yazmak…

0
1412

Nalçik’de adettendir. Havaalanına erken gelmek zorunlu. Uçak kalkış saati on iki ama seni sabahın dokuzunda alanda istiyorlar. Saat onda gelmiş olmama rağmen, henüz bilet onay gişesi kapalı. Alanın parkında Bıda Hasan’la beklerken, (sağ olsun Hasan, üşenmeden Nartkale’den arabasıyla sabahın o saatinde beni hava alanına getirdi…) bizi İstanbul’a götürecek uçak az ilerde görevlilerce hazırlanmaya çalışılıyor.

Hasan gitti. Ben de kontrol için içeri girdim. Nalçik Havaalanı küçücük bir alan olsa da, içerisi tıklım tıklım kontrol görevlileri ile doludur. Yaklaşık yüz metrekare alanda, zaman zaman değişse de ortalama yedi kontrol masası ile üç adet xyz ışınla kontrol aparatı bulunur. Bir kontrol masasından hızlı dönerseniz, yandaki kontrol masasında bekleyen birine çarpabilirsiniz. Kontrol masalarını ve aletlerini geçtim. Her defasında olduğu gibi yine, elimdeki yeşil pasaportumu bir sivil görevli sıra dışı kontrol etti, uzun beklemeden sonra dayanan merdivenden uçağın kuyruğundan binmek için sıraya girdik. Merdivenleri basamak basamak çıkarken, girişte çakılmış metal künyesine göre, Antonov 24 modeli olan bu yaşlı ve yorgun uçağın imal tarihi, bir ocak bin dokuz yüz altmış üç. Yine künyesinde yazılana bakılırsa, aynı gün uçuşa başlamış… Elli yıldır göklerde dolaşan bu yaşlı uçak, kim bilir ne trajediler, ne mutluluklar, ne hasretler, ne müjdeli haberler ne öyküler taşımıştır diye düşündüm.. Penceresinden bakıldığında kanatlarında ve gövdesinde yamalar görünen bu yaşlı metal kuşa, güven duyup binmekte zorlanır insan. Ama bu alana kadar çekildiğine göre, bunu uçuracak ekibe güvenerek biniyoruz. Zaten başka bir seçenek de yok. Uçak mühendisi bir arkadaşım, “Rus uçaklarında pilotların ya çok votka almasından ya da az votka almasından sorun çıkar, korkma” demişti.. “Sen el çantanda bir şişe votka bulundur” diye de takılmıştı… Havalandık. Kafkas dağlarının yükseldikçe koyu yeşile dönüşen ve sonra siyahlaşan eşsiz kanyonlarını, satranç tahtası gibi mükemmel parsellenmiş tarım arazilerini seyrederek havalandık, yükseldik ve Kaberdey Ülkesi beyaz bulutların altında kaldı. Bu noktadan sonra Türkiye ile ilgili düşünce bağın kurulmaya başlıyor.

Bu yolculukta bu yazıyı planlayacaktım. Hatta yazmaya da çalışacaktım. Fakat düşünce notlarımı bile Sabiha Gökçen Havaalanındaki uzun bekleyiş sırasında alabildim…

Bir gazetede yazmaya başlamak herkes için nasıl bilmiyorum ama benim için kolay değil. Çok yazan biri de olmayınca, daha da zorlaşıyor. Başlığını, “yazmak” olarak seçmek, bir başlangıç için çerçeve çizmesi olabilir belki de. Yazmak için oturunca aldığım notların da pek işe yaramadığını, aklımın bana oynadığı oyunlardan arındırabildiğim oranda ve aklımın kaçmasını kontrol etmeye çalışarak düşündüğümde, toplumumuzun önünde tartışılması-konuşulması gereken ne çok konu-sorun varmış, fark ettim. Okumayan-yazmayan bir toplum olmamız; bu nedenle de fikir üretmeyen yapımız en önemli konu gibi. İnanılmaz derecede hızlanan ana dilimizin yok olması, Kapitalizmin kentlere taşıdığı Çerkeslerin, kent varoşlarında eriyip gitmesi, örgütlenme konusunda yeni yol-yöntemler bularak, ülkenin reel politikasında yer tutmak, siyasi yaptırımı olacak “seçmen oyu” gücüne ulaşmak, Suriye’deki kardeşlerimizin gelecek sorunları, büyük tarihi sürgün-soykırımla uğradığımız haksızlığı dünya gündeminde daha görünür kılmak. Kafkasya’nın parçalanmış hali. Demografik yapısı. Ana Vatandaki cumhuriyetlerin yönetsel ve demokratik sorunları. Rusya ile ilişkileri. Ciddi sorun olan siyasi İslamın derin tahribatı, cumhuriyetlerin gelişme ve var olma sorunları, demokrasi eksikliği, sivil toplum örgütlerinin olmayışı, nüfusunun ekonomik olarak güçlenmesi ve arttırılması… vs. vs.

Gelecekle ilgili bir “toplumsal ideali” ve “projesi” olmayan bir toplumun bireyi olarak bunları düşününce, yazmak için nereden başlanacağı ciddi bir sorun gerçekten. Bütün bunları düşünerek İzmir uçağına binmek için apronda ilerlerken, Nalçik yolcularını uçağa çağıran anons yapılıyordu. Demek ki bizi getiren yorgun uçak, hangara ya da uçak mezarlığına değil, dönüş seferi için tekrar hazırlanmış. Yukarıda sıralanan yapısal sorunlarımızı düşünürsek, altmış üç model bir uçağın çağrıştırdıkları, havaalanları arasındaki kapanması neredeyse imkansız gelişmişlik farkı, yolcuya davranış gibi konuların bir önemi de kalmıyor. Düşüncemiz büyük sorunlarla yoğunlaşıyor, nasıl tartışırız, nasıl fikir üretiriz, nasıl çözeriz diye düşünmeye başlayınca, seni, çevrendeki tüm uyaranlardan koparıyor ve bindiğin yepyeni, tertemiz, her şeyiyle güven veren uçak, onca yorgunluğa rağmen uykunu getiremiyor. Kafanda dönüp duran sorunları alt edip seni uyutacak bir konfor var mı ki bilmiyorum…

Bu vesile ile Jıneps okuyucularına içten merhaba diyorum…