömrümün sonuna iyice yaklaştım. Atalarımız beşiği yapılıp da, mezarı kazılmamışı yoktur (Kuşş’e zıfaş’ığow, ben zıfamıtıjığe şı`ep) demişler. Ben bütün haklarımı size helal ediyorum, siz de hakkınızı helal edin. Başınıza ne gelirse gelsin asla umutsuzluğa kapılmayın, umutsuzluğa kapılmayanın hanesi yok olmaz. (Zigu muqodırem, yiwnağo qodıştep) Benim sizden tek ricam, nerede olursanız olun güzel vatanınızı ve ana dilinizi çocuklarınıza unutturmayın. Allah yardımcınız, yolunuz açık, yeni vatanınız hayırlı olsun” dedi.
Herkesin boğazı düğümlendi. Gözleri doldu. Kimse ağzını açıp tek bir söz edemedi. Yaşlı kurt tek başına Mezışha’daki mezarlığın bekçisi olarak kaldı, başı karlı dağın doruklarında.
Devam edecek.
(*) Öyküde anlatılan deniz yolculuğu esnasında ölen annenin (Hacet) oğluna verilmek üzere, öykünün kahramanlarından Nebzıf’a emanet ettiği gümüş kemer, Ankara’da ikamet eden Sayın Yaşar Özcan’dadır.