Mültecilerin vatandaşlık süreçlerine dair

0
594

Onlar Sovyet sonrası döneme damgasını vuran Rus – Çeçen Savaşının soykırım boyutuna ulaşması ile birlikte Türkiye’ye sığınan savaş mağdurları… Savaşın sürdüğü dönemde sayıları birkaç bin iken önemli bir kesimi Avrupa’ya gitti, bir kısmı yurduna geri dönebildi ve onlardan geriye bin civarında çaresiz insan kaldı. On iki yıldır Türkiye’deler ve on iki yıldır devlet tarafından fark edilmediler. Tamamen sivil girişimler neticesinde İstanbul’da oluşturulan üç büyük kampta, İstanbul’un çeşitli yerlerindeki evlerde ve yakınlarının yanında kalan bu insanlar aradan geçen on iki yıl boyunca daha insani şartlarda yaşamak üzere yurt dışına çıkamayan ve memleketlerine dönemeyenlerden oluşuyordu. Beykoz Tokatköy’de bulunan bir bina, Ümraniye’de Halil ür Rahman Camii’nin altındaki dükkandan bozma bölmeler ve Fenerbahçe’de Devlet demiryollarına ait dinlenme tesislerinin plaj kabinleri on iki yıl boyunca bu insanlara barınak oldu.

Bu süre içerisinde kendilerine mültecilik statüsü tanınmadığı gibi uluslararası anlaşmaların gereği olarak en azından ikametlerini yasal kılacak bir belge de verilemedi. Kesintiler halinde dönem dönem verilen ikamet izinleri de yılda birkaç ayı geçmedi. Dolayısıyla çalışma, eğitim ve sağlık imkanlarından faydalanamayan bu insanların yaşamları çözümsüz bir ıstırap haline gelmişti.

Öncelikle kanuni ikamet izni alamadıkları için çalışamadılar ve ekonomik ihtiyaçlarını karşılayamadılar. Okul çağındaki çocukların yasal belgelerle eğitim alma imkanları bulunmuyordu. Yeni doğan çocukların kaydı yapılamıyordu. Yaşadıkları kamplar da insani yaşam koşulları sağlamaktan acizdi. Tuvalet ve banyoların umumi oluşu, barınakların aile mahremiyetine izin vermeyecek ölçüde küçüklüğü, mutfak ve ısınma tertibatının eksikliği gibi olumsuzluklara rağmen bu insanlar on iki yıl boyunca benzerine rastlanamayacak ölçüde vakur bir yaşam sergilediler.

Yaşadıkları dramı Türk kamuoyuna anlatamayan mültecilerin sorunları zaman zaman basında yer almakla birlikte onlara hiçbir profesyonel yardım sağlanamadı. Bulundukları yerdeki yerel yönetimler ve çeşitli sivil toplum örgütleri tarafından beslenme ihtiyaçları karşılanıyor fakat içinde bulundukları problemlerin temel kaynağı olan statü belirsizliği hiç kimse tarafından görülmüyordu.

Türk vatandaşlığının kazanılmasını beş yıl ikamet şartına bağlayan Vatandaşlık kanunu mucibince Türk vatandaşlığını kazanmak üzere yaptıkları başvurunun ilgili mercilerce reddedilmesi üzerine konuyu hukuka taşıyan bazı sığınmacıların başlattıkları hukuk süreci Türkiye’deki ikametlerinin yasal bir mesnedi olmadığı gerekçesi ile tıkanıyordu. Zira vatandaşlık kanunu ‘başvuru tarihinden itibaren geriye doğru beş yıl kesintisiz ikamet şartı’ arıyordu. On yıldan fazla zamandır Türkiye’de bulunan bu insanlara verilen ikamet tezkereleri birkaç aylık olduğu için ve üst üste yenilenmediği için kanunda aranan şarta uymadığı yönünde karar veriliyordu.

Öte yandan hukuk düzleminde hak aramak için gerekli maddi imkanları olmayan, kendi sorunlarını dile getirecek kadar da Türkçe bilmeyen sığınmacıların arasından birkaç kişinin gerçekleştirebildiği yasal müracaatlar da sonuç vermeyince mülteciler arasında ciddi bir moralsizlik başlamış, Türkiye’nin kendilerini hiçbir zaman göremeyeceği, fark edemeyeceğine ilişkin bir endişe hakim olmuştu.

Esasen bu endişe de yersiz değildi. Savaşın başlangıcında Türk kamuoyunun büyük sempati beslediği Çeçen özgürlük mücadelesi ölçüsüz ve hukuksuz bir şekilde ezilip özgürlük sesi susturulunca onları destekleyen çevreler de bir bir arkasını dönmüş ve bu insanlara gözlerini kapamış durumdaydı. Dün dindaşlık ve ırkdaşlık gerekçeleriyle zaferlerden kendilerine pay çıkaranlar için İstanbul’un birkaç köşesine dağılmış bu insanlar bir savaşın yenik sürgünleri idi. Dolayısıyla birkaç gazete haberi onların hatırlanmasına yetmiyordu.

