Mayıs ayı sonundan bu yana, Gezi parkı eylemleri Türkiye’nin ve de dünyanın gündemine yerleşti. Her taraftan yorumlar, iddialar, sosyal medya haberleri, “olmayan” medya haberleri, vs herkesin kahvelerden, üniversitelere kadar bir sürü mekanda konuşulan yegane meseleler haline geldi. Sağımız, solumuz, her tarafımız “Taksim” oldu…
Meselenin “üç-beş ağaç olmadığı”yla ilgileneceğim naçizane. Bu lafı eylemin iki kanadı da sıklıkla söylüyor. Hükümet “komplo bunlar, kendi ağızlarıyla üç-beş ağaç değil mesele diyorlar” şeklinde bir söylem geliştirerek kendi iktidarını muktedir kılma yolları aramakta… Tam da bu noktada bence yukarıdaki cümle bizi “eski ve yeni” temel problemimize yönlendiriyor diye düşünmekteyim.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş döneminden itibaren hızlı bir modernleşme, batılılaşma, ekonomik kalkınmayı amaç edinen bir devlet algısı vardı. “Modern-Batıcı-Seküler” bir kıyafet, muhafazakar Anadolu insanının üzerine zoraki giydirilmeye çalışıldı. Bir nevi şark kültürüyle bağları koparıp, hızlı bir batıya dönüş ve sekülerleşmenin toplumu “muasır medeniyetler seviyesine ulaştırmanın” birincil yolu olarak seçildi. Bir nevi “toplum mühendisliği”ne soyunuldu.
Bu süreçler tabii olarak sancısız geçmedi. Yaşar Kemal’in “Cumhuriyetin ilk yıllarındaAnadolu’da jandarma dayağı yememiş bir tane köylü bulamazsınız” sözü de bu sancıları anlatan en güzel söz olarak karşımıza çıkar.
Tek uluslu ülke yaratma çabaları, modernleştirilen bir laik toplum oluşturma süreçleri, vb meseleler, tepeden aşağı hiyerarşik bir yapıda ve de katı bir şekilde işledi ya da işlenilmeye çalışıldı. Bu da Anadolu’nun muhafazakar kesiminde büyük tepkilere yol açtı.
Bugün Gezi eylemlerinin ana hattını oluşturan 90’lar kuşağının ise hemen hemen benzer tepkilerden dolayı alanlara indiğini görmemiz gerekmektedir diye düşünüyorum. Hükümetin iktidara geldiği seneden bu yana kullandığı dilin son zamanlarda farklılaştığını, “modern” bir hale dönüştüğünü görmek yanlış olmaz. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin muhafazakar insanlara kimlik kazandırarak, tek tipçi bir anlayışa karşı çıkan (ve de toplumun farklı kısımlarından da destek alan) “dil”inin son dönemlerde, iktidar olmanın verdiği aşırı güvenle yine eski “devlet dili”ne dönüştüğünü söyleyebiliriz. Apolitik olarak resmedilen, kendimin de içinde bulunduğu 90’lar kuşağının, kendi hayatına müdahale “olasılığı”nı görmesinin ve buna göre hareket etmesinin, Gezi’nin ana hattını oluşturduğu düşüncesindeyim. Bu kuşağın aynı zamanda genellikle orta sınıftan gelen, bundan önce hiçbir siyasal eyleme karışmamış, partilerden çok da hazzetmeyen bir kitle olduğu gerçeğini görmemek, hem sürece hem de topluma büyük zararlar verebilir diye düşünüyorum.
“Toplum Mühendisliği”nden bahsetmemin sebebi de işte tam anlamıyla bu tepki. Nasıl muhafazakar-dindar kesim, katı Kemalist ‘dil’den ne kadar çok çektiyse, şu anda alanlardakilerin büyük kısmı da, “modern-muhafazakar” kıyafetin kendilerine giydirilmeye çalışma riskiyle karşı karşıya olmalarından dolayı oradalar. Eylemin kendisi sokağa inildikten itibaren siyasi olmakla birlikte, içeriğinin sosyolojik yönünün ağır basması ise bu sebepten. Bu anlayışa da karşılık verebilen herhangi bir siyasi partinin olmaması da Türkiye siyasetinin kalıpçılığının bir sonucu. Çünkü alanlarda herkes bir şey’ci ya da değil!
Hükümetin hala, bu yapılan eylemlerin “Vandallık” ya da “Çapulculuk” olarak adlandırması bile aslında bir gösterge. Eski modernliğin katı dilinden şikayet ederken, giderek bu dil içerisine eklemlenmek büyük bir handikap. Hükümete oluşan tepkinin, çevreci kimliğinin yanı sıra, “Anti-Recep Tayyip Erdoğan” kimliğine bürünmesi belki eylemin haklılığına darbe vuran bir etken ve de çok da geçerli bir sebep değil ama bu bile hükümetin kendine sorması gereken bir soru. Eğer hükümet “beni diğer yüzde 50 seviyor, gerisi umurumda değil” tavrını sürdürürse, hiç yoktan bir kutuplaşmayı ülkenin içine sokmuş olacak, hem de barış sürecinde!
Gelgelelim polisin uygulamalarına. Farkındaysak eğer, toplumsal-sivil eylemlerin hepsinde aynı sözü kullanıyoruz: “Polis orantısız güç kullandı.” Bu söz bile polisliğin ne olduğunu anlamamız için bir ipucu veriyor bize. Yukarıda bahsettiğim “katı-devlet dili”nin polisliği de on yıllar boyunca dönüştürdüğünü gördüğümüzde “orantısız güç kullanımının” ne kadar da normal olduğu, normalleştirildiği karşımıza çıkar! Evet, bazı polislerin müdahale ederken bireysel insiyatifini nasıl şiddetten yana kullandığını hepimiz görüyoruz ve de aynı insiyatifi şiddetsiz bir şekilde kullanmasını talep ediyoruz. Ancak, temel mesele ise polisliğin o modern-katı anlayıştan çıkartılıp, daha insani ve vatandaşına daha yakın bir anlayışa konuşlandırmak. Bunu devlet kendi eliyle ne derecede yapar orası zaten meçhul. Ama polislik eğitimi verilirken müdahale tekniklerini biraz arka plana iterek, vatandaşla güven bağını nasıl kurabiliriz’e getirmek bence ilk adım olabilir…
Sonuç olarak, Türkiye siyasetinin ve de demokratikleşme sürecinin böyle bir eyleme ihtiyacı olduğu kanaatindeyim. Sonuçta hiçbir muhalefet partisinin egemenliğine girmeyen ve de karşılığını o partilerde bulamayan bir hareket bu ve hem iktidarın, hem de ülkenin daha iyi hale gelmesi için bir nevi fırsat.
Yaralanan bütün insanlara şifa, hayatını kaybedenlerin ailelerine de sabır dilerim…
Psiblen Nesren Şamil Kanşat
Sayı: 2013 07
Yayınlanma Tarihi: 2013-07-01 00:00:00