Vatandaşlık başvurusunun reddi işlemini hukuka taşıyan mültecilerden birinin sorunu 2009 yılı ortalarında Ankara’da bir hukukçunun dikkatini çekti. Ona göre vatandaşlık müracaatının ‘beş yıllık kesintisiz ikamet’ şartını taşımadığı gerekçesi ile reddedilmiş olması doğru bir hukuki yaklaşım olamazdı. Çünkü kanunun bahsettiği ikametin, kanuni mercilerce düzenlenmiş bir belgeye istinat etmesi şart koşulamazdı. Zira bu kişilerin Türkiye’ye girişleri kanunsuz değildi, ne şekilde geldikleri, nerede ne şartlarda yaşadıkları zaten ilgili makamların bilgisi dahilinde olmalıydı. Kendilerine sürekli bir ikamet izninin verilmemiş olması da onların suçu değildi, zira bu insanlar kesintisiz bir şekilde Türkiye’de kalıyor, fakat ikamet belgesi uzun aralıklardan sonra mükerreren düzenleniyordu.

Bahsedilen şahıs, bu hukuki yaklaşım dolayısıyla fark ettiği mültecilerin bir süre sonra birkaç kişiden oluşmadığını, Türkiye’de son derece güç koşullarda yaşam savaşı veren bin kadar insan olduğunu öğrendi. Oysa onun düşüncesine göre Türkiye’de son derece etkin olduğunu düşündüğü Kuzey Kafkasya kökenli yapılanmaların bu insanların sorunlarının çözülmesi için adım atmış olmaları gerekirdi. Kendisi Rumeli kökenli olan bu kişi bir süre sonra bütün cepheleri ile bu insanların yalnızlıklarının, unutulmuşluklarının şahidi oldu ve Ankara’da konu ile ilgilenebileceğini düşündüğü tüm mercilere bu sorunu taşıdı.

Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğüne bizzat gidip bu insanların sorunlarını anlattığında çok büyük bir şaşkınlıkla karşılandı, çünkü müdürlüğün bu insanların varlığından haberi yoktu. Oysa bu insanların hukuki sorunlarıyla ilgileniyor görünen en azından birkaç hukukçu tanımıştı. Bu insanlar ne yapmıştı şimdiye dek…

Başbakanlığa bağlı Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı da aynı şekilde bu insanlar hakkında yeterli bilgiye sahip değildi ve vatandaşlık başvurularından haberdar değillerdi. Peki Kafkas kökenlilerin oluşturduğu sivil örgütler ne yapmıştı şimdiye dek…

Sorunun içine girdikçe dehşete kapılıyordu. Bu insanlar on iki yıldır uluslararası anlaşmaların yükümlediği sorumluluklara rağmen yok sayılıyordu. Bu insanlardan herhangi birinin çocuğu kaybolsa müracaat edebileceği bir makam yoktu. Bu insanlar çalışamıyorlardı, sigorta, sağlık, eğitim imkanları mevcut değildi. Herhangi birisi polisçe yakalandığında yabancılar şubesinde aylarca tutulabiliyor, hiç kimse ile görüştürülmüyordu. Havaalanında pasaportunu yırtan yaşlı adamdan ibaret değildi bu insanlar. Bu insanlar yeryüzünde yok kabul ediliyordu.

Ankara’da çalmadık kapı bırakmayan bu vicdanlı adam konu ile ilgisi olabileceğini düşündüğü herkesle bağlantıya geçti. Milletvekillerine hitaben yazılmış mektuplarla onları konudan haberdar etti. Defalarca İstanbul’a gelip mültecilerle görüştü ve sonunda ilgili mercilerin dikkatini çekmeyi başardı.

Başbakanlık talimatı ile 31.12.2011 tarihinden önce Türkiye’ye giriş yaptığı belirlenen sayısı bin civarında mültecinin vatandaşlığa kabulü süreci başlatıldı. İlk adım olarak İstanbul’daki üç kampta yaşayan mülteciler İzmit körfezindeki TOKİ konutlarına yerleştirildiler. On bir yıl süren kamp hayatından sonra ev sahibi olmak onlar için yeni bir hayat demekti. Belirlenen kişilere en azından asgari ücret tutarında bir maişet parası da ikinci adım oldu. Bu insanların Türk vatandaşlığına kabulünün ne şekilde olacağı konusunda net bir usül belirlenemese de en azından nüfus idarelerine bu konunun bildirilmiş olması önemli bir adım.

Türkiye, tarihi boyunca savaş ve soykırım tehlikesinden ötürü yurtlarını bırakmak zorunda kalan milyonlarca insana yurt olmuş ve onları kısa süre içinde özümsemiştir bu doğru… Fakat galiba ne geçmişte, ne de bundan sonra hiçbir göçmen grubu bin kişiden ibaret bu Çeçen topluluğu kadar uzun bir kabul süreci geçirmemiştir.

Bu yazı Türkiye’de var olduğu iddia edilen milyonlarca Kafkas Kökenlinin yapamadığını yapıp bu bin mültecinin insani sorunlarını ilgili mercilere taşıyan, sırf insan olmanın sorumluluğuyla bu insanların fark edilmesi için çaba gösteren ve şimdilik kimliğinin bilinmesini istemeyen o Rumeli çocuğuna teşekkür için yazılmıştır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz